Eser ve Yazar Birbirinden Ne Kadar Sorumludur?

Uzun bir süredir, “Bir yazar ile eseri aynı düzlemde tartışılabilir mi, yazarın kişiliği ile ilgili olumsuz yargılar aynı zamanda onun sanatsal yaratımının da değerini belirler mi, yazarın şahsi varlığına karşı aldığımız tutumu eserine karşı da geliştirmeli miyiz, yazarın eserine karşı taşıdığı sorumluluğun sınırları ne olmalıdır?” gibi soruları farklı içerik ve boyutlarda tartışıyoruz. Bu sorunun, farklı muhakeme biçimlerinin işletilmesiyle, birbirinden farklı, bazen de birbirine zıt sonuçlara ulaşabileceğimiz velut bir alanı işaret ettiğini söyleyelim. Bizde bu sorun, birkaç gün önceye kadar daha çok siyasi kimlikleriyle öne çıkmış birkaç isim etrafında tartışılır olmuştur. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek ve son yıllarda da İsmet Özel… Her ikisinin de yazınsal ve şahsi çizgilerindeki derin kırılma, ayrışma, makas değişimi ve savruldukları aşırılık dozu, tartışmaları canlı ve sıcak tutmuştur. Tartışmalarda, sanatçıların kişiliğine ilişkin olumsuz yaklaşımların sanat eserlerinin kalitesini yansıtmadığı, onun ölçüsü olmadığı, kişiliklerinden bağımsız olarak eserlerinin değer görmesi yönünde bir içerik söz konusuydu. Bu tartışmalar, bir süre önce kimi tanınan, kimi tanınmayan birçok kadın tarafından özellikle romancı Hasan Ali Toptaş’ın merkezinde olduğu taciz fiillerinin ve faillerinin ifşasıyla bir kez daha gündeme geldi. Merkezinde Hasan Ali Toptaş’ın olduğu taciz tartışmaları, beraberinde sanatçı ve eser tartışmasını da gündeme taşıdı. Haklı olarak şahsiyetlerine yönelik büyük ve yıkıcı tepkinin sanatçı kişiliklerine ve eserlerine de yansıması veya yansımaması gerektiği yönünde iki kutuplu bir tartışma da ânında doğmuş oldu.

Bu konudaki tüm tartışmaları temelde iki yaklaşım altında toplayabiliriz: Birinci yaklaşıma göre yazarın kimliği, kişiliği ve fiilleri eserinden, eseri de bunlardan bütünüyle bağımsız olarak ele alınamaz. Zira yazar kimliğinin ona yüklediği anlamsal ve işlevsel değer, onun sivil şahıs olarak da varoluşunu, konumunu ve eylemlerini belirleyen bir nitelik ve sonuç ürettiği için, sivil kişisel varlığı ile sanatsal kişiliği ve eserin değeri birbiri içinde tartışılmalı, birbirini belirleyen değer ölçüleri olarak ele alınmalıdır. İkinci bakış açısını dile getirenlere göre ise bu çok sakıncalı bir tutumdur ve içinden çıkılması da zordur. Çünkü yazarın, şahsi varlığını da temsil eden yazarlık kimliğini eserinin sanatsal değerinin bir ölçütü yapmak, iki farklı değer alanını birbirine karıştırmak anlamına gelir ve bu da katı ahlâki ve politik tutumların sanat eserine tasalluta imkân vermesi anlamına gelecektir. Sanat eserinin özgül ve özerk konumu; eserin bedenselliği ile yazarın bedenselliği birbiri içinde kaybolacaktır. Bu tartışmaları, yazarın eseriyle ilgili sorumluluk ilişkisi ve ayrıca eserlerin niteliklerinin, yaratıcılarının eylemleriyle ilişkilendirilmesi sorunsalıyla birlikte tartışmak, değerlendirmek her ne kadar çok netameli bir alana adım atmak anlamına gelse de bu konuda zihinsel pratikler yararlı olacaktır kanısındayım.

