Ekonomi ve Planlama

Erdoğan-muhalefet-ekonomi

Bu yazı, önceki iki yazımın devamı sayılabilir. “Erdoğan ve Muhalefet” başlıklı ilk yazıda, içinden geçmekte olduğumuz çok-katmanlı krizin ağırlığına rağmen, yapılacak ilk seçimde iktidarı mağlup etmenin göründüğünden daha zor olabileceğini anlatmaya çalıştım. İktidarın dayanağı, sadece “ahbap-çavuş” sermayedarlardan ibaret değil. İktidarın aynı zamanda parti üyeliği bünyesinde cisimleşmiş geniş bir “toplumsal” desteği var. Öte yandan, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” (CHS) ile daha da hızlanan kurumsal gerileme, ekonomik krizin “gereğince” aşılması için zaruri görülen yabancı sermaye girişlerine zannedildiği kadar mani olmayabilir, çünkü yabancı sermayenin “kötü kurumlar”la donatılmış otoriter rejimlere asla akmayacağının teorik veya pratik bir teminatı yok. Dolayısıyla, Erdoğan’ın bu çok-katmanlı krizi aşması ne kadar zorsa, seçimde iktidarı yenmenin de o kadar zor olacağını kabullenerek muhalefet etmeye başlamakta yarar var.

Muhalefet ve Ekonomi” başlıklı ikinci yazıda ise, siyasal muhalefetin çağdışı CHS’nin alternatifi olarak “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” başlığıyla çalışmalar başlatmış olmasını olumlu bulduğumu, ama bu siyasal/kurumsal değişim ve ilerleme vaadinin –iktidarın ilk yazıda değindiğim gücü de göz önüne alındığında– seçmen çoğunluğunu ikna etmek için yeterli olmayabileceğini vurguladım. Bu vaadin, değişen dünya koşullarında çağdaş ve makul bir ekonomik model dönüşümü önerisi ile takviye edilmesinin mümkün ve gerekli olduğunu belirttim. Dahası, son otuz-kırk yıldır emekçilerin sınıfsal bilinç, kurumsal örgütlülük ve siyasal etki düzeylerinin çok gerilemiş olması nedeniyle, ülkede ekonomik paradigma dönüşümüne öncülük edebilecek aktörün siyasal muhalefet olduğuna ve böyle bir muhalif çabanın aynı zamanda iktidarı seçimde mağlup etmek için önemli bir imkân sunacağına değindim.

Neoliberalizmden sonra?

İkinci yazıda neoliberalizmin dünya düzeni ölçeğinde zayıflama ve dağılma emarelerine örnekler vermiştim. Bu yazıda ise, neoliberal çözülmenin siyasal muhalefet açısından niçin önemli bir imkân olduğunu, muhtemel bir yeni siyasal-iktisadi paradigmanın nüvelerini saptayarak ve izlerini sürerek izah etmeye çalışacağım.

Dünya çapında “kanaat önderi” sayılabilecek çok sayıda sosyal bilimci ve politikacı var. Bunların tamamını takip etmek mümkün değil, ama en azından siyasal iktisat alanında serdedilen görüşlerin bir kısmının özellikle son yıllarda belirli bir hat üzerinde ortaklaşma eğiliminde olduğunu gözlemleyebiliyorum. Belirme evresindeki bu oydaşmaya göre, son otuz-kırk yıldır başat olan neoliberal siyasal-iktisadi ilkeler ve parametreler, yeni bir uluslararası rejimin tesisini gerektirecek kadar çok aşınmış durumdadır. Görüşlerine itibar edilen bu akil oydaşlar; dünya sisteminin, ülke ekonomilerinin ve uluslararası ilişkilerin neoliberalizm sonrasında nasıl düzenlenmesi gerektiğine dair önerilerini, tam-akademik dergilerin yanı sıra, Foreign Affairs ve Project-Syndicate gibi daha popüler ve etkili yayın mecralarında cömertçe paylaşıyorlar. Ben de bunları meslekî bir hevesle, mümkün mertebe takip ediyorum.[1]

