Yakın zamanda profesörlüğü kuşku uyandıran Sofuoğlu, canlı yayında üniversite gençlerinin yaşayış biçimi üzerine söz söyleme ihtiyacı duydu ve üniversiteler için "Sayın Cumhurbaşkanımız da vurguladı. Neredeyse fuhuş evleri" ifadelerini kullandı.[1] Sofuoğlu’nun üniversite gençlerine dikkat çekip, başta toplumsal cinsiyet eşitliğini yok sayarak kadın-erkek sosyalliğini inkâr etmesi, din sopasını çıkararak ahlâk bekçiliğine soyunması, Türkiye televizyonlarında çağdışı fikirlerin ortaya saçılmasına emsal nitelikte bir performanstı. Bu sözlerin ekranda hemen tepki alması, Sofuoğlu’nun çalıştığı üniversite yönetimi ve YÖK tarafından dahi eleştirilmesi ise hadsizliğinin bir karşılığı olduğuna işaret ediyor olsa da, tepkiler yetersiz.
Sofuoğlu’nun, Erdoğan’ın bundan yıllar önce, gençlerin “kızlı erkekli yaşıyorlar, buna müsaade edemeyiz”[2] şeklindeki açıklamasının devamını getirdiği, “buralarda nelerin olduğu belli değil” diyerek yarattığı muğlaklığı dilediği gibi doldurduğuna da dikkat çekildi.[3] Gençleri itham eden bu gibi açıklamaların ve çağdışı fikirlerin ebeveynlerin inançlarını ve görüşlerini pekiştirerek davranışlarını belirleme gibi bir etkisi olabilir. Bu söylenenlerin sonucu, gerçekten kaç ebeveyn çocuklarının hayatına fütursuzca karışacak? Çocuklar ve gençler üzerinde olumsuz etkileri olduğu bilinen aşırı baskı, disiplin ve ebeveyn kontrolünü[4] arttıracak? Ne yazık ki şu aşamada bilmek mümkün değil.
Ancak burada niyetlerin davranışlara dönüşme potansiyelinden ziyade, bu gibi tehdit-tehlike söylemlerinin gücü üzerine dikkat çekmek istiyorum. Daha önce pek çok konu etrafında dillendirildiği üzere, söylem, aslında hiçbir zaman söylendiği haliyle, yani sözde kalmıyor.[5] Bu örnekte olduğu gibi bu tip asılsız ama tehlike işaret eden söylemlerin gençlerin ve özellikle genç kadın ve LGBTİ+’ların hayatlarında gerçek karşılıkları var. Gençlerin bu baskılar altında bırakılması ise özgürce yaşayabilme ve toplumsal hayata eşit katılım başta olmak üzere, kaliteli eğitime erişim, istihdama katılım, göç, sosyal güvenlik ve politikalar bağlamında kendileri ve ülkenin geleceği için oldukça önem taşıyor.
Türkiye sosyo-demografik bir dönüşümün içinden geçiyor. Sadece aile, evlilik ve hanelere ilişkin toplanan veriler dahi bugünün genç ve genç yetişkinlerinin, anne-babalarının yer aldığı üst jenerasyonlardan farklı bir şekilde yaşamlarını kurguladıklarını, onlardan beklenen geleneksel yaşam izleğini çeşitli sebeplerle gerçekleştirmediklerini gösteriyor. Bu söylemler de bu önlenemez dönüşümün iktidar tarafında endişe uyandırdığına işaret etse de güncel olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanması ile ortaya çıkan direniş hareketi ile görüyoruz ki gençler kendileri adına söylenen sözleri ve alınan kararları oldukça haklı bir şekilde kabul etmiyor ve bunlara tepki gösteriyor.
Gençlerin seslerini duymayan ve sosyo-demografik bu dönüşümü çeşitli tehdit-tehlike söylemleri yaratarak dizayn etmeye, tersine çevirmeye çalışan, bu dönüşüme direnen, kulak tıkayan, kısacası yok sayan bir iktidar kampı var. Bu yok sayma oldukça bilinçli: çünkü bugünün gençleri ve genç yetişkinlerinin kurdukları yaşam biçimleri ve aile yapısına dair değişimler, hem iktidarın her derde deva gördüğü milliyetçi, muhafazakâr ve İslâmcı aile ideolojisine uymuyor hem de gelecekte bakım ve sosyal güvence yükünün devlete yüklenmesi anlamına gelebilir. Bu sebeple iktidar bireylerin bakım yükünü devletin omzundan kolaylıkla devredilebileceği ve yoksulluğu kontrol altında tutabileceği “aile” formüllerini gerek söylem gerek de uygulamalarla pekiştirme gayretinde. Bu söylemlerin büyük resimde aile ve gençlere ilişkin dönüşümün bir parçası olduğunu düşünerek, bu dönüşümü biraz açmak ve bu yok saymanın oldukça bilinçli bir şekilde yapıldığını anlatmak istiyorum.