Edebiyat dünyası, çok uzun zaman önce eserin yaratıcısı olarak yazarın eser karşısında görünmezliğine, yokluğuna ikna edilmeye çalışıldı. Önce Mallarmé, sonra da Roland Barthes ve Michel Foucault, “yazarın ölümü”ne hükmederek, yazarı, daha çok kurulu bir dilin inisiyatifine teslim olmuş pasif bir eyleyici olarak tenzili rütbeyle cezalandırdılar. Bu durumda yazar da, daha çok kapitalist kültürel ürünler pazarının ilişkileri içinde üretilmiş yapay bir gerçekliğe dönüşüyor, tabii. Ancak bu post-modern semantiğin yazarı yerinden eden algısının çok az insanı ikna eden bir yönü olduğunu düşünüyorum. Zira yazarın, sanat eserlerini, entelektüel olarak da adlandırılan, maddi olmayan zihnin estetik donanımı tarafından bilinçli bir süreci işleterek yarattığını ve bizzat hem entelektüel, estetik hem sosyal ve normatif yasalar, hem de hukuki dayanaklar bağlamında eserin sahibi olarak var olduğunu da biliyoruz.

Kitap, bir pazar ürünü olarak nitelenmese de farklı düzlemde tanımlanan estetik bir üründür ve dolayısıyla da bir üreticisi/yaratıcısı vardır. Bu bağlamda da her ürün ve üretici ilişkisinin var ettiği bir sorumluluk ilişkisine de tabidir. Yani yazar, yazdıklarından/kitabının içeriğinden, yaratacağı etkiden sorumludur. Bu sorumluluk entelektüel, normatif, hukuki ve sanatsal boyutlar içinde ayrı ayrı içerik kazanır. Sonuçta edebî ürün, maddi olmayan bir zihinsel sürecin ürünü de olsa nesnel olarak formüle edilmiş referanslar sistemi olarak maddileşir. Ürün ortaya çıkmakla, kamunun kendinden önceki deneyimlerini, bilgi ve görgüsünü; dilin pratik kullanımını, bireyin zihninde yarattığı değişimle gerçeğe sirayet edişini, kurgusal dünya ile gerçek dünya arasındaki ilişkisel karşıtlığı ve benzerliği farklı bir etkiyle değiştirme potansiyelini tetikler. Bu da yazarın ve edebî ürünün gerçek yaşam üzerindeki gücünü ve karşılıklı sorumluluk ilişkisini tanımlar. Ayrıca hukuki olarak da bir zihin eserinin yazarı, bu eserden, yalnızca yarattığı gerçeğe dayanarak, herkese karşı münhasır ve uygulanabilir, maddi olmayan bir mülkiyet hakkından yararlanır ki bu da onu eserinin tüm yansımaları bağlamında sorumlu özne yapar. Yani tıpkı fiziksel mallar üzerindeki maddi mülkiyet fikrine benzetilerek, yazarı, ürününün yasal sahibi ve sorumlusu yapar. Fakat tam bu noktada bir sorunun ortaya çıktığını görürüz, çünkü bu çeşit bir mülkiyet paradoksal olarak mülkiyet yokluğundan doğan bir mülkiyet olduğundan, yazarın mülkü üzerindeki gücünü, sorumluluğunu ifşa etmek, zihin ürününün, yazarından da kaçan, onun denetiminden de azade olan doğasından dolayı zorluklar yaratır. Eserin etkileri, gücü onu alan üzerinden çok farklı ve çeşitli biçimlerde ortaya çıkacağından, bunda yazara düşen payı belirlemek güçleşir. Bu sorumluluk ifşası, maddi ürünlerde gayet kolay olacaktır, ancak zihinsel bir ürün için bunu söylemek zor. Fakat sonuçta bu zorluk, yazarın, eseri ile ilgili sorumluluğunu ortadan kaldırmaz ama onu herhangi bir maddi ürüne benzer sorumluluk ilişkisinden daha farklı bir içerikle yeniden ve daha büyük bir titizlikle tanımlamaya icbar kılar.