Baştan belirtmemde yarar var; aşağıda özetleyeceğim saptamalar ile çözüm ve alternatif önerileri sosyalizme, komünizme, Marksizm’e gönül vermiş radikal çevrelerce ileri sürülmüyor. Bahsedeceğim görüşler, kapitalizmin cari sorunlarını saptayan ama bu sorunları kapitalist çerçevenin dışına taşmadan gidermeyi amaçlayan “kanaat önderleri”ne ait. Eklektik bir dökümünü sunacağım bu görüşlerin niçin ilginç olduğunu şöyle özetleyebilirim: Meseleye daha ziyade ABD ve Avrupa penceresinden bakan Batılı bazı düşünce insanları günümüzde –dolaylı veya dolaysız olarak– emek-sermaye çelişkisinden bahsetmeye ve devletin devreye girmesinin zaruretini vurgulamaya başladılar.

Kapitalizmin tamiri ve imarı gayesinde ortaklaşan ve önümüzdeki dönemde küresel gündemin belirlenmesinde önemli rol oynayabilecek bu siyasal-iktisadi görüşler, giderek belirgin ve genel bir saptama etrafında kümelenmeye başladı:

  • Dünyada son otuz-kırk yıldır başat olan neoliberal siyasal-iktisadi rejim; başta finans sektörü ile teknoloji oligopolleri olmak üzere devasa şirketlerin, büyük sermayenin ve üst düzey yöneticilerin maddi çıkarlarına hizmet etti. Bu rejim, ücretli çalışan kesimleri, gelir ve servet bölüşümü süreçlerinde âdeta ötekileştirdi. Refah politikalarını ve sosyal güvenlik önlemlerini büyük ölçüde askıya alarak alt ve orta sınıfları ihmal etti, sistemden önemli ölçüde dışladı. Böylece küresel “müesses nizam”ın siyasal-iktisadi elitlerine saldırarak geniş halk kesimlerinin gönlünü kazanan otoriter/popülist liderlerin ve siyasi partilerin ön plana çıktığı, neoliberal küreselleşme karşıtı, nativist (“yerlici”) ve milliyetçi bir dalga yükseldi; demokratik ilkeler aşınmaya başladı.[2]

Asgari müşterek olarak ortaya çıkan bu genel saptamaya dayanarak sunulan çözüm ve alternatif önerileri ise, yine henüz belirme evresinde olan üç boyutlu bir oydaşmaya işaret ediyor:   

  • Son otuz-kırk yıldır, başta finans devleri ve teknoloji oligopolleri olmak üzere büyük şirketler, piyasa ekonomisinin temeli olan serbest rekabet koşullarını çeşitli yöntemlerle bertaraf ettiler ve ediyorlar. Büyük sermayeye “tekelci kâr” imkânı sağlayan, teknolojik yeniliklerin üretkenlik artışlarına yol açmasını önleyen, yaratılan katma değerden ücretli kesimlerin aldıkları payın azalmasına neden olan bu rekabet karşıtı uygulamalara son vermek üzere devlet devreye girmelidir. Yani devlet, sermayenin rekabet koşullarını bozmasına mani olmak ve büyük şirketlerin piyasa ekonomisinin temel kurallarına uymasını sağlamak üzere göreve çağrılmaktadır.[3]

 

