Türk siyasetine dair kolektif hafıza, yerel seçimlerin ortaya koyduğu rakamsal tabloya eşlik eden sosyolojik dönüşümlerle yüklü. Özellikle son otuz yıllık bilançoya baktığımızda, siyaset dünyasına dönük hayli trajik ve çarpıcı deneyimlerle karşılaşıyoruz. Sözgelimi 80’ler boyunca tekelci hüviyetteki ANAP siyasetinin miadını doldurma emareleri, özellikle 89 yerel seçimlerinde net bir şekilde ortaya çıkıyordu. Siyasal arenada bir yandan “sosyal demokrasi” arayışları merkezileşirken, öte yandan ise ANAP ağırlıklı merkez sağın politik sarkacı, artık DYP yönüne kaymıştır. Ancak vurgulamak gerekir ki rekabet halindeki bu aktörler ve partiler, son tahlilde devlet elitlerinin meşruiyet sahasının “merkez”inde konumlanıyordu. Politik arenada radikal bir manzara değişimi ise, esas olarak beş yıl sonraki 94 yerel seçimlerinde açığa çıkıyordu. Nitekim Cumhuriyet modernliğinin uzun bir safhasında bir “karşı hareket” olarak biçimlendirilen siyasal İslâm, Ankara ve İstanbul gibi dev metropollerde kent iktidarlarına kavuşmuştu.
Gerçekten de seçimlerin ortaya koyduğu tablo “yerel” bir skalada yer alsa da, laik seçkinler için bunun “distopik bir gelecek”in habercisi olduğunu anlamak zor olmadı. Ertesi yıldan itibaren siyasal İslâm’ın yerelde kazandığı zafere, genel seçimlerdeki birinciliği ve akabinde ulusal iktidara kavuştuğu “şok dalgaları” eşlik ediyordu. Laik seçkinlerin bürokrasi, medya ve sermaye kanatlarını paralize eden bu politik depremin tetiklediği fay hatları, günümüz Türkiye’sine kadar uzanacak aktif bir görünüm sergiliyordu. Bu anlamda 94 yerel seçimleri, Cumhuriyet modernliğinin rutin akışını teryüz eden önemli bir kavşak.
Benzer olarak, 80 sonrası Türkiye’sinin bürokrasi ayağında neredeyse tekelci hüviyete kavuş(turul)muş Fethullahçı grubun tasfiyesine dönük toplumsal konsensüs, ilk olarak 2014 yerel seçimlerinde billurlaşmıştır. Seçim sonuçları, özellikle Türk sağının kendi bünyesinden çıkmış bir oluşumun tasfiyesinden yana ağırlığını koyduğunu simgeliyordu. Nitekim siyaset kurumuna bürokrasi sahasında tasfiyelerle ilgili verilen bu “vize” ile birlikte, “dehşet bilançosu” daha da netleşiyordu: Soğuk Savaş döneminin çatışmacı atmosferine uyarlanmış gizli, mesiyanik ve kapalı devre bir network etrafında bürokrasinin neredeyse tüm bileşenleri kuşatılmıştı. Bu anlamda modern bürokrasinin işleyiş rutini düşünüldüğünde bir “anomali”yi simgeleyen bu manzaranın değişimine dair toplumsal mutabakat, yerel seçimlerle açığa çıkıyordu.
Diğer taraftan yerel seçimlere yansıyan bu türden çarpıcı tablolar, arka planında hayli geniş ve derinlikli toplumsal süreçlere yaslanarak varlık kazanır. Sözgelimi İslâmi hareketin 94 seçimlerinde metropollerdeki başarısı, karizmatik aday profillerinin ötesinde, 50’lerden itibaren kentsel alanlarda hayata geçirdiği bir dizi dayanışmacı ağlarla ilişkilidir. Aynı zamanda 2014 yerel seçimlerinde, muhafazakâr siyasetin hitap ettiği habitusta sağladığı “rıza üretimi”, din-bürokrasi-siyaset üçgeninde 80 sonrasından itibaren birikmiş bir tortunun harekete geçirilmesiyle anlam kazanır. Nitekim Gülenciler’in özellikle bürokrasi sahasında neredeyse hiçbir İslâmi ya da seküler zümrenin varlığına izin vermeyen tekelci örgütlenmesi karşısında tetiklenen “ortak nefret”, hayli geniş cephelere uzanıyordu. Bu anlamda “yerellik” sınırlarının ötesine uzanan seçim sonuçları, arkasına yaslandığı bir dizi toplumsal süreçlerden hareketle anlam kazanır.