Türkiye’de değişen aile yapısına ve yetişkinliğe geçiş dönemine bir bakış
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) aileye dair her yıl açıkladığı verileri ve Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü (HÜNEE) tarafından beş yılda bir gerçekleşen Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA) verilerini incelediğimizde, “aile” parametreleri olarak değerlendirilen, hanehalkı büyüklüğü ve kompozisyonu, evlilik yaşı, evlenme ve boşanma hızı, doğurganlık gibi birtakım sosyo-demografik belirleyenlerin değiştiğini görüyoruz.
Hanehalkına ilişkin istatistiklere baktığımızda önemli bir gösterge, ortalama hanehalkı büyüklüğü.[6] 1978’te 4,5[7] kişi olan ortalama hanehalkının, bölgesel farklılıklar göz ardı edilerek, 2019’a gelindiğinde 3,4 kişi olduğu saptanmış. Yani artık evlerimizde daha az insanla birlikte yaşıyoruz. Bununla birlikte, biraz daha detaylı incelendiğinde dağılmış aile olarak nitelendirilen,[8] akrabalık bağı olmayan kişilerin yaşadığı hanelerin 1978’de toplam hanehalkı içinde oranı %0,03’ten 2019’a gelindiğinde %3’e yükselmiş. Yani artık daha fazla insan, kan bağı taşımadığı ancak devletin belirlediği yasal bir birliktelik içinde de olmadığı hanelerde yaşıyor, tam da Sofuoğlu’nun ve Erdoğan’ın rahatsızlığına karşılık gelen haneler bunlar.
Daha da hızlı bir değişim gösteren, tek kişilik hanelerin, yani yalnız başına yaşayan insanların çok hızlı bir şekilde artmış olması. Tek başına yaşayanların oranı toplam hanehalkı içinde 1978 yılından 2019’a beş katından fazla bir artış göstermiş. Bu artışı kısmi olarak yaşlanan nüfus ile açıklamak mümkün. Ancak, artışın tamamını bu şekilde açıklamak mümkün değil.[9] Daha fazla genç ve genç yetişkin insanın tek başına hanelerde yaşadığını görüyoruz. Hem bu yalnız yaşama pratiğinin hem de arkadaşları ve/veya partnerleri ile yaşayan “dağılmış” hanelerin kalıcı olmasa dahi, yeni bir hayat basamağı olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Tüm bu değişimler ise, çekirdek aile normunun halen en yaygın biçim olduğunu yadsımazken, farklı yaşayış biçimlerinin, arayışların ve dolayısıyla ihtiyaçların ortaya çıktığını ve gelecekte çıkabileceğini gösteriyor.
Yaşayış biçimleri ve gençler bağlamında birlikte düşünebileceğimiz bir başka konu ise evliliğe dair istatistikler. TÜİK 2020 verilerine göre, ortalama ilk evlenme yaşı, 2001 yılından 2019’a erkekler için yaklaşık iki yaş artarak 26’dan 28’e, kadınlar içinse, 22,7’den 25’e çıkmış.[10] Yani, son yirmi yıla bakıldığında –bölgesel farklılıklar olsa dahi– insanlar daha geç evleniyorlar. Bununla birlikte, ilk doğumunu o yıl içerisinde gerçekleştiren annelerin yaşı baz alınarak hesaplanan, ortalama ilk anne yaşı 2001’de 26,7’den 2019’da 28,9’a yükselmiş. Bu duruma paralel olarak çocuksuz çekirdek ailelerin oranı da 1978’de %8 civarındayken, 2019’da %14’e yükselmiş. Yani daha geç evleniliyor ve daha geç çocuk sahibi olunuyor.