Yazarın, sanat eserinin bedenselliğine özgü yeni ve farklı bir sorumluluk biçimiyle karşı karşıya kaldığında, hem kendi bilincinde hem de okurunun bilincinde belli bir karmaşanın ortaya çıktığını görüyoruz. Bu karmaşa, eserin bedenselliğinin, entelektüel olarak onu gerçekleştiren bedenden, yazardan ayrı olarak kavranıp düşünülmeye çalışılmasından kaynaklanır. Bu noktada, eserin klasik mülkiyeti aşan fikrî mülkiyetin özü gereği, soyut bir ürün olarak kamuya açık hale gelen, bireylerce tüketilebilen ürünler olarak yaratıcısının rezervine tabi olamayan, denetiminden çıkan yapısı devreye giriyor ve yazar-eser ilişkisi, içinden çıkılması zor, karmaşık bir hal alıyor. Oysa hukuki bağlamda sorumluluk gayet açıktır; eser telif hakları bağlamında tüm kullanım haklarıyla yazarının tasarrufundadır. Soruna dönüşen olgu, yazarın kendi fikirlerinin bir bedenselliğe kavuşturulduğu eserinin içeriğinden ve yaratacağı sonuçlardan ne kadar sorumlu tutulabileceğidir. Burada yazarın yaratma özgürlüğüne de halel getirmeden, onu baskılamadan bir sonuç üretmek gerektiği açıktır. Edebî ve hukuksal mülkiyet, yazara atfedilen özgürlük alanının, yazar tarafından istismarına izin vermeyecek şekilde ve yazarın ahlâki, normatif alanı da gözetecek bir duyarlılık ve ölçülülük sınırında hareket edecek şekilde düşünülmeli. Yazar, eserinin bedensel haklarına sahip olduğu gibi ahlâki, normatif, entelektüel ve sanatsal sonuçlarının sorumluluğuna da sahip olmalı.

Meseleye bir başka pencere açarak devam edelim. Dil, yazınsal sanatın temel üretim aracıdır. Sanatçı, estetik üretimini dilin olanakları ile gerçekleştirir. Bu anlamda dil, sanat eserinin ontolojik ve semantik kurulumunun yapıtaşıdır, diyebiliriz. Jean-Paul Sartre, dilin şiir ve düzyazı olanaklarıyla kullanımıyla ilgili makalesinde, dilin bir yazar için ne anlama gelebileceğini şu şekilde betimler:

Kabuğumuz ve duygularımızdır o bizim, bizi başkalarına karşı korur ve onları bize tanıtır, duygularımızın uzantısıdır. Dil içinde tıpkı bedenimizdeki gibiyizdir; tıpkı ayaklarımızı ve ellerimizi hissedişimiz gibi onu da başka erekler uğruna aşarken hissederiz; konuşan başkası olduğu zaman, dili, tıpkı başkalarının elini kolunu algıladığımız gibi duyarız. Bir yaşanan sözcük bir de rastlanan sözcük vardır. Ama her iki durumda da ya bizim başkaları üzerindeki girişimlerimizde ya da başkalarının bizim üzerimizdeki girişimlerinde onu yaşar ya da ona rastlarız. Söz eylemin belli bir anıdır ve eylemin dışında anlaşılamaz.[1]