  • Otomasyon teknolojileri özellikle son otuz-kırk yılda çok hızlı gelişti. Birçok ekonomik faaliyet artık önemli ölçüde dijital teknolojilerle yürütülüyor. Akıllı teknolojiler gündelik yaşantımızın rutinleri arasına girdi. Bu sürecin devamı olarak bugünlerde muazzam bir “Dördüncü Sanayi Devrimi”ni (Industry 4.0) idrak etmekteyiz. Üç boyutlu yazıcıların (3D printers) kullanım alanları genişliyor. İnsan zekâsının makineler üzerinde simülasyonuna dayanan yapay zekâ (Artificial Intelligence, AI) teknolojileri yakın geleceğe damgasını vuracak. Ekonomilerin işleyişini giderek “robotik” üretim tarzı belirleyecek. Tüm bu teknolojik yenilikler normal koşullarda üretkenlik artışlarına, daha kaliteli mal ve hizmetlerin daha düşük fiyatlarla satın alınabilmesine ve refahın toplumsal düzeyde yükselmesine yol açabilirdi. Fakat sorun şu ki böyle ileri teknolojilerin yaygınlaşma hızını ve yönünü teknoloji oligopolleri belirliyor. İleri teknoloji sektörlerinde yoğunlaşmış büyük sermaye, düşük vergi avantajlarından istifade etmekle kalmıyor, birçok durumda kamusal düzenleme ve denetleme çerçevelerinin dışına çıkmanın yollarını arıyor ve buluyor. “İktisadi özgürlük” rejimini suiistimal ederek “iktisadi regülasyon”dan büyük ölçüde sakınmayı başarıyor. Böylece teknolojik yeniliklerin nimetlerini toplumla gereğince paylaşmak yerine, bu denetimsiz ortamda dilediği gibi at koşturabiliyor. Yeni teknolojileri genellikle iş gücünden tasarruf etme amacına yönlendiriyor. Teknoloji-yoğun sermayenin denetimsizliğine dayanan bu devran böyle sürerse, pek de uzak olmayan bir gelecekte kitlesel işsizlik ve yoksulluk sorunları yaygınlaşacak. Dolayısıyla, teknolojik ilerleme süreçlerinin kamu yararı gözetilerek denetlenip düzenlenmesi, teknolojik işsizliğin önlenmesi, güvenceli ve iyi ücretli işlerin (good jobs) yaratılması için devlet devreye girmelidir. Yani devlet, teknolojik gelişmenin hızını ve yönünü büyük sermayenin salt kendi kârlılığını hesaba katarak belirlemesine mani olmak, yeni teknolojilerin nimetlerinin toplumsal amaçlar doğrultusunda yeniden tahsisini sağlamak ve dolayısıyla çağın koşullarına uygun istihdam, eğitim, bilim, teknoloji ve sanayi politikaları tasarlayıp uygulamak üzere göreve çağrılmaktadır.[4]

 

  • Son otuz-kırk yılda ülkeler arası gelir eşitsizliği (özellikle Çin ve Hindistan gibi çok büyük nüfuslu ülkelerin yüksek büyüme performansları nedeniyle) azalmış olsa da ülke içi gelir ve servet eşitsizlikleri yaygın olarak arttı. Göreli yoksulluğu dizginlemeye yönelik etkili önlemlerin alınmayışı ve giderek yaygınlaşan sosyoekonomik dışlama, mutlak yoksulluğun azaltılmasında gösterilen kısmi başarıyı gölgede bıraktı. Varsıl kesimlerin daha da varsıllaştığı, gelir ve servet dağılımının tarihî sayılabilecek düzeylerde bozulduğu bu süreçte; büyük sermaye ile sermaye dostu politikacılar ve kuruluşlar, ihmal edip dışladıkları geniş toplum kesimlerinin (ücretli çalışanların, alt ve orta sınıfların) seçimlerde hâlâ oy hakkına sahip oldukları gerçeğini göz ardı ettiler. Neoliberal küreselleşme karşıtı, otoriter ve popülist, yerlici ve milliyetçi dalganın yükselişinde –“kimlik” sorunlarıyla bağlantılı kültürel etmenlerin yanı sıra– ülke içi gelir ve servet eşitsizliklerinin artışı önemli bir rol oynadı. Dolayısıyla, eşitsizliklerin azaltılması ve yoksullukla etkili mücadele için devlet devreye girmelidir. Yani devlet, sermayenin gelir ve servet bölüşümü süreçlerinde otuz-kırk yıldır dayatageldiği “hep bana” şiarına mani olmak, demokratik kurumlara güveni yeniden tesis etmek, etkin sosyal politikalar oluşturmak, işlevsel sosyal güvenlik ağları kurmak ve genel olarak çağın koşullarına uygun refah devleti mekanizmaları geliştirmek üzere göreve çağrılmaktdır.[5]