Evlenme ve boşanma sayılarında da düzenli bir değişim görmek mümkün. Kaba evlenme hızı 2001’den 2019’a %22 azalmış, boşanmalar ise %25 artmış.[11] Bununla paralel olarak tek ebeveynli hanelerin oranı da artmakta ve bu artış sadece bekar anneler için değil, babalar için de geçerli. TÜİK’in Avrupa Birliği üyeleri ile kıyaslamalı olarak açıkladığı bülteninden görüyoruz ki evlenme hızı Türkiye’de karşılaştırmalı olarak yüksek, boşanma hızı ise AB ülkelerine göre düşük. Bir yandan doğurganlık da düşüyor. Toplam doğurganlık hızının 2001’den 2019’a %27 azalarak 1,88 seviyesine gerilediğini görüyoruz. Evlilik ve boşanma trendlerine benzer şekilde AB ülkeleri ile kıyaslandığında, doğurganlığın AB ülkeleri ortalaması olan 1,56’dan daha yüksek olduğunu söylemek mümkün.
Tüm bu artış ve azalışların istikrarlı bir şekilde gittiğini, yani bu değerlerdeki artış ve azalış trendlerinin büyük bir nüfus şoku olmadıkça benzer şekilde devam edeceği öngörüsünde bulunmak mümkün. AB ülkeleri kültürel ve sosyo-demografik anlamda doğru bir kıyas olmayabilir ancak bu ülkelerin ortalamalarına yaklaşmış olmamız ve ondan da öte benzer düşüş ve yükseliş trendlerini takip ediyor olmamızın birazdan açmamız gereken bir anlamı var.
Bu istatistikler bize, bugünün genç ve genç yetişkinlerinin üst jenerasyonlardan, özellikle anne-babalarından farklı bir şekilde aile, evlilik ve yaşayış biçimleri kurguladıklarını, hayat geçişlerini farklı bir şekilde yaşadıklarını gösteriyor. Özellikle sanayi devrimini görece erken tamamlamış ve genellikle yüksek gelirli, yüksek refaha sahip olan ülkeleri barındıran Avrupa ve ABD içinde 1950 ve 1960’larden itibaren yaşanan birtakım dönüşümler, ikinci demografik dönüşüm[12] adı verilen, toplumsal normların dönüştüğü, kadınların çok daha yoğun bir şekilde emek piyasasına katılması ile beraberinde gelen ve genel olarak bireylerin geleneksel aile rollerinden uzaklaşarak evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı ertelediği, bireyselleşmenin merkezde olduğu bir değişim sürecine işaret ediyor. 1980’lerden itibaren ise geç evlenmek, evlenmemek, boşanıp tekrar evlenmek, evlenmeksizin birlikte olmak (cohabitation) ve/veya çocuk sahibi olmak, tek ebeveyn olmak, birlikte yaşamak, tek başına yaşamak, ebeveyn evinde yaşamaya devam etmek ya da ebeveyn evine geri dönmek gibi pek çok farklı yetişkinliğe geçiş ve yaşayış biçimleri yaygınlaşmış ve kanıksanmış durumda.
Yani artık, yetişkinliğe geçiş, eğitimin tamamlanmasının ardından emek piyasasına giriş, ebeveyn evinden ayrılma ve evlilik ile ilk romantik birlikteliğin gerçekleşmesi, ardından da çocuk sahibi olunması ile tamamlandığı varsayılan doğrusal, tekil bir patika olmaktan çıkmış durumda. Araştırmalarla, bu farklı biçimler üzerine düşünce üretmenin ve durumu resmetmenin yanı sıra, bu çeşitliliğin işaret ettiği talepler ve ihtiyaçlar da ortaya konmaya çalışılıyor. Yani bu değişimi tespit etmenin bir adım ötesine gidilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Kaçınılmaz dönüşüme beyhude direnç
Toplumsal dönüşümlerin kaygı ve endişe getirmesi ile birlikte ailedeki bu dönüşümler Avrupa’ya kıyasla daha aileci ve geleneksel olan ABD’de de “aile dağılıyor mu, çok mu bireyselleştik yoksa” gibi hezeyanlara sebep oldu. Ancak günümüze gelindiğinde, artık tek bir aile/birliktelik tipinden değil (the family), özellikle eşcinsel evliliğin birçok Avrupa ülkesi, ABD’nin tüm eyaletleri, Yeni Zelanda gibi ülkelerde 21. yüzyılda nihayet yasalaşmasının ardından, çeşitli aile (families) ve yaşayış biçimlerinden söz etmek mümkün. Ayrıca, yetişkinliğe geçişteki yaşayış biçimlerinin çeşitlenmesi sadece Batı’da değil, Japonya ve Güney Kore başta olmak üzere çeşitli Asya ülkelerinde ve hatta “gelişmekte olan” Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyasında da gözlemlendiği söylenebilir.