Sartre’ın dil ve yazar arasında kurduğu bu simbiyotik ilişki, yazarın yapıtından ayrı, yapıtın da yazarından ayrı tartışılamayacağı türde karşılıklı bir sorumluluk alanı üretirken, aynı zamanda dil ile niyetlerimiz ve eylemlerimiz arasında da benzer, kolayca devredilemeyecek; eserin, üreticisinden tümüyle bağımsız olarak salt sanatsal üretim nesnesi bağlamına indirgenemeyecek daha karmaşık ve derin bir duruma işaret eder. Ancak çok daha kesin olan iletiyi bir daha vurgulamak gerekir: “Dil duygularımızın uzantısı, söz eylemin belli bir anı ve eylem dışında anlaşılamaz olandır…” Bu durumda yazarın kişiliği, niyeti, iç doğası ve kelamı arasında doğrudan bir ilişki var ve dolayısıyla yazar ile eseri birbirinden büsbütün ayrı düşünemeyiz, demektir. Yukarıda ilan edilen bağlamı yitirmeden söyleyelim ki yazarın eseri ile ilişkisinde taşıdığı sorumluluğa, birbiriyle ilişkili farklı birkaç açıdan yaklaşmakta yarar var. Bunları sıralamadan önce, “yazar” dediğimizde ne anlamalıyız, kimden bahsediyoruz, onun durumunu analiz etmek için bir yöntem var mı, sorularına da kısaca değinmekte yarar var.

Yazar denilen özne, en önce bir “sivil varlık” olarak asıl kendini temsil eder; ardından “bir edebî varlık” olarak başka düzlemde bir temsil yetkisi kazanır ve daha sonra da yazan kişi olarak kendini eserde temsil eden kurgusal kişinin varlığı içinde belirir ve “metinsel bildirici” olarak var olur. Bu anlamda üç farklı düzlemde ethos üretmek durumunda olan bir özneden mi bahsedeceğiz yoksa üç farklı personaya bölünmüş yazarın, üç varlık halinin de temel değer olarak belirleyeceği ve bağlı kalacağı tek bir etik zemininden mi bahsedeceğiz, sorusu gündeme gelir. İç içe geçmiş üç farklı davranış, tutum, eğilim seviyesine sahip varlığı temsil edecek olan, “sivil varlık” özne ve “metin bildirici” kurgusal özne olamayacağı için, üçünü de temsil edenin “edebî varlık” denen özne olması ve değer alanını da onun ethosunun temsil etmesi gerekir. Yazarı, kamusal bir figür yapan, kolektif alanın beğenisine ve arzına sunan “edebî varlık” yetkisi taşıyan özne olduğuna göre, temsil ve sorumluluk yetkisi de onda olacaktır. Üstelik artık “sivil varlık” yetkisini taşıyan öznenin belli bir aşamadan sonra temsil gücünü ve görünürlüğünü neredeyse tümüyle yitirdiğini de söyleyebiliriz. Bu aşamadan sonra yazarlık kariyerinin, o kariyer içinde üretilen söylemlerin, edinilen duruşun, kendi varlığının sözcüsü konumunu temsil eden eserlerinin görünür yaptığı ve toplam varlığını tanımladığı “edebî varlık” olan yazar, artık ürettiklerinden ayrı düşünülemez konumdadır. Yazarın elde ettiği konum itibarıyla yazarlık sorumluluğunun bundan sonra estetik, politik, etik, yasal ve tarihsel zeminde olmak üzere pek çok açıdan değere tabi tutulacağı aşikârdır. Bu bağlamda yazar, bu farklı boyutlar içinde tarihsel bir kimlik olarak ifadeye kavuşmak için farklı sosyal, mekânsal ve zamansal konfigürasyon ilişkileri bağlamında sosyo-tarihsel bir perspektifin alanına yerleştirilir.