Kuşkusuz toplumsal dinamiklerin derin ve akışkan ritmi, son yapılan (2019) seçimi de, “yerel” boyutların ötesinde anlamaya davet eder. Bu mesaj, iktidar bloğunun anaakım siyasetlerinde henüz radikal dönüşümlere yol açacak bir gerçeklik olarak algılanmasa da, entelektüel kanat içerisinde “alarm zilleri” hayli öncesinden çalınıyordu. Özellikle de Gezi Protestoları, 7 Haziran seçimleri (2015) ve 2017 Referandumu’nda farklılaşan kimlik hatlarının “metropol duyarlılığı”nda bütünleştiğinin açığa çıkmasıyla... Nitekim metropollerin yön verdiği bu “can sıkıcı” tablo, ilk zamanlar belirli kavramsallaştırmalara (“beyaz muhafazakârlar”) başvurularak okunuyordu. Ancak “karşı dalga”nın giderek artan hacmi, bir noktadan sonra anlama çabalarının nihayete erip, “tehdit” dilinin (“dislike atan dislike’lanır”) dahi devreye sokulduğu bir “çaresizlik”i ortaya çıkarıyordu. Metropolün akışkan dünyası, bu anlamda bir dönem merkeze kavuşturduğu muhafazakâr siyasetin, giderek “statükolaşan” boyutlarını gözler önüne seriyor.
Gerçekten de muhafazakârlığın 2000 sonrasından bugüne kesintisiz siyasal iktidarı, kent ortamlarında harekete geçirdiği beşeri sermaye ağları ile ilişkilidir. Bu anlamda kentin değişime açık dünyasının bir varyantı olarak, Cumhuriyet tarihinin neredeyse çeyrek asrını kapsayan zaman dilimine damgasını vurmuştur. Kemalist modernliğin statükocu bir karaktere bürünmesi, küresel kapitalizmle entegrasyon iştahı her geçen gün artan piyasa aktörleri için giderek bir “yük” olarak kodlanıyordu. Bu atmosferde değişim vaat eden bir dünyadan seslenen muhafazakâr siyaset, uzun yıllar kullanabileceği geniş bir hareket alanına kavuşmuştur. Ancak “kentsel rasyonalite”nin hareketli ve kaygan zemini karşısında, güncel muhafazakâr siyaset de “anakronik” bir görüntü çizebiliyor. Daha da ötesinde Türk siyasetine dair kolektif hafıza, metropollerin başrol oynadığı bu rasyonalite karşısında, merkez sağ siyasetin buharlaştığı trajik deneyimleri de sürekli hatırlatıyor.
Gelinen noktada 2019 yılında yapılan yerel seçimlerin özellikle metropol alanları etrafında gösterdiği simgesel harita, tıkanan muhafazakâr siyasete dair hayli geniş mesajlar içeriyor. Yakın tarihteki bir araştırmada vurgulandığı gibi, bu tablonun oluşması öncelikli olarak iktidar bloğu seçmenlerinin partilerinden rahatsız olması ve partilerini sorgulamaya başlamasıyla anlamlandırılıyor. Özellikle İstanbul, Ankara, Adana, Antalya gibi büyükşehirlerde belediye başkanlıklarınının el değiştirmesi, Bursa’da ise oy makasının önemli ölçüde kapanmasında bloklararası oy hareketliğininin etkili olduğu düşünülüyor.[1] Ayata’ya göre, özellikle şehirli ve genç katmanları üzerinden muhafazakârlık da bu denklemde yer alıyor.
