Muhalif kobaylık
Demokratik gelişme, tarihte hiçbir zaman düz bir çizgi üzerinde ilerlememiş ve ülkeler arasında hep kurumsal bazı farklılıklar göstermiş. Yine de modern tarihte ve dünya ölçeğinde demokratik gelişmenin belirgin bir ana hattı olduğunu saptayabiliriz, sanırım. Yani dönemsel, mekânsal ve kurumsal farklılıklara karşın, modern siyasal sistemler başat sayılabilecek bir “evrimsel” patika üzerinde gelişmiş. İlk aşamada, mutlak monarşiden (“mutlakiyet”ten) parlamenter monarşiye (“meşrutiyet”e) geçilmiş. Böylece hükümdarın özellikle maliye, hariciye ve harbiye alanlarındaki kararlarına belirli ölçüde parlamento denetimi getirilmiş. Bu değişimin makul iktisat politikaları uygulama, israfı ve yolsuzluğu azaltma, ulusal güvenlik meselelerinde bireysel basiretsizlikleri ve şahsi hırsları dizginleme gibi yararları görülmüş. İkinci aşamada, parlamenter monarşiden cumhuriyete geçilmiş. Böylece saltanat düzeni ilga edilmiş, güçler ayrılığı ilkesi benimsenmiş ve yöneticileri halkın seçmesi yoluyla gerek parlamento güçlendirilmiş, gerekse maliye, hariciye ve harbiye gibi temel politika alanlarında ilave bir denetim düzeneği olarak siyasal sorumluluk kurumu oluşturulmuş.
Türkiye, modern siyaset tarihine damgasını vuran bu demokratik gelişim sürecinde çok enteresan, çok tarihî bir geri adım attı. 16 Nisan 2017’deki halk oylamasında, ülkenin ağır aksak da olsa ilerleyen cumhuriyet ve demokrasi deneyiminin büsbütün aksatılmasına karar verildi. 24 Haziran 2018’deki seçimleri takiben 9 Temmuz 2018 itibarıyla “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” (CHS) başlatıldı. CHS’nin, ülkenin siyasal düzenini sadece maliye, hariciye ve harbiye alanlarında alınacak kararlar bakımından değil, politika tasarlama ve uygulama gerektirecek hemen her alanda fiilen “mutlakiyet” ile “meşrutiyet” arasında bir konuma gerilettiğini iddia etmek mübalağa veya anakronizm mi sayılır, bilmem. Ama tarihin “doğal” akışına aykırı bu “yeni” sistemin sorunları çözmek yerine pekiştirdiğini ve dolayısıyla uzun vadede sürdürülemez olduğunu, rıza göstermediğimiz halde tabi tutulduğumuz bir deneyin kobayları gibi çaresizlik ve hüsran duygularıyla fark ettiğimiz aşikâr.
İktidarı mağlup etme mecburiyeti
İki buçuk yıldır CHS ile yönetiliyoruz. Eğer bir sonraki seçim, zamanında, yani Haziran 2023’te yapılırsa en az iki buçuk yıl daha bu “otoriter popülist” rejimle yönetileceğiz demektir. Bereket, son haftalarda bu antidemokratik modelin alternatifi üzerinde bir “küme çalışması” başladı. Siyasal muhalefet bugünlerde “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” (GPS) başlığı altında bazı demokratik ilkeler ve kapsayıcı parametreler tasarlıyor. Bu alternatif arayışının “güçlendirilmiş” vurgusu içermesi de ayrıca olumlu. Çünkü bu vurgu, CHS öncesindeki düzene gerisin geriye bir dönüşten ziyade eski parlamenter sistemin eksiklerinin ve kusurlarının giderilmesine yönelik bir niyet ima ediyor. Belli ki GPS ile yalnızca CHS’nin sonlandırılması hedeflenmiyor; aynı zamanda, eski parlamenter sistemden daha demokratik ve daha katılımcı bir çağdaş rejimin oluşturulması amaçlanıyor. Öte yandan, muhalif siyasetçiler ve hukukçular bu önemli çalışmalarını sürdürürlerken akla üç soru geliyor.