Edebî eserin, gündelik/sıradan hayatlarımıza ne taşıdığı, ne getirip götürdüğü veya hayatlarımızı nasıl yaşayabileceğimiz konusunda bir referansa dönüşüp dönüşmediği, kısır argümanlarla, klişe yargılarla belirlenemez elbette. Çünkü edebî ürünü, herhangi bir ürün olarak tüketicinin ihtiyaçlarına hitap eden, ilgi alanlarına yönelik veya pratik yarara göre düzenlenmiş bir araç olarak tanımlayamayız. Onun değerini de bu karşılıklar üzerinden belirleyemeyiz. Bunun için çoğunlukla yapıtın estetik düzeyde kendisinden ne şekilde bahsettirdiğini, edebî karmaşası ve düzenini, metinsel niteliğini gözetiriz. Bunu yapmak için de eserin kendisini zamana açmasını bekleriz. Eser kendini, zamanın arzusuna, acısına, tutkusuna, beğenisine, nefretine açarak hem var kılar hem de gerçek değer testine tabi kılar. Çok sayıda örnekte de görebileceğimiz gibi, edebî ürünlerin kurgusal figürlerinin, içeriklerinin kimi zaman gerçek hayatı da aşan daha uzun soluklu bir gerçekliğe dönüşmeleri, edebî ürün-yazar ve sorumluluk meselesine bambaşka bir perspektiften bakmamıza da izin verir. Yazarının ününü gölgede bırakan, hatta yazarın adı unutulduğu halde kendi adı unutulmayan kurgu kişiler veya güçlü temalar olduğunu biliriz. Umberto Eco, yazınsal ürünlerin, en azından yarattıkları kahramanlar açısından, zamanla gerçek hayatlarımızda ne tür kalıcı izler bırakabileceğine dair şöyle diyor:

(…) Öyle ki onları kendi yaşamımız ve başkalarının yaşamı için model olarak seçiyoruz ve şu ifadeleri kullanırken birbirimizi çok iyi anlıyoruz: Oidipus kompleksi olan biri, Gargantua’ya özgü bir iştah, Don Kişotvari bir davranış, bir Othello kıskançlığı, Hamletvari bir şüphe, iflah olmaz bir Don Juan, bir Perpetua. Ve bu, edebiyatta sadece kahramanlar söz konusu olduğunda değil, durumlar ve nesnelerle de ilgili olarak yaşadığımız bir şeydir (…) bütün bunlar, bize her an kim olduğumuzu, ne istediğimizi, nereye gittiğimizi ya da Montale’nin dediği gibi ne olmadığımızı ve neyi istemediğimizi tekrarlamaya hazır saplantılı metaforlara dönüşürler.[2]

Görüldüğü gibi, edebî eser salt sözlü hokkabazlıklar olarak soyut geçici bir alana indirgenemez. Sanatı toplumsal ve pratik işlevinden tümüyle soyutlayanların anlamı ölçüsüzce yücelterek yok etmeye dek götürmeleri bile sanat eserlerinin güçlü bir şekilde toplumsal hayata katılmasına engel olamadı. Bu nedenle bir edebî eser salt estetik ölçülerle de, sadece soyut bir fikrî varlık olarak da ele alınamaz ve yazar da ürünüyle ilgili tüm eleştirilere karşı, sıradan insanların tabi olduğu ahlâki sınırlamalardan tümüyle muaf edilerek bağışıklık kazanmış bir pozisyonda tutulamaz. George Orwell, sanatçının sanatsal bağışıklığını reddetme fikrini S. Dali üzerinden dile getirir. Onu, “iyi bir tasarımcı” ama “itici bir adam” olarak niteler. Ancak, iyi bir tasarımcı olmasını tek başına bir değer olarak ele almaz ve eserini Dali’ye dair tutumla birlikte ele almayı savunur. Şöyle bir örnekten hareket eder: Toplama kamplarının duvarlarının teknik olarak çok iyi olmaları, onları toplama kampı duvarı olmaktan çıkarmaz ve yıkılmaktan da kurtaramaz. Aynı şekilde yazarı kötü olan iyi bir kitabın da yazarından ayrı değerlendirilemeyeceğini, onu yazarıyla birlikte ahlâki, edebî normatif ölçülere tabi kılmayı savunur. Burada bir yasaklama ve baskıdan bahsedilmez, daha çok eser, yapı ve içeriksel olarak değerlendirildiğinde sadece edebî değer üzerinden kıymetlendirilemez, ahlâki kıstaslar yönünden değerlendirilme hakkı da muhafaza edilir.