Bir başka açıdan metropollerin çeyrek asırlık bir siyasal rutini, daha doğrusu “konfor”u bozucu eğilimi, muhafazakâr siyasetin yaslandığı taşra merkezli dünyanın kentleşme süreciyle yaşadığı dönüşüm üzerinden de okunabilir. Başlangıç evresinde merkezi fethetmenin bir stratejisi olarak şekillenen taşra İslâm’ı, merkeze yerleştikçe bir taşra ideolojisi olmaktan çıkar. Merkezileşmeyle eşzamanlı olarak kentlileşen yüzünde, seçkinleştirici kültürel ve kurumsal araçlar öne çıkar. Diğer bir ifadeyle dönüşen taşra, merkezî konformizm ve değerlerle uyumlu bir kimliğe evrilmektedir.[2] Nitekim sosyolojik disiplin, İbn Haldun’un “bedevi-hazeri” çözümlemesine kadar uzanabilecek bir skalada, bu tür evrimleşmelerin kaçınılmaz sosyal gerçekliğine vurgu yapmıştır.
Diğer taraftan iktidar seçkinleri, yaşanan bu dönüşümü okumakta zorlanmakta ve halen temel kamusal iletişimi “taşra-kent”, “laik-muhafazakâr” ve benzeri ayrımların ürettiği konfora yaslanarak sürdürüyor. Bir başka ifadeyle politik yatırımları, kültür savaşının geniş kitleleri cepheleştirici ve büyüleyici mantığı ekseninde gelişiyor. Ancak metropolün hareketli dünyasının üreteceği “risk”in çapı da hergeçen gün artıyor. Özellikle de kaygan ve rasyonel orta sınıf katmanlarda. Nitekim 2000’ler boyunca orta sınıfın yükselen görünümü, kriz zamanlarında borç sarmalını daha yoğun yaşayacak bir kitlenin büyümekte olduğunun da habercisi. Bu nedenle metropollerde orta sınıfların yükseliş trendini kültürel bir içerikle birlikte, kaygan bir eşitsizlik zemininde ele almak mümkün. Dolayısıyla orta sınıfların daha iyi bir yaşam olanağını kollayan ve sürekli buna uygun bir dil arayışı,[3] politik seçkinler için daima bir “demokles kılıcı” hüviyeti taşıyor.
Ekonomi politik düzeyde bu tür risk alanlarına, son dönemlerin emek piyasasında giderek etkisini arttıran “prekarya” olgusunu da eklemek gerek. Mevcut muhafazakâr iktidarın Batı bloğuyla ilişkileri aktüel olarak çatışmacı bir zemine kaysa da, Cumhuriyet tarihi boyunca küresel kapitalizmle entegrasyonun en yüksek seviyede geliştiği bir dönemi deneyimliyoruz. Bu bütünleşme hikâyesinin doğal bir varyantı olarak, geniş kitlelerin piyasanın kaygan ve güvencesiz kollarında bir “gelecek” arayışına yönelmeleri öne çıkıyor. Yaşanan deneyim, önceki dönemlerin mütevazı olduğu ölçüde sabit, istikrarlı ve uzun soluklu istihdam mecralarının daralması anlamına geliyor. Diğer taraftan bu manzaraya, kamusal alanda “memuriyet” gibi nispeten belirli kitlesel statü alanlarının “mülakat” tarzı patronaj ilişkilerine açıklığı eşlik ediyor. Gelinen noktada, metropol ortamlarında daha keskin bir görünüm kazanan prekaryan kitlenin üreteceği “riskin” boyutu da giderek artıyor.
Dolayısıyla muhafazakârlığın genç, kentli ve orta sınıflaşan yüzleriyle, prekaryan kitlenin beklentilerinin buluştuğu “rasyonel” zemin, günümüz politik seçkinleri için hayli trajik bir geleceği işaret ediyor. Özellikle 2017 Referandumu ve yerel seçimlerin metropol kategorilerinde billurlaşan bu tablo, Türk modernliğinin rutinlerinden “kimlik siyaseti”nin kapsama alanlarında bir daralmayı da gösteriyor. Nitekim muhafazakârlık paydasında buluşan toplumsal bloğun kamusal iletişiminde önemli bir arka planı oluşturan duygular siyasetinin keskin hatları, peyderpey aşınabiliyor. Bu resesyon, tekrar belirtmek gerekir ki, özellikle kozmopolitan ve ticari olarak dünyaya entegre metropol ortamlarında daha net bir görünüm kazanıyor.