Normların, geleneksel yapıların, özellikle kadınların güçlenmesi ve toplumsal cinsiyet kalıplarının değişmesinin yanında, 21. yüzyılda artık evliliğin anlamının değişiyor olduğu gerçeği, alandaki çalışmaların sıkça bahsettiği bir durum. Bireyin yaşam süreci yaklaşımıyla tüm yaşayış biçimlerine dair, yani ebeveyn evinden ayrılması, ilk romantik birlikteliği ve birlikte yaşama deneyimi, evliliği, boşanması, tekrar evlenmesi ya da yalnız yaşamasını takip ederek uzun dönemli veri toplayan ülkelerde, evliliğin anlamının neden değiştiğine dair daha nüanslı açıklamalar bulabiliyoruz. Bunların başında, evliliğin anlamı, erişilebilirliği veya yapılabilirliği tartışılmakta ki Türkiye bağlamında önemli olduğu için not düşmek istiyorum.
Özellikle ABD’deki çalışmaların gösterdiği bir konu, evlilik kararını en çok etkileyen faktörlerin başında ekonomik güvencenin geliyor olduğu.[13] Sosyoekonomik güvencesizlik ve belirsizlik içindeyken gençlerin başta evlilik masrafları olmak üzere, uzun süreli bir bağlılığın içine girmelerini engelleyen ya da soru işareti oluşturan faktörler evlilikten itici bir sebep olarak rol oynuyor. Bu çalışmaları boşanma ile ekonomik refahın ters ilişki içinde olduğu, yani bir çiftin geliri/refahı azaldıkça, boşanma olasılığın arttığı çalışmalar izliyor. Tüm bu sebeplerden ötürü, evlilik ve aile artık hayatın akışında yapılması gereken bir adım olmaktan çok, bir tercih, hatta bazı durumlarda bir başarı, prestij içeren bir hayat olayı olarak kurgulanmış durumda. Yani artık kişisel yaşamın temel taşlarından –ve bir o kadar da sıradan– olan evlilik, bazıları için başarılması, elde edilmesi gereken ve üzerinden prestij kazanılan bir olaya dönüşmüş vaziyette.[14]
Bu çalışmaların bir yüzü; diğer yüzünde ise evliliği ve/veya çocuk sahibi olmayı bir norm olarak görmeyen ve birlikte yaşamayı yasal evliliğe yeğlediği sebeple gerçekleştirmeyen ve bekarlığı ile barışık kişilerin anlatıldığı çalışmalar da mevcut.[15] Yani evlilik, pek çok sebeple ama en başta ekonomik sebeple zorlaşmış bir alternatif olmasının yanı sıra, aile kurumuna ilişkin değişen düşünceler, normlar ve kişilerin yaşamlarından bekledikleri de birliktelik kurma biçimlerini oldukça etkiliyor.
Türkiye’ye dönecek olursak, 2020 yılının başlarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yukarıda aktardığım istatistiklerle karşılaştığını[16] ve ardından gençlerin evlilik yaşının “maalesef” yükseldiğine, bazılarının artık evlenmediklerine dikkat çekerek isyanını aşağıdaki gibi dile getirdiğini hatırlatmak isterim:
Bakın gençlerimizin evlilik yaşı giderek yukarı doğru çıkıyor. Genç yaşta maalesef evlenmiyor kızlarımız da erkeklerimiz de. Çoğu 30’u aşkın evleniyor veyahut da çoğu evde kalıyor, böyle bir şey olur mu ya? Devlet babadan bahsediyor muyuz? Devlet babanın başında da şu anda Erdoğan var mı? Var. Ben de şu an da tavsiye ediyorum. Hiç evlenmeyenlerin sayısı da artıyor. Evlilik dışı hayat biçimi medya aracılığıyla meşrulaştırılmaya, daha da vahimi özendirilmeye çalışılıyor, televizyonların birçoğunda bunun kampanyası yapılıyor, aman bunlara dikkat edelim. Aile kurumunu kökünden kurutmayı amaçlayan sembollerin önü bilinçli bir şekilde açılırken aile kurumuna sahip çıkan davranışlar küçümseniyor. Bu büyük tehlikeye hep birlikte karşı koymalıyız.[17]
Bu konuşmanın içerisinde yer alan “devlet baba” gibi içi hayli yüklü kavramların kullanılışı, devletin kocaman bir aile metaforu içine oturtulması ve babanın temsilinin Cumhurbaşkanı tarafından bizzat kendine referans verilerek kurgulanması hayli enteresan, bir o kadar da tutarlı. Ancak dikkat çekmek istediğim esas nokta, bölgesel farklılıklara ve geleneksel yapıların değişime uğramadan sürdüğü mahalle, şehir ya da bölgelere rağmen, Türkiye genelinde gençlerin farklı hayatlar kurguladıklarını, kimilerinin tercihle kimilerinin ekonomik kısıtlar dolayısıyla belli hayat tercihlerini beklettiklerini, gözden geçirdiklerini ve/veya yeni “geçişler” inşa ettiklerini ve en önemlisi ailelerinin ve özellikle “devlet babanın” onlardan beklediği hayat çizgisinden kaydıklarını söylemek mümkün.