Yani Orwell’ın kısaca dediği şey, Dali’yi sadece eserlerinin estetik boyutuyla ele alırsanız o hiç de hak etmediği bir paye kazanır, eserlerini de Dali’nin kişiliğinden ayrı ele alırsanız onlar da tarihsel olarak hak etmedikleri bir değer elde etmiş olurlar; oysa doğru bir değerlendirmede onun iğrenç kişiliği ve dünya görüşü de hesaba katılmalıdır. Bir yazarın çürümüş, şiddet içeren, ahlâksız, sapkın iç dünyasının, eserine yansımayacağını düşünemeyeceğimize göre, değerlendirmelerin arka planında meselenin bu yanı da göz ardı edilemez. Varsa eğer iç dünyalarındaki hastalıklı, patolojik yönelimler, eserinde de izler bırakmış olmalıdır. Kaldı ki bir eserin estetik ölçülere göre kötü-iyi ya da çok iyi olduğunun kanıtlarını gösteremeyeceğimiz için, onu ister istemez estetik olmayan motivasyon öğeleriyle açıklamaya çalışırız ki bu da tamamen öznel bir yorum alanında kalmak olacaktır. Ayrıca belli bir uzlaşı sonucu iyi bir eser olduğuna karar verilen bir kitap için dahi, estetik değerin yanında tümüyle değil elbet ama belli ölçüde ahlâki ölçüler de hesaba katılmalıdır. Burada “ahlâki ölçü”nün de geniş anlamda kullanıldığını özellikle belirtmek gerekir tabii. Orwell’ın yazar için, özellikle entelektüel dürüstlükten, samimiyetten söz ettiğini anlamışızdır. Onun da tıpkı bir gazetecinin doğru haber verme sorumluluğunu taşıması gibi, duygulara samimiyetle, doğrulukla, nesnel gerçeklik zeminini tahrip etmeden yaklaşması sorumluluğunu taşıması gerektiğine inanır.

O halde eser için saf estetik ölçüler yanılsamasına düşmeden, her eserin mutlaka bir düşünceye, bir politikaya, bir değer nosyonuna yaslandığını unutmayarak; görünürde, açıkta olmasa da derinlerinde, kalbinde bunların saklı olabileceğini bilerek estetik yargılarımızı salt estetik ölçülerle sınırlayamayacağımızı, başka değerlerle birlikte ve yazarının dünyaya bakışını da hesaba katarak çok-yönlü bir bakışla meseleye bakmamız gerektiği sonucuna ulaşmış oluyoruz. Yazar, kelimelerinin/söylediklerinin gücünün, hayatımızda kullandığımız kelimelerle ilişkisinden doğduğunu unutmamalıdır. Yazarın kelimelerinin, sözlerinin biçimlendirdiği kurgusal-kavramsal dünyaya karşı geliştirilen duyarlılık, her bir okurun sözcük ve sözlere karşı duyarlılığının ortaya çıktığı bir âna denk gelir. Yazarın “sivil varlık” olarak, bir “imaj öznesi” olarak, “ethos taşıyıcısı” olarak ve retoriğin üreticisi olan “yazar duruşu”nun taşıyıcısı olarak ve sonuçta bütün bunları birleştirerek toplumsal ve ahlâki konumunu tanımlayabileceğini kavramış olması ve ayrıca eserinin de bütün bunlarla birlikte düşünüleceğini bilmesi gerekir. Çünkü eseri ve yazarı tarihten, toplumdan, sosyal alanda yarattıkları etkilerden ve her ikisini de kendi tarihî süreçleri içindeki duruşlarından soyutlayan bir değer alanı inşa ederek değerli kılmak mümkün değildir.


[1] Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?, çev. Bertan Onaran, Can Yayınları, 2014, s. 29-30.

[2] Umberto Eco, Edebiyata Dair, çev. Betül Parlak, Can Yayınları, 2016, s. 24-25.