Tıkanan Siyasetin Metro-politiği
Kuşkusuz iktidar bloğunda hakim siyaset tekniğinin metropol dünyasını ikna kapasitesindeki düşüşün birçok referansı bulunuyor. Bu açıdan yazının sınırlı kapsamını da dikkate alarak, metropollerde dalgalanan itiraz dilinin arka planını, ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağım. Önceki satırlarda vurguladığımız gibi, son yerel seçim sonuçlarına göz gezdirildiğinde Türk modernleşmesinin keskin siyasal kamplarının “metropol duyarlılığı”nda birleştiği görülüyor. Buna göre Kürt-Türk, laik-muhafazakâr gibi rutin ayrımların buharlaştığı, iktidara mesaj verme arzusunun vitrine çıktığı bir refleks, giderek siyasal alanı donatıyor. Farklı ideolojik ve siyasal kampların buluştuğu bu zemin, öncelikli olarak ekonomik tablodaki gerilemeyle beraber tetiklenen hayli “rasyonel ve pragmatik” tepkilere yaslanıyor. Buna ilaveten zikredilen kozmopolitan blok, “parti patronajı” olarak kavramsallaştırılan politikalardan duyulan rahatsızlığa karşı da giderek ses veriyor. Parti patronajı, toplumsal yaşamdaki fırsat ve kaynak alanlarının çeşitli yollardan oluşturulmuş bir ağ içinde ve karşılıklı kabul görme temelinde “tercih edilen” bireylere, gruplara aktarılmasıdır. Bu tür tek taraflı aktarımların hacmi ne kadar artarsa, o kadar toplumsal paylaşımdan kaçınılır.[4] Bir açıdan Weberyen “dışlayıcı kapanma” eğilimleriyle örtüşen bu tür patronaj ilişkilerinin mevcut iktidar tekniklerindeki kapsamı, birçok branşta KPSS birincilerinin dahi memuriyet hakkına kavuşamadığı[5] ekstrem boyutlara varabiliyor.
Ekonomi politik dinamiklerin metropol dünyasında iktidar karşıtı dalgaya yön verdiği bir diğer enstrüman, “prekaryalaşan kitle” gerçekliğidir. Arka planında küresel kapitalizmin toplumlara dayattığı “esnek emek” dinamikleri yer alır. Bu süreçte istihdam alanları, “risk” ve “güvencesiz haller”in kol gezdiği alanlar halini alır. Prekaryan kitle ise, Standing’in deyimiyle hakim sistemler için giderek tehlikeli bir sınıf halini almaktadır.[6] Nitekim prekaryan tabakanın Türkiye’de en görünür olduğu mecra olarak metropoller, güvencesizleşen ve daralan istihdam alanlarına yönelik hoşnutsuzluğun adresi olarak mevcut iktidar bloğuna yöneliyor.
Diğer taraftan prekaryan kitlenin “gayri memnun” eğilimlerinin yöneldiği adres hanelerinde, gündelik ya da kamusal yaşamın giderek parçası haline gelen kolektif gruplar da yer alıyor. Bunların başında ise, göçmen-sığınmacı-mülteci üçgeninde buluşan “beklenmeyen misafirler”[7] geliyor. Standing’e göre, bu atmosferde yerli toplumun emekçi üyeleri, “sosyal yardım beleşçisi”olarak damgaladığı kitleyi kendisinin elde edemediği şeyleri almakla suçlamaya meyilli olabilir. Aynı zamanda göçmenlerin daralan istihdam sahasında daha iyi işleri kaptığını ve sosyal yardımlar konusunda tepeye çıktığını kolaylıkla düşünecektir.[8]
Sennett de, Amerikan toplumu odaklı bir çalışmasında, göçmen hoşnutsuzluğunun artan ivmesinden bahseder. Öncelikli vurgusu, “yabancıların çalışkan, doğma büyüme Amerikalıların kuyusunu kazması” korkusunun 19. yüzyıla kadar inen köklere sahip olmasıdır. Bu dönemden itibaren, düşük ücrete çalışmaya razı olan yoksul ve vasıfsız göçmen işçilerin “diğerlerinin işlerini elinden aldığına” inanılırdı. Sennett’e göre, bugün küresel ekonomi, bu eski korkuyu tekrar canlandırıyor ve insanlar sadece vasıfsız işçilerin değil, küresel emek piyasasının dalgalarına kapılan orta sınıfların ve profesyonellerin de tehdit altında olduğuna inanıyor. Sözgelimi bir çok Amerikalı doktor, Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen “ucuz doktor” dalgası yüzünden kendi iş güvencelerinin sigorta ve sağlık şirketlerinin tehdidi altında olduğunu düşünüyor.[9] Kuşkusuz göçmen hoşnutsuzluğuna dayalı bu küresel trend, bugün sayıları 4 milyona ulaşmış sığınmacının bulunduğu ülkemizde de etkisini gösteriyor. Özellikle de iktidar bloğunun kaybettiği İstanbul seçimi sonrasında sığınmacılara dönük aniden “sertleşen” politikalarında... Nitekim ortaya çıkan manzara, göçmen karşıtı tsunaminin “kontrollü yerli ve milli limanlar”a uzanan etkilerinin kabulü olarak okunabilir.