Söylemler ile dayatılmak istenen fikirlerin yanı sıra Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanması ile, farklı üniversitelerden büyük bir öğrenci kitlesinin içi boşaltılmak istenen kurumlara, anti-demokratik uygulamalara, sözlerinin duyulmadığı alanlara ve düzene karşı sesini yükselttiğini görüyoruz. Gençler akademik yeterliliğin ve özgürlüğün olmadığı bir ortamda barınmak, bulunmak istemediklerini dile getiriyorlar. Bu direnişi sadece Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı bir tepki olarak görmemek, iktidarın yıllardır sürdürdüğü biyo-siyasetin[18] ve akademiyi abluka altına alma çabasının karşısında yükselen bir ses olduğunu vurgulamak önemli. Yani Sofuoğlu eğitime erişimi tehlikeye atan bir söylemle karşımıza çıkarken, kayyum atamaları ve son beş yıl içinde Kanun Hükmünde Kararnameler ve benzeri anti-demokratik uygulamalarla yapılan, var olan eğitimin kalitesini yerle bir etmek oldu. Eğitimin kalitesinin düştüğünü somut olarak gerek PİSA sonuçlarından gerekse de üniversitelerin dünya listelerinde düşen sıralamasından takip etmek mümkün. Bu da sosyo-demografik dönüşümün bir başka parçası olan Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı muazzam beyin göçü artışı ile ilişkileniyor.
1960’lar sonu ve 1970’ler başı ile son on yılda uluslararası beyin göçü alanında yapılan çalışmalara kıyaslamalı olarak bakıldığında, geçmişte göç sebebi olarak başta düşük ücretler ve yurtdışında uzmanlaşma olanakları dile getirilirken günümüzde siyasi istikrarsızlık, akademik özgürlüğün olmaması ve yüksek öğrenim sistemine ilişkin sorunlar sebep gösteriliyor.[19] Toplumsal cinsiyet perspektifinden bakan bir başka çalışma ise, kadınların erkeklere kıyasla göç ettiği yerden Türkiye’ye dönmemeye daha eğilimli olduklarını ortaya koyuyor.[20] Geri dönmeme nedenleri arasında ise yurtdışının ve imkânların daha çekici olması değil, Türkiye’de hem eğitim hem emek piyasası alanında artan toplumsal cinsiyet eşitsizliği, artan otoriterleşme ve muhafazakârlaşma birincil sebep olarak gösteriliyor. Gençler ve yaşayış biçimleri üzerinden kurulmaya çalışılan baskılar ile artık kalitesi şüpheli olsa da önemli bir hareket alanı sağlayan üniversiteler üzerinden kurulan baskılar, göç denkleminin çok önemli bir parçası.
Sonuç
Türkiye’nin içinden geçtiği dönüşümlerin iktidar cenahında endişe yarattığı çok açık. Daha önce hem Erdoğan hem de iktidar tarafından pek çok kişi, çocuk sayısı başta olmak üzere kürtaj, ailenin ve özellikle “annelik mesleği”nin önemi, kadın olmanın gereklilikleri gibi konular üzerinde görüş bildirerek, ataerkil ve heteronormatif düzeni pekiştirmeye dair çok çaba sarf etti.[21] Söylemler, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından hayata geçirilen “Evlilik Öncesi Eğitim Programı” gibi evliliğe teşvik eden ve boşanmaları önlemek amacıyla boşanma öncesi kurulan danışmanlıklarla da destekleniyor. Bir yandan aile kurmaya teşvik, bir yandan da kadın istihdamın esnek ve kayıtdışılığına göz yumma birbirini besleyen mekanizmalar olarak çalıştırılıyor.