Yani?

Pek çok Batılı siyasal iktisatçının perspektifine dayanarak özetlediğim bu karmaşık meseleyi kuşatan genel saptamayı ve üç-boyutlu çözüm çerçevesini bir tabloya aktarmak yararlı olabilir.

Günümüzde devletten beklenen görevlerin kapsamı ve karmaşıklığı, özel bir dikkati hak ediyor. Devletin, bir yandan sermayeyi rekabete zorlarken öte yandan teknolojik ilerlemenin yönetimini ele alması ve aynı zamanda eşitsizlik ve yoksullukla mücadele etmesi bekleniyor. Rekabet, teknoloji, sanayi, eğitim, bilim, istihdam, gelir ve vergi politikalarının çağdaş dünya koşullarına göre yeniden inşa edilecek bir sosyal refah devleti şemsiyesi altında tasarlanıp uygulanmasının zarureti dile getiriliyor. Dahası, devletin yapması beklenen bu kapsamlı ve karmaşık “ev ödevleri”ne, yaşamsal önem taşıyan birçok alanda başka görevlerin de mutlaka ilave edilmesi gerekiyor: İklim değişikliği, küresel ısınma, çevre sorunları ve müstakbel salgın hastalıklarla mücadele etmek üzere etkili yöntemlerin ve mekanizmaların geliştirilmesi gibi... Demokratik kurumsal gelişmeye yönelik atılması gereken “iyi yönetişim” adımları da cabası...

Baklayı ağızdan çıkarmanın zamanıdır! Bu denli çok-boyutlu ve tarihî düzeyde karmaşık bir vaziyet arz eden sorunlar silsilesi karşısında devletin tüm bu güç görevleri gerçekçi, eşgüdümlü ve etkili bir çerçevede üstlenebilmesi, ancak ama ancak çağdaş bir siyasal-iktisadi planlama rejiminin tesisi ile mümkün olabilir. Planlama kavramı ve olgusu geçmişten gelen birtakım ideolojik bagajlarla yüklü olduğu için, görüşlerinin bir dökümünü yukarıda sunduğum siyasal iktisatçılar bu aşamada bu zarureti açıkça ifade etmiyor olabilirler. Fakat saptamalarının ve çözüm önerilerinin mantıksal doğrultusu; dinamik, yenilikçi ve kapsayıcı bir planlama paradigmasının şart olduğuna işaret ediyor. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde yaygın olarak deneyimlenen karma ekonomi ve iktisadi planlama rejiminin günümüz koşullarına göre güncellenip iyileştirilmesi, 2020’lerde küresel siyasal-iktisadi gündemin –ister istemez– en önemli konularından biri olacak gibi görünüyor.

“Planlama” dendiğinde akla sadece sosyalist ülkelerin vaktiyle baskıcı rejimler altında uyguladıkları, üretim araçlarını büyük ölçüde kamulaştırdıkları ve ekonomik faaliyetlerin çoğunu kapsayan merkezî planlama deneyimleri gelmemeli. Kapitalizmin “Keynesgil Altın Çağı”nda, sosyalist olmayan birçok gelişmiş ve az gelişmiş ülke, ekonomilerini devlet ile piyasanın biribirini tamamladığı bir “karma” sistemle düzenlerken aynı zamanda oldukça etkin bir iktisadi planlama rejimini benimsemiş ve uygulamıştı. Neoliberalizmin başatlaşmasına koşut olarak unutmaya teşvik edildiğimiz o dönemde, yalnızca kapitalizmin bazı “çevre” ülkeleri değil, aynı zamanda Almanya, Belçika, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Norveç, Portekiz ve Yeni Zelenda gibi kapitalist dünya sisteminin merkezinde veya merkezine yakın konumlanmış birçok gelişmiş ülke de iktisadi planlama uygulamıştı