Muhafazakâr kadroların metropolün rasyonel eğilimleri karşısında tıkandığı bir diğer alan, “mağduriyet temelli kutuplaşma” siyasetidir. Geçmişten günümüze siyasal İslâm’ın kitleleri etrafında bloklaştırmasında istikrarlı olarak müracaat ettiği, “sessiz muhafazakâr-mütedeyyin çoğunluk ve aktif Batıcı-seküler azınlık” denklemi büyüsünü nispeten yitirebilmektedir. Taşkın’a göre, son yerel seçimlerle sağ popülizmi besleyen mağduriyet algısının altındaki halı daha da çekilmiştir. Seçmen, tepedeki karşıtlığa dayandırılan kutuplaştırıcı dili anlamsız kılacak tercihlerde bulunmuştur. İktidar bloğunun yenilenen sakinlerinde otoriterleşmenin dozu arttıkça, öncelikli refleksler metropollerin pragmatik-seküler hanelerinde gelişmekteydi. Ancak metropollerde ivme kazanan bu dinamizmin çekirdeğinde seküler kimlik tasavvuru yer alsa da,[10] muhafazakârlığın genç, eğitimli ve kentli katmanlarında da filizlenen bir arayışı temsil ediyor.
Nitekim metropollerin siyasi haritasının son yerel seçimlerde değişimi, muhafazakâr duyarlılıkta buluşan bir kısım seçmenin de parçasını oluşturduğu çok cepheli bir kentsel mutabakata dayanıyordu. Bu açıdan metropollerde yükselen itiraz kanallarını besleyen bir diğer havzayı, muhafazakârlık paydasında yer alan geniş kitleler oluşturuyor. Özellikle de muhafazakârlığın kozmopolitan metropol ortamlarında yaşayan[11] genç, eğitimli ve dünyaya açık katmanları... Sözgelimi İstanbul, Ankara, Adana, Antalya gibi büyükşehirlerde belediye başkanlıklarınının el değiştirmesi, Bursa’da ise oy makasının önemli ölçüde kapanması, söz konusu kitlenin tercihlerinden bağımsız okunamaz. Bu gruptakilerin hatırı sayılır bir kısmının siyasal arenada tansiyonun sürekli artan temposu karşısında ortaya koydukları “yabancılaşma”, muhafazakâr elitler için hayli netameli bir geleceğe işaret ediyor. Nitekim başkanlık süreciyle birlikte, “bloklaşan siyasal rekabet”in %51 merkezli çıtası, “bıçak sırtı”nda gelişen sonuçlara sahne oluyor. Dolayısıyla, muhafazakâr mahallede olan bitenlere kayıtsız kalmanın maliyeti de elitler için her geçen gün artıyor.