Güncel olarak da gençlere dair Sofuoğlu’nun söylemi –kendi de cumhurbaşkanına referans verdiği üzere– bu çizginin bir parçası. Gençleri, özellikle bu söylem etkisinin daha çok genç kadınlar ve LGBTİ+’lar üzerinde olacağı bilindiği halde suçlamak, var olan kutuplaştırmayı arttırmak, eşitsizlikleri ve ayrımcılığı çoğaltmak sonucunu doğuruyor. Benzer şekilde, evlenmeyen, evlenmek istemeyen ya da evlenemeyen insanları yine kamusal söylemlerle, “büyük tehlike” gibi felaket sözcükleri ile baskı altında bırakmak da.
Eşit vatandaşlık perspektifinden baktığımızda evlilik kurumu haricinde ilişkilenen ya da hiç ilişkilenmeyen insanlara dair görmezlik, yok sayma hali, aslında evlilik, din ve benzeri yapılara ait olmaksızın sadece insan olarak var olmaya dair de bir yok sayma içeriyor. Bu yok sayma ise oldukça bilinçli: çekirdek ve geniş aileler yaygın olduğunda, bireylerin bakım yükü, devletin omzundan ailelere kolaylıkla devredilebiliyor. Buna karşın gittikçe artan ve gelecekteki politikalar üzerinde etkisi olacağı gözlenen birlikte yaşama ya da yalnız yaşama, aile kurmama gibi trendler, bakım ve sosyal güvence yükünün gelecekte devlete yüklenmesi anlamına geliyor. Tüm bu sosyal güvenlik-bakım, yani toplumsal yeniden üretim denklemi ise toplumsal cinsiyet rollerinden bağımsız değil. Başta da bahsettiğim üzere “fuhuş evleri” ya da “kızlı erkekli yaşıyorlar” gibi açıklamalar en çok genç kadınları ve LGBTİ+’ları etkileme potansiyeli taşıyor. Halihazırda var olan baskıya, eğitim ve/veya istihdam için evden ayrılamama eklenerek bireyler, iktidarın çizdiği bu bakım yüküne, ev içi ücretsiz emek karşılığında mahkûm ediliyor. Devlet, bu paternalist koruma söylemi altında aslında bireyi, birey olarak değil, aile içinde bir fonksiyon olarak konumlandırarak politik, duygusal ve ekonomik bir kazanç sağlıyor, sağlayacağını sanıyor.
Ancak günün sonunda, değişim dönüşüm kaçınılmaz ve ne Sofuoğlu ne de Erdoğan’ın açıklamaları güncel dinamiği, hayatın gerçeklerini, toplumsal dönüşümleri yakalayabilecek ve ona şekil verebilecek kapasitede. Hatta bu açıklamaların hepsi dönüşüme umutsuz bir direnç gösterisi. Umuyorum ki, bu direnç ileride tüm farklılıkları kapsayacak şekilde uzun dönemli politikalar üretmeye bir vesile olur.
Yazıyı incelikle okuyan ve zamanını esirgemeden yorumlarını ve katkılarını sunan Elifcan Çelebi, Osman Savaşkan ve Ezgi Karaoğlu’na çok teşekkür ederim.
[1] “‘Profesör’ ünvanlı gerici Ebubekir Sofuoğlu’dan skandal sözler: Üniversiteler fuhuş evi!”, BirGün, 16 Aralık 2020, https://www.birgun.net/haber/profesor-unvanli-gerici-ebubekir-sofuoglu-dan-skandal-sozler-universiteler-fuhus-evi-326874
[2] “Başbakan: Kızlı erkekli kalınan evlerde karmakarışık her şey olabiliyor, adım atmaya mecburuz!”, T24, 5 Kasım 2013, https://t24.com.tr/haber/basbakan-kizli-erkekli-kalinan-evlerde-karmakarisik-her-sey-olabiliyor,243338
[3] Deniz Zeyrek, “Erdoğan’ı adres göstermek!”, Sözcü, 19 Aralık 2020, https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/deniz-zeyrek/erdogani-adres-gostermek-6173577/
[4] Literatürde “parental control”, yani ebeveyn kontrolü olarak tanımlanan ve çocuklar için etkilerini araştıran bir çalışma için şu makale incelenebilir: Nebi Sümer vd., “Anne-Baba Tutum ve Davranışlarının Psikolojik Etkileri: Türkiye’de Yapılan Çalışmalara Toplu Bakış”, Türk Psikoloji Yazıları, 13(25), s. 42-59, 2010.