Birincisi, CHS’yi sonlandırıp GPS’ye geçebilmenin temel koşulu ne? Sanırım, bu soruya şöyle cevap verilebilir: CHS’yi sonlandırıp GPS’ye geçebilmek için siyasal muhalefetin seçimde iktidarı mağlup etmesi, iktidara gelmesi ve akabinde sistemi değiştirmesi gerekiyor.[1]
İkincisi, siyasal muhalefet seçimde iktidarı mağlup etmek için seçmen çoğunluğunu ikna etmek üzere ne söyleyecek? Muhalefet, elbette, CHS’nin antidemokratik olduğunu ve sorunları gidermek yerine ağırlaştırdığını vurgulayacak; bu çağdışı sistemin en tepesindeki yöneticinin siyasal-iktisadi ve toplumsal krizlerin baş sorumlusu olduğunu dile getirecek. Dahası, ideal olarak muhalefet partilerini kapsayan bir uzlaşmaya istinaden, GPS önerisini seçmenin takdirine sunarak eski parlamenter sistemden daha çağdaş, daha şeffaf, daha etkin ve daha katılımcı bir siyasal rejime –seçimden sonra– geçileceğini vaat edecek. Böylece hem değişim hem de ilerleme sözü vermiş olacak.
Tam da bu noktada, bahsi geçen tüm bu değişim ve ilerleme vaatlerinin, deyim yerindeyse, “üstyapısal” reform önerilerinden ibaret olduğuna dikkat çekerek üçüncü ve son soruyu sormak isterim: Muhalefet, salt “üstyapısal” (siyasal/kurumsal) reformlar vaat edip ekonomi alanında değişim ve ilerleme önermeksizin seçimde iktidarı mağlup edebilir mi? Bu soruya cevaben “Evet, mağlup edebilir,” diyemiyorum, çünkü mevcut “otoriter popülist” iktidarın mağlup edilmesinin birçok muhalifin zannettiğinden çok daha zor olduğu kanaatindeyim. Bana öyle geliyor ki muhalefet, seçmene sadece siyasal/kurumsal reformlar değil, aynı zamanda bir iktisadi model dönüşümü de önermek zorunda. Yani iktidarı mağlup etme mecburiyetiyle dosdoğru yüzleşebilmesi için siyasal muhalefetin ekonomide yeni, makul ve ikna edici bir modeli ortaya koyması gerekiyor.
Ahbap-çavuş sermayedarlara ve toplumun AKP üyesi olan geniş kesimlerine ekonomik yaşamın hemen her alanında tanınan öncelikler, ayrıcalıklar ve avantajlara koşut olarak CHS’nin çoğalttığı ve pekiştirdiği “popülist” ve “irrasyonel” uygulamaları, siyasal muhalefet elbette eleştiriyor ve eleştirecektir. Muhalefet, partizanlığa ve iltimasa dayalı bu iktisadi düzenin hiç adil olmadığını vurguluyor ve vurgulayacaktır. GPS’ye geçildiğinde böyle uygulamalara son verileceğini ve ekonomide normale dönüleceğini dile getiriyor ve getirecektir. Fakat ben “siyasal muhalefetin ekonomide yeni, makul ve ikna edici bir modeli ortaya koyması gerekiyor” derken böyle bir “normalleştirme”nin ötesinde; ülkede hem AKP’den önce hem de AKP döneminde benimsenmiş ve uygulanmış olan neoliberal iktisat modelin yerine işlevsel bir alternatifin önerilmesini kastediyorum. Daha açık ifade edeyim: Çağdaş ve kapsayıcı bir “Güçlendirilmiş Ekonomik Sistem” tasarımından bahsediyorum.