Sonuç
Bu yazıda, siyasal iktidarın 2019 yerel seçimlerinin metropol kategorilerinde yaşadığı tıkanıklığın arka planındaki bir dizi toplumsal dinamiğe odaklanmaya çalıştım. Yerel seçimlerin gösterdiği simgesel harita, 21. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Türk siyasetinin hegemonik aktörü halindeki muhafazakâr siyasete dönük hayli anlamlı mesajlar içeriyor. Aynı zamanda son dönem Türk siyasetine hakim birçok ezberin bozulduğunu resmediyor. Bunların başında ise, 2013 Gezi Olayları’ndan itibaren muhafazakâr elitlerin siyasal arenada sıklıkla müracat ettikleri kutuplaşma cereyanı geliyor. Bloklaşan siyasetle birlikte, taraflar arasındaki tansiyonun her geçen yükseldiği zemin, muhafazakârlık paydasında buluşan geniş kitlelerin AK Parti siyaseti ve hareketi etrafında bütünleşmesini sağlıyordu. Nitekim iktidar çevreleri için, genel seçimlerden referandumlara uzanan hayli keskin virajların alınmasında kutuplaşma dilinin etkisi yadsınamaz.
Ancak toplumsal değişimlerin hızı karşısında, popülist siyasal mühendisliğin de “çaresiz” kaldığı durumlar oluşabiliyor. Bu anlamda uzun yıllar kitleleri seferber kıldığı retoriklerde, Weberyen deyimle “büyü bozumu” yaşanabiliyor. Nitekim son dönemlerde kozmopolitan şehirlere yansıyan seçim sonuçları, kimlik merkezli siyasetin özellikle yöneldiği (muhafazakâr) adreslerde dahi büyüselliğini yitirdiğinin işaretleriyle yüklü. Diğer taraftan yaşanan süreç, hem muhafazakâr tabanın kendi iç yörüngesini hem de toplumsal dünyanın diğer katmanlarını içeren boyutlara sahip.
Kuşkusuz metropollerde aktifleşen yeni toplumsal fay hatlarının gelişiminde, özellikle 2000 sonrası dönemin ekonomi politik dinamikleri etkili oluyor. Bu çerçevede serbest piyasa ekonomisinin sunduğu fırsat alanlarıyla eşzamanlı olarak iktidar aygıtıyla kurulan patronaj ilişkileri, muhafazakâr cephede hayli yoğun “sıçrama” hikâyelerine sahne oluyordu. Süreçle birlikte orta sınıflaşma, bireyselleşme, hatta sekülerleşme dinamiklerinin söz konusu kitlede ivme kazandığı görülüyordu. Ancak iktidar deneyimiyle taşınan bu dalga, bir bumerang etkisi göstererek mevcut iktidar kadrolarının politikalarında “rasyonalite kaybı”nı sezdiği ölçüde, ondan uzaklaşabiliyor. Nitekim seçim sonrası süreçle birlikte, başlıca hedef kitlesinin söz konusu kentli-rasyonel tabakanın oluşturduğu iki yeni parti (Gelecek ve Deva Partisi) muhafazakâr blokta sahne aldı.
Diğer taraftan rasyonalite merkezli bu uzaklaşma, “şehirli milliyetçilik” hattı üzerinden özellikle iktidar bloğunun diğer kanadında baş gösteriyor. Şehirli milliyetçilik vurgusu öncelikle, “kamusal alandaki dağılımların ve paylaşımların keyfilikten arınarak kurumsal, hukuki bir yörüngeye kavuşması” talepleri etrafında formüle ediliyor. Aynı zamanda bu tür rasyonel taleplerle birlikte, kitle reflekslerinin yön verdiği bir “kaygı siyaseti”ne de yer veriyor. Kolektif dışlamanın belirleyici olduğu bu zeminde, metropol dünyasında giderek görünüm kazanan sığınmacılar/mülteciler önemli bir adres halinde. Suriyeliler başta olmak üzere küresel dünyanın daha çok “kaybeden” tabakaları, parçası haline geldikleri metropol yaşamını “istikrarsızlaştırma”, “öngörülmez kılma” gibi argümanlarla değerlendiriliyor.