[5] TERF (İngilizce: trans-exclusionary radical feminist), yani trans bireyleri dışlayan radikal feminist, tartışmalarında da konuşulduğu üzere bu gibi kamusal söylemlerin hak mücadelelerine ne kadar zarar verdiği tartışıldı: Feride Eralp, “TERF tartışmasının arka planı: konu nasıl soyunma odası oldu? - Çatlak Zemin”, Çatlak Zemin, 20 Haziran 2020, https://www.catlakzemin.com/terf-tartismasinin-arka-plani-konu-nasil-soyunma-odasi-oldu/
[6] Özellikle modernleşme teorisi içinde, yani az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkeleri takip ederek sanayileştiği, kırdan kente göçün ve şehirleşmenin gerçekleştiği, bu büyük değişimlerin etkisiyle de geniş aileden çekirdek aileye geçişin yaşandığı belirtilir. Türkiye’nin de geçtiğimiz yüzyılda aileye dair bu tip bir değişim yaşadığı gözlemlenmiştir; Nur Vergin, “Social Change and the Family in Turkey”, Current Anthropology 26, sayı 5 (19 Aralık 1985): 571–574, https://doi.org/10.1086/203345. Bu durumu tam reddetmeyen, ancak çekirdek ailenin geçmişten günümüze her zaman başat hanehalkı tipi olduğunu ortaya koyan çalışmalar da mevcut. Alan Duben, “Turkish Families and Households in Historical Perspective”, Journal of Family History 10, sayı 1 (25 Mart 1985): 75–97, https://doi.org/10.1177/036319908501000105
[7] HÜNEE, “Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması, 2018” (Ankara, 2019).
[8] Veri toplama ve tasniflemede hangi sözcüklerin ve tanımlamaların kullanıldığı da kurum ya da yapı olarak hanelere nasıl bakıldığını biraz anlatıyor. Örneğin “dağılmış” kelimesi çağrışımı itibarıyla dağılma, yıkılma, çökme gibi olumsuz anlamları içerir. Bundan da öte, bir dağılma olabilmesi için öncesinde gelen bir bir aradalık olduğuna işaret eder. Halbuki, bu kategori içinde yer alan birçok farklı örnek kendi başlarına bir araya gelmeleri temsil edebilir. Örneğin, iki-üç arkadaşın bir arada yaşama isteğiyle bir önceki hanelerini bırakıp bir araya gelmesi, heteroseksüel, homoseksüel veya kuir bir çiftin aileleri ya da bir önceki yaşayış biçimlerini geride bırakarak bir arada yaşaması dağılmış değil, aksine bir araya geliş olarak nitelendirilebilir. Burada amacım belli yaşayış biçimlerini romantize etmek değil, ancak veri toplamada da oldukça sorunlar olduğunu, hem veri toplarken neyi toplayıp toplamadığımız, hem de topladığımızı nasıl adlandırdığımız konusuna dikkat çekmek istedim.
[9] 2018 yılında açıklanan TÜİK verilerini detaylı incelediğimizde, 2006 yılında tek başına yaşayan insanların yaş dağılımında 15-64 yaş arası nüfus oranı %46,9 iken, 2018’de tek başına yaşayanların arasında bu yaş grubunun oranı %65,3’e çıkmıştır. Bu artışta ayrı ayrı hem 15-29 hem de 30-64 yaş arasında tek başına yaşayanların oranı etkili olmuştur.
[10] TÜİK, “Evlenme ve Boşanma İstatistikleri, 2019” (Türkiye İstatistik Kurumu, 2020).
[11] Kaba evlenme ve boşanma hızı her bin kişilik nüfusa karşılık gelen evlenme ve boşanma sayılarına bakarak oluşturulur. Örneğin, kaba evlenme hızı 2001’de 8,35 iken, yani her bin kişiden yaklaşık 8’i evleniyorken, bu oran 2019’da 6,56’ya gerilemiştir. Boşanmalar ise 1,41’den 1,88’e yükselmiştir.
[12] Demografik değişim kuramı, çok basitçe, tarihsel olarak savaşların yaşanması, sağlık, su ve gıda koşullarının yetersiz olması sebebiyle ölümlerin yüksek olması durumundan, tüm bu koşullar içindeki değişimle önce ölümlerin azalması ve doğan çocukların yaşam şansının artması ile nüfusun artmasına, daha sonra doğumların azalması ile nüfusların yavaş bir şekilde artmasına geçiş açıklanabilir. Bu geçişin tüm toplumlar için benzer şekilde ve benzer zamanlarda gerçekleşmemiş olması tekil bir geçiş kuramından çok çeşitli geçişlerin olduğu savlarını doğurmuştur.