Neoliberalizm, ahbap-çavuş kapitalizmi, devlet kapitalizmi tartışmasından esinlenerek...
Beni bu konularda düşünmeye teşvik eden etmenlerden biri, geçtiğimiz haftalarda bir grup değerli akademisyenin katıldığı bir tartışma oldu.[2] Gözlemleyebildiğim kadarıyla, tartışmanın sosyal demokrat ve liberal kanadını temsil eden meslektaşlar, Türkiye’nin son yıllardaki siyasal-iktisadi rejiminin artık “neoliberalizm” olarak nitelenemeyeceğini, ahbap-çavuş kapitalizminin (crony capitalism) veya devlet kapitalizminin daha doğru ve açıklayıcı kategoriler olduğunu ileri sürüyorlar. Tartışmanın sosyalist kanadında yer alan meslektaşlar ise neoliberalizmin antidemokratik, emek karşıtı ve sermaye yanlısı yönlerini vurgulayarak bu sınıfsal ve ideolojik paradigmanın Türkiye’de devam ettiğini anlatıyorlar. Feryaz Ocaklı da Birikim’de yayımlanan 16 Kasım 2020 tarihli yazısında, bu tartışmayı hem özetledi, hem de Erik Olin Wright’ın “oyun metaforu” ile zenginleştirdi. Önemli ve yararlı bulduğum bu tartışmadan esinlenerek kendi meramımı anlatmak isterim.
Neoliberal paradigmanın 2008’de patlak veren küresel finansal krizden bu yana dünya düzeyinde kayda değer ölçüde zayıfladığını ve belki de dağılmakta olduğunu öne süremez miyiz? Bu süreçte, krizin etkileri dünya ekonomisi düzeyinde bir türlü tam olarak giderilemedi. Krizi aşmak için “anti-neoliberal” politikalar uygulandı. Yine de neoliberal paradigmaya dönüşe yol açabilecek düzeyde bir finansal istikrar ve iktisadi düzelme sağlanamadı. Bu istikrarsızlık ve durgunluk eğilimi giderek neoliberal paradigmanın krizine dönüşmeye başlamadı mı? Tarihî bir dışsal şok olarak ortaya çıkan küresel Covid-19 salgını da neoliberalizm karşıtlığının pekişmesine ve yaygınlaşmasına yol açmadı mı? 2016’da İngiltere’de halkoylaması ile alınan Brexit kararı ve ABD’de “küreselleşme karşıtı” Donald Trump’ın başkanlık seçimini kazanması, neoliberalizmin zayıflama ve belki de dağılma sürecinin önemli uğrakları olarak değerlendirilemez mi?[3]
2008-2020 yılları arası dönemde devletler önce küresel finansal krize, sonra Covid-19’a tepki olarak neoliberalizmin “amentü”sü olan mali ve parasal disiplinden fersah fersah uzaklaştılar; genişletici maliye ve para politikalarını devasa boyutlarda uyguladılar. Bir yandan da yurtiçi sanayileri canlandırmaya yönelik korumacı/müdahaleci, yani anti-neoliberal dış ticaret politikaları giderek daha “normal” ve “meşru” karşılanmaya başladı. Trump’ın Çin’e ve kimi ABD mütteffiklerine karşı uyguladığı ithalatı daraltmaya yönelik önlemlerin biçimlendirdiği yeni konjonktürde Dünya Ticaret Örgütü’nün etkisi azaldı, adı pek duyulmaz oldu. Neoliberal dönemde finans alanının başatlaşmasına koşut olarak büyük ölçüde gündem dışında tutulan sanayi politikalarının önemi günümüzde tekrar hatırlanmaya ve tartışılmaya başladı.