Günümüzde dünya sistemi, planlama kavramı ve olgusunu “öcü” gibi görmekten vazgeçmek zorunda olduğumuz çok netameli bir evreye girmiş görünüyor. Yüksek profilli siyasal iktisatçılar, ancak devletin üstlenebileceği uzun ve karmaşık bir görev listesini ortaya koyuyorlar. Zamanla, çağdaş bir planlama paradigmasının zaruretine açıkça değinmeye başlamaları da muhtemel görünüyor, çünkü çözüm önerilerini giderek daha somut bir çerçevede sunabilmeleri –ister istemez ve mantıksal olarak– bunu gerektirecek. Devletin bunca karmaşık görevi üstlenip bunları eşgüdümle yürütmesi hakikaten isteniyor ve bekleniyorsa; eski planlama deneyimlerinin kusurlarının giderildiği, piyasa süreçleriyle uyumlu, çağdaş bir planlı ekonomi modeline geçilmesi gerekiyor. Bu kadar kapsamlı ve yer yer birbiriyle çelişecek politika hedefleri arasında eşgüdüm sağlanması ve gerektiğinde önceliklerin rasyonel bir çerçevede belirlenmesi, plansız bir ekonomi modeliyle kotarılabilecek bir iş değil. Dahası, son yıllarda belirmekte olan bu oydaşmaya göre, dünya düzeninin ve demokrasinin bekası da bu meşakkatli işin kotarılmasına bağlı. Bu arka planın ışığında, Türkiye’nin durumu ve muhalefetin önündeki imkâna değinerek bu yazıyı sonlandırmak sanırım uygun olacaktır.

Iskalanan “Dördüncü Sanayi Devrimi” ve muhalefete düşen görev

İlk ikisini Osmanlı’nın, üçüncüsünü Türkiye’nin ıskaladığı “sanayi devrimleri”nden dördüncüsünü de günümüzde ayan beyan ıskalamakta olduğumuzu açıkça konuşmamızın vakti geldi de geçiyor. Bu bakımdan, az gelişmiş birçok ülke gibi bizim işimiz de (meseleye ABD ve Avrupa penceresinden bakan düşünce insanlarının önerdiği çözüm çerçevesinin ima ettiğinden) çok daha zor. Iskalamakta olduğumuz “Dördüncü Sanayi Devrimi”ni önce ucundan kıyısından yakalamamız lazım. Kendi başına çok meşakkatli olan bu “yakalama süreci” de ciddi ve çağdaş bir siyasal-iktisadi planlama gerektiriyor. Orta ve uzun vadede ileri teknolojileri belirli ölçüde uygulmaya başladığımızda ise, bu yeni üretim tarzının yol açacağı siyasal-iktisadi ve toplumsal sorunları gidermeye yönelik, gelişmiş ülkeler için bugünlerde önerilenlere benzeyen çözümler geliştirmemiz icap edecek. O süreç de kendi başına çok meşakkatli olacak; ciddi ve çağdaş bir siyasal-iktisadi planlama gerektirecek. İleri teknolojileri yakalamayı, uygulamayı ve ortaya çıkacak siyasal-iktisadi ve toplumsal sorunları çözmeyi gerektirecek bu zorlu ve yeni “kalkınma” mücadelesi boyunca tek tesellimiz, büyük iktisat tarihçisi Alexander Gerschenkron’un vaktiyle “geç kalanın avantajı” (late comer’s advantage) kavramıyla vurguladığı koşulların işimizi bir nebze kolaylaştırma ihtimali olabilir. İyi tasarlanmış, kapsayıcı ve çağdaş bir siyasal-iktisadi planlama çerçevesi oluşturabilirsek “geç kalmayanlar”ın deneyimlerini irdeleyip öğrenerek önümüzdeki güçlükleri daha hızlı ve daha kolay aşabiliriz.