[13] Ekonomik güvenceyi, ırk/etnisite farklılıkları takip ediyor: Wendy D. Manning, “Young Adulthood Relationships in an Era of Uncertainty: A Case for Cohabitation”, Demography 57, sayı 3 (1 Haziran 2020): 799–819, https://doi.org/10.1007/s13524-020-00881-9
[14] Andrew J. Cherlin, “The deinstitutionalization of American marriage”, içinde Journal of Marriage and Family, c. 66 (John Wiley & Sons, Ltd, 2004), s. 848–861, https://doi.org/10.1111/j.0022-2445.2004.00058.x
[15] Bella DePaulo, Singled Out: How Singles Are Stereotyped, Stigmatized, and Ignored, and Still Live Happily Ever After (St. Martin’s Griffin, 2004); Eric. Klinenberg, Going solo : the extraordinary rise and surprising appeal of living alone (New York: The Penguin Press, 2012).
[16] Cumhurbaşkanı Erdoğan, muhtemelen, 8 Ocak 2020 tarihinde Resmî Gazete’de çıkacak olan Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın aile yapısına ilişkin yapacağı araştırmaların usul ve esaslarını tanımlayan belgeyi imzalamadan önce yukarıda Türkiye’ye dair aktardığım istatistiklerle karşılaştı ve 9 Ocak 2020’de Beştepe’de “Engelli Vatandaşlar ve Devlet Korumasından Yararlanmış Gençler” üzerine gerçekleştirdiği konuşmasında gençlerin evlilik yaşına değindi.
[17] Recep Tayyip Erdoğan, “Engelli Vatandaşlarımızın ve Devlet Korumasından Yararlanmış Gençlerimizin Kamu Kurumlarına Yerleştirilmesi Töreninde Yaptıkları Konuşma” (Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı, 2020), https://www.tccb.gov.tr/konusmalar/353/115241/engelli-vatandaslarimizin-ve-devlet-korumasindan-yararlanmis-genclerimizin-kamu-kurumlarina-yerlestirilmesi-toreninde-yaptiklari-konusma
[18] Daha önce Erdoğan’ın, hedeflerinin dindar nesil yetiştirme olduğu ve bu dindar nesli yetiştirmek üzere akademisyenlere ihtiyaç duyduklarını belirtmesi de bu biyo-siyasetin bir parçası. “Erdoğan hedefine bağlılık bildirdi: Dindar nesil yetiştireceğiz”, Diken, 2016, http://www.diken.com.tr/erdogan-sozunden-vazgecmedi-hedefimiz-dindar-nesil-yetistirmek/
[19] Adem Yavuz Elveren ve Gülay Toksöz, “Türkiye’de Beyin Göçü Yazını ve Bir Alan Araştırması”, içinde Gürhan Fişek’in İzinde Ortak Emek Ortak Eylem (Siyasal Kitabevi, 2018).
[20] Adem Yavuz Elveren ve Gülay Toksöz, “Why Don’t Highly Skilled Women Want to Return? Turkey’s Brain Drain from a Gender Perspective”, MPRA Paper 80290, University Library of Munich, Almanya, 2017.
[21] Bu söylemsel çabanın yanı sıra politikalar, politika metinleri ve pratik uygulamalarda aile ve evlilik devamlı önceleniyor. Eski adı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Türkiye Belediyeler Birliği ile “Evlilik Öncesi Eğitim Programı” gibi evliliği teşvik programı ya da yine bakanlığın boşanmalar öncesi danışmanlık sağlayarak boşanmadan caydırma gibi hizmetler için düşünce ve bütçe harcadığını söyleyebiliriz. Bu çabalar, bir yandan da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aile içi sorunları çözmek adında kurduğu telefon hatları ile başka bir boyut kazanmış durumda. Vaiz ve vaizeler ev içi yaşanan şiddetin kadınlar tarafından görmezden gelinmesi, sorunların çözülmesi ve evliliğin devamının sağlanmasını öğütlüyor. Burcu Karakaş, “Kadına şiddetle mücadelede Diyanet tavsiyeleri”, Deutsche Welle, 25 Şubat 2020, https://www.dw.com/tr/kadına-şiddetle-mücadelede-diyanet-tavsiyeleri/a-52510157