[4] IMF neoliberal finansal serbestleşme şiarından uzaklaşarak gerekli durumlarda sermaye kontrollerine cevaz veren bir tutum takınmaya başlamakla kalmadı, geleneksel olarak “sakıncalı alan” muamelesi görmüş eşitsizlik ve yoksulluk meselelerini –kendi meşrebince de olsa– alenen ciddiye almaya başladı. Gelir ve servet eşitsizliği üzerine analizleri anti-neoliberal öğeler içeren Thomas Piketty, hem sağda hem de solda büyük tartışma yaratan kitabıyla görünürlüğünü artırdı ve daha sonra meselenin ideolojik boyutlarını da irdeleyerek analiz çerçevesini genişletti, hatta katılımcı bir sosyalizm önerdi. Alfred Nobel anısına verilen prestijli iktisat ödülleri, özellikle 2008-2020 yılları arası dönemde geleneksel neoklasik-neoliberal paradigmanın ötesine geçme eğilimi sergileyen alanlara daha sık tahsis edilmeye başladı.[5] Bu ödülü 2008’de alan ve özellikle 1990’larda serbest dış ticarete dayalı küreselleşmenin önde gelen müdafilerinden Paul Krugman, yaklaşık bir yıl önce, kendisinin ve benzer modeller kullanan iktisatçıların yanıldıklarını, küreselleşmenin istihdam ve eşitsizlik üzerindeki etkilerini hafife aldıklarını yazdı.[6] Tüm bunlar olurken göçmen karşıtlığı arttı. Milliyetçi siyasal-iktisadi diskurların da yükseldiği “anti-neoliberal” bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Neoliberalizmden sapmaları da ima eden bir terim olarak yeniden yaygınlaşan “popülizm” birçok ülkede revaç bulmaya başladı.
Velhasıl, 2008-2020 yılları arası dönemde neoliberal paradigmanın dünyada büyük ölçüde zayıfladığına, belki de dağılmakta olduğuna dair önemli emareler var. Emare örnekleri çoğaltılabilir, ama bu yazının meramı açısından bu kadarı yeterli. Covid-19 krizi de oldukça önce başlamış bulunan bu neoliberal gerileme (veya dağılma) sürecini belirli koşullarda daha da hızlandırabilir, pekiştirebilir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde –2020’lerde diyelim– özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için bir “iktisadi model güncelleme” imkânının doğmakta olduğunu ileri sürebiliriz.
Muhalefet önündeki iktisadi imkânın farkında mı?
Kapitalist dünya sisteminde hakiki siyasal-iktisadi dönüşümleri, esasen, emeğin örgütlülüğü sağlar, fakat günümüzde hem dünyada hem de Türkiye’de emekçilerin örgütlülük düzeyi çok düşük, sınıfsal bilinçsizlik çok yaygın, sendika yoğunluğu çok az, toplu iş sözleşmelerinin “kapsama alanı” çok dar... 1970’lerin sonundan itibaren baskınlaşmaya başlayan neoliberal dönemde, emekçi hareketler ve partiler ne yazık ki çok büyük hasara uğradılar ve tarihî bir gerileme kaydettiler. Sermaye dostu ve emek karşıtı bir sınıfsal paradigma olarak tanımlayageldiğimiz, gelir ve servet eşitsizliklerini artıran, iktisadi gelişme süreçlerinde ülkenin iktisadi önceliklerinden ziyade küresel sermayenin çıkarlarını gözeten neoliberalizmden Türkiye de “nasibini” fazlasıyla aldı.