Bu yazıda özetlediğim karmaşık arka planın, Türkiye’de de bir ekonomik model dönüşümünü gerektirdiği, sanırım, açıktır. Özellikle son otuz-kırk yıldır başatlık kazanan “kısa vadecilik” (short-termism) illetinden kurtulmak üzere; makul ve ikna edici, orta ve uzun vadeyi kuşatan yeni bir siyasal-iktisadi “hikâye” yazmamız şart. Bu yeni “hikâye”nin giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini akademik jargondan günlük siyaset diline tercüme ederek topluma anlatmak, siyasal muhalefete düşen tarihî bir görev olarak beliriyor. Kapsamlı ve kapsayıcı bir siyasal-iktisadi planlamaya ihtiyaç olduğunu “münasip bir lisanla” seçmenlere izah ederken, böyle bir “Güçlendirilmiş Ekonomik Sistem” ile “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”in biribirlerini tamamlayacağını ve destekleyeceğini vurgulamak gerekiyor. Ekonomik gelişmeyi demokratikleşerek ve demokratik gelişmeyi de ekonomiyi planlayarak sağlayabilmek –deyim yerindeyse “çağı yakalayabilmek”– için hem siyasal hem de iktisadi kurumlarımızı eşanlı, eşgüdümlü dönüştürmemiz gerektiğinin seçmene izah edilmesi lazım. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin “kötü kurumları” ile ne demokratikleşebiliriz, ne de orta ve uzun vadede ekonomik gelişmeyi  sağlayabiliriz. Dahası, günümüz koşullarında, demokratik ve ekonomik gelişme için (eğer “planlama” terimini kullanmak istemiyorsak) kapsayıcı bir siyasal-iktisadi “koordinasyon” veya “eşgüdüm” çerçevesinin oluşturulması ve kurumsallaştırılması, hiç olmadığı kadar zorunlu görünüyor.

Öte yandan, devletin kapsamlı bir siyasal-iktisadi planlamaya girişmesi, akla –haklı olarak– geçmişteki anti-demokratik planlama rejimlerini getirebilir. Ama bana öyle geliyor ki tam da bu noktada neoliberalizmin “makul yönleri”nden yararlanma imkânımız var! “İkinci nesil neoliberal reformlar” olarak da bilinen “iyi yönetişim” çerçevesi aslında kapsayıcı bir “siyasal ve kamusal ıslahatlar” kümesine tekabül ediyor. Bu “iyi yönetişim” çerçevesini, örneğin, Dünya Bankası altı temel ilkeye dayandırıyor: 1) Söz hakkı ve hesap sorulabilirlik, 2) siyasal istikrar ve şiddetin önlenmesi, 3) etkin yönetim, 4) regülasyon kalitesi, 5) hukukun üstünlüğü, 6) yolsuzluğun denetimi. Bu “basit” ve “iyi” çerçeveyi benimsemek, ciddiye almak ve kurumsallaştırmaya çalışmak pekâlâ mümkün. Demokratik bir “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” zaten bu “iyi yönetişim” çerçevesinin içini doldurmayı hedeflemeli, öyle değil mi? Daha da önemlisi, bu ilkelerin benimsendiği  bir siyasal-kamusal yönetişim çerçevesinin tesisi, devletin siyasal-iktisadi planlamaya girişirken otoriterleşmesini önleyecek olması bakımından da elzem.