Göçmen kitleye dönük bu hoşnutsuzluk, aynı zamanda bir dizi ekonomi politik arka plana yaslanarak varlık kazanır. Bunların başında ise küresel kapitalizmin giderek emek piyasasını güvencesizleştiren, istikrarsızlaştıran yüzüyle beraber taşınan prekaryan kitle yer alır. İstihdam alanlarının geçici, esnek ve kaygan bir zemine kavuşmasıyla geniş kitlelerin deneyimlediği refah kaybı, prekaryan bilincin kökleşmesinde önemli enstrümanları oluşturuyor. Artan hoşnutsuzluk, öncelikle göçmen/sığınmacı kitleler üzerinden kendisini gösteriyor. Gelinen noktada kaygı siyaseti ve ekonomi politik dinamiklerin buluştuğu bu eleştirel hat, Türk siyasal yaşamının bundan sonraki yörüngesinin belirlenmesinde, önemli bir potansiyel olarak varlık kazanıyor.
Bu gerçeklik, alternatif toplumsal cephenin bütünüyle demokratik tasavvurlara yaslanarak gelişmediğini de resmediyor. Aynı zamanda çok-bileşenli bu toplumsal dalganın “son tahlilde reformist, demokrat bir siyasal yörüngeye oturacağı” öngörüsünü hayli naif kılabiliyor. Nitekim siyasal yaşamımıza dair asırlık hafıza, aktörlerin muhalefet ve iktidar zamanlarında farklılaşan politikalarıyla yüklü bir bilançoya sahip. Kuşkusuz güncel muhalif cepheye kulak verdiğimizde de, bu denkleme özgü refleksler öne çıkıyor. Ancak burada “rutin-dışı” sayılabilecek manzara ise, söz konusu talepleri (kurumsallaşma, şeffaflık, öngörülebilir ekonomi, hukuk...) seslendiren aktörlerin klasik sağ-sol ayrımlarının ötesine uzanmasıdır. Buna ilaveten, hayli farklı kimlik dünyalarının nispeten ortaklaştığı bu zeminin kısa vadede kamusal alanın restorasyonuna kapı aralayacak bir potansiyeli içerdiğini söylemek de mümkün. Son olarak bu yazıda olduğu gibi, siyasal alanı güncelliğini yitirmiş ikiliklerin ötesinde okuma imkânı sağlamasıyla, akademik ve entelektüel ilgiyi üzerine çekebiliyor.
[1] Tanju Tosun ve G. E. Tosun, “31 Mart’tan 23 Haziran’a Türkiye ve İstanbul’da Yerel Seçimler”, Özgürlük Araştırmaları, Sayı 11, 2019, s. 41.
[2] Celaleddin Çelik, “Taşranın Değişen Sosyolojisi”, Taşra Fragmanları, Sosyoloji Divanı Dergisi, Sayı 1, 2013, s. 28.
[3] Cevdet Yılmaz, “Orta Sınıfların Üzerine Düşünmek: İstanbul’da Orta Sınıfların Ajandasına Risk Yazmak”, İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali, Sel Yayınları, İstanbul, 2013, s. 104.
[4] Ali Yaşar Sarıbay, Demokrasinin Sosyolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s. 24.
[5] https://www.haberler.com/kpss-turkiye-birincisi-mulakatta-elendi-11730185-haberi/ ve http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kpss-birinciligi-atanmasina-yetmedi-1723600
[6] Guy Standing, Prekarya, çev. Ergin Bulut, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019, s. 11-21.
[7] Bilhan Kartal ve Ural Manço, Beklenmeyen Misafirler: Suriyeli Sığınmacılar Penceresinden Türkiye Toplumunun Geleceği, Transnational Press, Londra, 2018.
[8] Standing, a.g.e., s. 49.
[9] Richard Sennett, Karakter Aşınması, çev. Barış Yıldırm, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 145-146.
[10] Volkan Ertit, Sekülerleşme Teorisi, Liberte Yayınları, Ankara, 2019.
[11] Nitekim 2017 referandumundan günümüze dair gelişen politik harita, etno-kültürel ve yaşam tarzı düzeyinde kozmopolitan nitelikten uzak Konya ve Kayseri gibi iç bölgelerdeki metropol alanlarında, iktidar bloğunun %60-70 skalasında rıza üretimini sağladığını gösteriyor.
Fotoğraf: Deniz Göçmen, Unsplash