Günümüzde emeğin örgütsüzlük düzeyi göz önüne alındığında, köhnemekte olan neoliberal iktisadi sistemin dönüştürülmesi görevini siyasal muhalefetin üstlenmesi gerekiyor. Siyasal muhalefetin bu görevin bilincine varabilmesi ise, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için bir “iktisadi model güncelleme” imkânının doğmakta olduğunu fark etmesine bağlı. Muhalefet, hem seçimde iktidarı mağlup edebilmek hem de Türkiye’nin istikametini demokrasi ve refaha doğru değiştirebilmek için bu imkânı fark etmeli ve değerlendirmelidir. Çağdaş, kapsayıcı, makul ve ikna edici bir “Güçlendirilmiş Ekonomik Sistem” tasarlanması ve bunun yurttaşlara anlatılması, mevcut koşullarda siyasal muhalefetin öncülük etmesi gereken tarîhi bir görevdir. Muhalefetin atalet gösterip bu dönüşüm imkânını parti programlarında, gündem belirlemede ve seçim kampanyalarında ıskalaması –hatta bu konuda meydanı iktidara bırakması– hem Türkiye’nin hem de muhalefetin geleceği açısından hüzünlü sonuçlar doğurabilir.
Muhalefetin “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” söylemine nazire yaparak ileri sürdüğüm “Güçlendirilmiş Ekonomik Sistem” ile neoliberal dönemin öncesine (1960’lara ve 1970’lere) gerisin geriye bir dönüşü kastetmiyorum. Neoliberalizm öncesinde tecrübe edilmiş “karma ekonomi” ve “iktisadi planlama” paradigmasının eksiklerinin ve kusurlarının dosdoğru saptanmasını, kabul edilmesini ve önce düşünsel düzeyde, sonra da pratikte giderilmesini kastediyorum. “Güçlendirilmiş Ekonomik Sistem” yalnızca neoliberalizmin geride bırakılmasını hedeflememeli, aynı zamanda daha işlevsel, eşitlikçi ve kapsayıcı bir çağdaş iktisadi düzenin oluşturulmasını amaçlamalı.
Bir önceki yazımda arka planını aktarmaya ve bu yazımda da çerçevesini çizmeye çalıştığım bu siyasal-iktisadi tartışmayı, “Ekonomi ve Planlama” başlığıyla bir sonraki yazımda sürdürmek niyetindeyim. O müstakbel yazıda, muhalefetin seçmene daha kapsamlı bir değişim ve daha derinlikli bir ilerleme önermesinin, değişen dünya koşullarında –neoliberal döneme göre günümüzde– niçin daha mümkün ve gerekli olduğunu izah etmeye çalışacağım. Muhalefetin bu imkânı değerlendirmesinin, Türkiye’nin mevcut siyasal-iktisadi krizinin nedenlerini, boyutlarını ve sonuçlarını seçmenlere anlatma sürecinde çok yararlı olacağını vurgulayacağım. Dahası, farklı cenahlardan muhaliflerin farklı nedenlerle itiraz edebilecekleri bazı öneriler paylaşma riskini de alacağım. Sonuçta, “Neoliberalizmin ‘ideolojisini’ değil ama ‘makul yönlerini’ alalım,” demiş olacağım! “Karma ekonominin ve iktisadi planlamanın anlam ve önemini mutlaka hatırlayalım” da diyeceğim ama...