Yapısal reform, kurumsal gelişme, “iyi yönetişim” dendiğinde sol cenahın aklına da –haklı olarak– türlü türlü “çapanoğlu” geliyor. Çünkü son yirmi-otuz yıldır bu kavram ve olgulara dayanan uygulamalar, birçok durumda, özellikle işgücü piyasalarının sermaye lehine düzenlenmesine ve anayasal-sendikal hakların itibarsızlaştırılmasına yola açan emek karşıtı pratikleri pekiştirdi. Fakat emeği sosyoekonomik ve siyasal-iktisadi açılardan güçsüzleştiren ve sermayeyi kayıran bu yaygın uygulamaları, kapsayıcı bir çağdaş planlama paradigmasını tesis ederek ayıklamak ve bertaraf etmek de pekâlâ mümkün. Yukarıda özetlediğim üzere, günümüzde, neoliberalizmin sermaye dostu ideolojisinin terk edildiği, sermayeyi rekabete zorlayacak ve teknolojik ilerlemeyi yönetecek, emeğin refahını ve istihdam olanaklarını genişletmeyi hedefleyecek, kurallı ve planlı bir çağdaş ekonomik modelin zarureti giderek belirginleşiyor.

Ahmet Mithat Efendi misali daldan dala atladığım, üç yazılık bu serinin sonuna gelmiş bulunuyorum! Dünyadaki tarihî dönüşümü doğru okumak ve seçmene anlatmak görevi, Türkiye’de siyasal muhalefete düşüyor. Önümüzdeki dönemde siyasal muhalefetimiz ya bu dönüşümü doğru değerlendirerek kendini ve Türkiye’yi de dönüştürmeye çalışacak ya da havanda su dövmeyi sürdürecek. Bakalım.      


[1] Bu yazıda yalnızca Project Syndicate okumalarıma dayanan bir çerçeve çizeceğim. Ama özellikle Foreign Affairs dergisinde son yıllarda bu konular üzerine yayımlanan makalelerin de genellikle aynı hat üzerinde bir görüş birliğine işaret ettiğini belirtmeliyim.

[2] Acemoğlu-1, Acemoğlu-2, Acemoğlu-3, Basu-1, Basu-2, Basu-3, Basu-4, Eichengreen, Johnson-1, Johnson-2, Rodrik-1, Rodrik-2, Rodrik-3, Rodrik-4, Rodrik-5, Rodrik-6, Rodrik-7, Rodrik-8, Roubini, Skidelsky-1, Stiglitz-1, Stiglitz-2, Stiglitz-3, Stiglitz-4, Stiglitz-5, Stiglitz-6, Stiglitz-7.

[3] Basu-5, Johnson-3, Johnson-4, Johnson-5, Mazzucato-1, Rodrik-9, Rodrik-10, Rogoff-1, Rogoff-2, Stiglitz-8, Stiglitz-9, Stiglitz-10.

[4] Acemoğlu-4, Acemoğlu-5, Acemoğlu-6, Acemoğlu-7, Acemoğlu-8, Acemoğlu-9, Derviş, Frankel-1, Mazzucato-2, Rodrik-11, Rodrik-12, Rodrik-13, Rodrik-14, Rodrik-15, Rodrik-16, Rodrik-17, Rodrik & Stantcheva, Shiller-1, Skidelsky-2, Skidelsky-3, Skidelsky-4, Skidelsky-5, Stiglitz-11.

[5] Acemoğlu-10, Basu-6, Basu-7, Basu-8, Brown & Skidelsky, Delong-1, Delong-2, Derviş & Conroy-1, Derviş & Conroy-2, Derviş & Strauss, Frankel-2, Frankel-3, Hausmann-1, Hausmann-2, James, Johnson-6, Mazzucato-3, Mazzucato-4, Mazzucato-5, Rodrik-18, Shiller-2, Skidelsky-6, Skidelsky-7, Stiglitz-12.