İkinci Dünya Savaşı sonrasında diğer tüm alanlar gibi tarihyazımı da yaşananlardan sonuna dek etkilendi. Alman tarih felsefesinin bir disiplin olarak Ranke sonrasında aldığı şekil, zaten çok sürmeden ve daha aynı yüzyıl içerisinde ciddi eleştiriler alırken; 20. yüzyıl başlarından itibaren sanayi inkılabının yarattığı etkilerle değişen ekonomik uğraşlar, bu eleştirileri tarihin ilgisini insana çeviren yeni bir döneme evirdi.
19. yüzyıl sonunda aslen bir iktisatçı ve siyasetçi olan Schmoller’in ortaya koyduğu Yeni Ulusal Ekonomi(k) Tarih Ekolü ile kendini hissettiren tarihsel sosyolojinin ilk dönemleri, Weber gibi klasik tarihselcilik ile aynı görüşleri büyük ölçüde paylaşan düşünürler tarafında eleştirildi. Eşzamanlı olarak Kıta Avrupa’sı dışında özellikle Amerika’da gelişen Toplumsal Tarih Ekolü ve sonrasında tüm Avrupa’yı etkisi altına alacak olan Annales Ekolü ile tarihin konusu devlet/siyaset/büyük olaylar çizgisinden yavaş yavaş toplum/kültür/insan çizgisine kaydı. Elbette bu durum tarihi çok daha çok-disiplinli bir tavra dönüştürdü ki belki de ilk kez bu kadar yoğun şekilde tarih, bir bilim olarak insan davranışlarını anlamayı merkezine koydu. Bu manada daha önce Karl Lamprecht ile 1880’lerde başlayan ve özünde sanayi işçilerinin yaşam koşullarını incelemek olan tarihsel sosyoloji çalışmaları şimdi ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok daha net bir kendini anlama çabasına dönüştü.
Almanya’da Nazi iktidarının bitmesi ve yaşananların, Weimar Almanya’sının görece ideal devlet düzeninden nasıl olup da bu noktaya gelindiğine dair sorgulamaları, tarihi bir eleştiri aracı olarak kullanma eğilimini doğurdu. Özellikle 1933’ten sonra doğan ve 1945 sonrasında akademik manada eğitim alan genç Alman tarihçiler kuşağı geçmişleri ile yüzleşme yolunu seçtiler. Annales Ekolü’ne bağlı bu yeni neslin Weber üzerinde Marx’ın siyaset-toplum ilişkisine dair görüşlerinden de beslendikleri açıktı.
Bernhard Schlink tüm bu sürecin başladığı yerde, 1944 yılında doğdu. Anne ve babası teologdu ve babası Naziler yüzünden işini kaybedip papaz olmuştu. O da bir süre sonra hukuk eğitimine başladı. 1988’de Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin anayasa yargıçlığına getirildi ve 1992 de Humboldt Üniversitesi'nde Kamu Hukuku ve Hukuk Felsefesi profesörü oldu. Polisiye romanlarını bu dönemde yazmaya başladı.
Okuyucu ilk kez 1995’te yayımlandı. İlk bölümünde 15 yaşındaki Michael Berg ile Hanna Schmitz arasındaki tutkulu aşkı oldukça güçlü bir realizm ve ayrıntı ile anlatınca ahlâk, aşk ve tutku kavramlarının tartışmaya açılması kaçınılmaz olur. Schlink’in hamlesi gayet cüretkârdır. Ancak Hanna’nın bir anda ortadan kaybolması ve geçen zaman sonunda Yahudi Soykırımı’ndan sorumlu bir Alman olarak yargılanması süreci, Michael’in de buna hukuk eğitimi almış bir Alman olarak şahit olması durumu, eserin seyrini değiştirir. Schlink bu iki gerçek karakter üzerinden Yahudi Soykırımı’ndan sonra Alman kimliğinin şekillenmesine, 1968 Kültür Devrimi’nin Almanlar açısından hangi öneme sahip olduğuna ve Almanların nasyonal sosyalist geçmişe ne derece bağlı olduklarına dair okuyucuyu düşünmeye sevk eden sorulara yer verir. Eser bu noktadan sonra görünürde bir Alman klasiği gibi dursa da kırkı aşkın dile çevrilmesi ile birlikte evrensel bir soruşturmayı beraberinde getirir. Kolektif suç olgusunun sonraki nesillere yüklediği sorumluluk ve Hannah Arendt ile özdeşleşen kötülüğün sıradanlaşması sorunu, Okuyucu’da bir aşk hikâyesi üzerinden güçlü bir anlatı ile ortaya konunca, eser kısa zaman zarfında yazarına da büyük bir ün getirdi elbette. Bunun yanında onun polisiye roman geçmişinin eserlerine yansıttığı kurmaca avantajı, bu denli ağır bir konunun anlaşılır bir tabanda sunulmasını da sağlar.
Schlink, Hanna Schmitz karakterinde aslında tipik Alman kaderini sorgular. Siemens’te bir işçi olarak göreve başlayan Hanna’yı toplama kamplarına iten sebebin arkasındaki nedenleri ve konumunun sonuçlarını didaktik açıdan irdeler. Michael’in duyguları ile hareket ederek adaletin önüne geçişi, bu manada soykırım karşısında bir sonraki Alman neslinin içine düştüğü çelişki ve kararsızlığı/inkârı sembolize eder. Aslında bu neslin içeriden ve dışarıdan hesaplaşmasını anlatır. Dolayısıyla eserin cazibe noktalarından biri de eleştirel tarih kuramına bağlı bir okumada, sadece edebiyatçılar için değil, dönemi çalışan tarihçi, siyasetçi ve uluslararası ilişkiler için de ciddi bir kaynak haline gelmesidir.
Eserin kendi içerisinde ve yazarın hukukçu kimliğine bağlı olarak tartışmaya açtığı suç, ceza, adalet, utanma ve geçmişin üzerinden gelememe kavramları, yukarıda anlatılagelen tüm didaktik özelliklerinin yanında Okuyucu’ya varoluşsal nitelikler de kazandırır. Bu bir anlamda ahlâk tartışmalarını da beraberinde getirir ki kitabın ilk kısmı ile bağlantı bu nokta üzerinden de kurulabilir.
Okuyucu’yu okurken gözden kaçmaması gereken noktalardan biri kitaba ismini veren okuyuculuk eylemi ve dolayısıyla okumanın, bilginin insanı aydınlanmaya götüren tarafıdır. Kabulleriniz, dışarıdan şekillenen alışkanlıklarınız ve önyargılarınızın, hatta değer yargılarınızın dahi bu yolla değişebileceği gerçeği, şüphesiz ki Nazizm’in yaptığı kitap katliamlarını da üstü kapalı olarak anlaşılır kılar.
Bu yazı hazırlanırken dikkate alınan nüsha İletişim Yayınları tarafından 2018’de yayımlanan 13. baskı. Bu manada ülkemizde de ciddi bir ilgi gördüğü açık ki bu çok sevindirici. Kafka ve Handke gibi birçok yazarın eserini de başarı ile Türkçeye aktaran Cemal Ener çevirisi çok başarılı. Ama bunda Schlink’in kaleminin sadeliğinin de etkisi muhakkak ki çok büyük.
Son söz Schlink’in:
Beni zaten kimsenin anlamadığını; kim olduğumu ve beni şunu ya da bunu yapmaya iten şeyin ne olduğunu kimsenin bilmediğini hissederdim hep. Ve biliyor musun, eğer seni anlamıyorlarsa, senden hesap da soramazlar.