[1] Bir yandan da iktidar ile muhalefetin anlaşarak CHS’yi sonlandırıp parlamenter sisteme geçişi seçimden önce sağlayabileceklerinin Ankara kulislerinde konuşulduğunu duyuyoruz. Bunun, hem muhalefetin talebinin gerçekleşmesi hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yararına olması bakımından bir “kazan-kazan” durumu oluşturacağı düşünülüyor olmalı. Erdoğan’ın iktidarda kalabilmek için mevcut sistemde (ittifaklı veya ittifaksız) %50’nin üzerinde oy alması gerektiği ve bunun giderek zorlaştığı vurgulanıyor. Bu nedenle, %40’lar düzeyinde oy alarak iktidarda kalabileceği eski sisteme dönmek isteyeceği belirtiliyor. Ama iktidar ile muhalefetin seçimden önce anlaşmaları yoluyla parlamenter sisteme geçilmesi ihtimali, en azından şimdilik, oldukça düşük görünüyor. Çünkü iktidarın ve muhalefetin böyle büyük bir sistem değişiminin ilkeleri ve parametreleri üzerinde anlaşmalarının çok güç olması bir yana; Erdoğan’ın bunu halka nasıl izah edeceği meselesi de var. Henüz birkaç sene önce şaşaalı bir kampanya sürecinde müthiş hamasi bir söylemle MHP ile birlikte âdeta ölüm kalım meselesi olarak savundukları ve halkoylamasına götürdükleri CHS’den bu kadar kısa sürede, üstelik muhalefetle anlaşarak vazgeçmek, Erdoğan açısından CHS ile milleti bir maceraya sürüklediğinin, ülkeyi yönetemediğinin ve seçimi kaybetmekten korktuğunun itirafı anlamına gelmez mi? Böyle dolaylı bir itiraf, Erdoğan’ın seçmen nezdinde güvenilirliğinin ve karizmasının büyük hasara uğramasına yol açmaz mı? Öyle bir U-dönüşü Erdoğan için siyaseten çok riskli olmaz mı?
[2] Twitter’da yazılı atışma olarak başlayan bu tartışmanın daha sonra iki ayrı platformda sözlü olarak sürdürüldüğü anlaşılıyor. 1 Kasım 2020 tarihli tartışmaya iki akademisyen katılmış (Sinan Erensü ve Berk Esen). 6 Kasım 2020’deki tartışmada ise beş akademisyen yer almış (Pınar Bedirhanoğlu, Berk Esen, Ali Rıza Güngen, Mustafa Kutlay ve Burak Bilgehan Özpek).
[3] Şimdi bu soruları sıralarken, birkaç yıl önce, Oxford Sözlükleri’nin “post-truth” kavramını 2016 için “Yılın Sözcüğü” seçtiğini konuştuğumuz akademik bir dost meclisinde neoliberalizmin ölümünü –yarı şaka yarı ciddi– şöyle ilan ettiğimi anımsadım: “Neoliberalizm öldü. Muhafazakâr Margaret Thatcher ve Cumhuriyetçi Ronald Reagan ile doğmuştu. Muhafazakâr Theresa May ve Cumhuriyetçi Donald Trump ile öldü. Trajedi olarak doğmuştu, fars olarak öldü!”
[4] Son yıllarda bu konuda yayımlanan akademik makalelerin sayısında hızlı bir artış oldu. Sanayi politikaları önümüzdeki dönemde âdeta küllerinden yeniden doğacak gibi görünüyor. Bu alanda güncel ve yetkin bir örnek: Karl Aiginger & Dani Rodrik (2020), “Rebirth of Industrial Policy and an Agenda for the Twenty-First Century”, Journal of Industry, Competition and Trade, sayı 20, s. 189–207. DOI: 10.1007/s10842-019-00322-3.
[5] Örnek vermek gerekirse: Kamusal/toplumsal malların idaresi (Elinor Ostrom, 2009); piyasa tasarımı (Alvin E. Roth ve Lloyd S. Shapley, 2012); piyasa gücünün denetlenmesi ve piyasanın düzenlenmesi (Jean Tirole, 2014); yoksulluk ve refah (Angus Deaton, 2015); davranışsal iktisat (Richard H. Thaler, 2017); küresel yoksullukla mücadele (Abhijit Benarjee, Esther Duflo ve Michael Kremer, 2019).
[6] Kimi yüksek profilli iktisatçılar da standart dış ticaret teorisinin, özellikle serbest dış ticaretin işgücü piyasalarına olumsuz etkileri bağlamında gözden geçirilmesi gerektiğini ima eden ciddi makaleler yayımladılar. Bu minvalde önemli bir örnek: David H. Autor, David Dorn ve Gordon H. Hanson (2016), “The China Shock: Learning from Labor Market Adjustment to Large Changes in Trade”, NBER Working Paper No. 21906. DOI: 10.3386/w21906.