Cehennemde Bir Yabancı

Çalışma odama yürüyorum

Geçip altından, tavanda açılmış deliklerin.  

Bahçedeki mezar ürkütmüyor beni               

Kendim kazdım onu ölüler için.[1]

 

New York şehrinin en bilinen mahlaslarından biri “Hiç Uyumayan Şehir”di, ne var ki 2021 yılına yeni girdiğimiz şu günlerde bu büyük metropol koronavirüs nedeni ile en fazla can kaybının kayıtlara geçtiği kentlerin başında geliyor. Albert Camus yazgı ve trajediyi birbirinden ayıran şeyin bilgi olduğunu söylemişti. Ona göre bilmeden kabullenilen şey yazgıydı, bilinç geldiği anda ise tragedya başlıyordu.[2] Ölü sayısının 25 bini aştığı bu şehirde kimbilir ne kahredici hikâyeler, insanın vicdanına dokunan ne yaşanmışlıklar vardır. Şimdi sizi onlardan biri ile baş başa bırakıyorum.

“18 yaşımda biri burnumu kırana dek boksördüm,” diyor Röhrig. Bir yumruk darbesi insanın kalbindeki viraneliği görünür kılmaya da yarayabilir. Yaşamın bütün uğraşı farkında olmadan o harap olmuşluğu bir zanaatkâr titizliği ile tamir etmeye de… Viranelik kimi zaman isyana tahavvül eder. Vakti gelince dövüşmenin yerini punk rock alır, punk rock şarkıcılığının yerini şair olmak. Evet, Géza Röhrig’den bahsediyoruz. Varlığından László Nemes’in 2015 tarihli Saul Fia’sındaki (Şaul’un Oğlu) Sonderkommando[3] rolü ile haberdar olduğumuz, gönlümüzü fetheden oyuncudan. Ama o sadece bir oyuncu değil, aynı zamanda birçok şiir kitabı yayımlamış bir anaokulu öğretmeni. Hatta yüzü nerdeyse filmin çoğu karesini dolduran Saul Fia onun ilk oyunculuk tecrübesi. Şimdi gelin onun kalbini viraneye çeviren şeyin menşeine doğru seyre çıkalım.

1956 yılında SSCB’nin dayattığı politikalara karşı binlerce kişinin Budapeşte'nin merkezinden geçerek parlamento binasına yürümeleri ile Macaristan Halk Cumhuriyeti’nde büyük bir ayaklanma başlar. Bu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki Sovyetler kontrolüne yönelik ilk büyük tehdittir. On yıl sonra Merkez Komitesi ekonomiyi yeniden inşa etmeye, üretkenliği artırmaya, Macaristan'ı dünya pazarlarında daha rekabetçi hale getirmeye ve siyasi istikrarı sağlamak için refah yaratmaya çalıştığı "Yeni Ekonomik Düzen"i onaylayarak tarihe geçer. Géza Röhrig bu karardan yaklaşık bir yıl sonra 1967’nin Mayıs ayında Budapeşte’de açar dünyaya gözlerini. Annesi doğumundan sonra evi terk eder. Babası o 4 yaşındayken ölür. Bir mülakatta o yılları anarken ölümü bir süre “saldırı” olarak düşündüğünü söyler. Sonradan onu boksör yapacak olan şey belki de bu tahayyülün bilinçaltında bıraktığı tortudur. Ölü insanlara karşı hissettiği dayanışmadan, “sanki onlar kaçırılmış gibi” bir duygunun içinde hasıl olduğundan dem vurur. Yıllar sonra yapacağı mesleklerden birinin ölü yıkayıcılığı olması tesadüf olmasa gerektir. Babanın ölümünden sonra anne ile görüşmeyi reddeder. Bu tarumarlığı on bir yıllık bir yetimhane tecrübesi izler. Ergenliğe girmek üzereyken Yahudi bir aile tarafından evlat edinilir: “12 yaşında evlat edinildiğinizde biri size akşam 9’da evde olmanız gerektiğini söylerse ona sadece deliymiş gibi bakıyorsunuz.” Liseden atılma sebebi anti-komünist görüşleri olan ve rejim karşıtı makaleler yayımlayan bir gazetede editörlük yapıyor olmasıdır. Rejim yakasını bırakmaz. Solistliğini ve şarkı yazarlığını yaptığı punk etiğine selam duran avangart rock grubu Huckleberry’nin[4] konserleri komünist yetkililer tarafından kesintiye uğratılır.

Kişiyi inşa eden şeylerin başında maruz kalınan bu tür engellemeler de yok mudur? Meşakkatin imtihanı olarak addedilen biraz da böyle bir şey değil mi? Bu tecrübe bir tecessüse, kendine dair bir kavrayışa evrilirse kişi aynı kişi olarak kalabilir mi? Daralıp buruştuğu zannına kapılan ruhun ışıması. Kıstırıldıkça, yolu kesildikçe, çevrenin hışmına uğradıkça yücelmesi. Kuvve halindeki cevherin bu vesile ile açığa çıkması. Röhrig gençliğinde Auschwitz'i ziyaret ettikten sonraki dönemde Hasidi[5] bir Yahudi olmaya karar verir. Tanrı ile kurduğu ilişkinin gelişimini şöyle anlatıyor: “Bir süre babam sandım. Sonra o olmadığını anladım. Sadece konuşacak birine ihtiyacım vardı. Sanırım sevdiklerimizle bile paylaşamayacağımız bir yanımız var ve o tarafımızın ifade bulması, onunla temasa geçilmesi gerekiyor. Bu yüzden biriyle konuşuyorum. Ve ona Tanrı diyorum.” Zıtlıklarla güçlenen bir imandır onunkisi: “İnanç diyalektiktir. Kimse her zaman inanmaz ve kimse asla inanmaz. Tanrı benim için oksijen kadar bir gerekliliktir. Ben sadece ondan kaçamıyorum. Avcının ormana geri koşmasına izin verdiği küçük bir geyik gibi hissediyorum. Özgürüm ama özgür değilim.”

Géza Röhrig’sen üç yüz yıl önce yaşamış bir başka Yahudi olan Baruch Spinoza başyapıtı Ethica’nın “İnsanın esareti ya da duyguların kuvveti” adını verdiği dördüncü bölümünün dördüncü önermesinde[6] “İnsanın doğanın bir parçası olmaması ve sadece kendi doğasıyla anlaşılabilecek değişimler dışında hiçbir değişime uğramaması imkansızdır,” der. Covid-19 pandemisi başladığından beri yaşananlar sayesinde aklımızdan çıkmayan bu sözün eşliğinde gelin şu âna kadar anlattıklarımızı şimdi ile ilişkilendirelim. Geride bıraktığımız yılın yaz aylarında -pandeminin iyice tırmanışa geçtiği ve insanların yoğun biçimde karantinada kalmaya teşvik edildiği günlerde- kendisi ile internette yapılan görüntülü bir sohbette anlattıklarından Röhrig’in karantinada kalmadığını, 2000 yılında yerleştiği New York'ta gönüllü olarak ambulans asistanlığı ve ceset yıkayıcılığı yaptığını öğreniyoruz. Bu da bizi ister istemez kurgu ile gerçek arasındaki bağ üzerine düşünmeye sevk ediyor. Filmde asli vazifesi ölülerin giysilerinden değerli eşyaları almak, cesetleri gaz odalarından sürüklemek ve bir sonraki grup gaza maruz kalmadan önce odaları temizlemek olan Saul Ausländer’in yolu gaz odasına girmesine rağmen çıkardığı öksürük sesinden yaşam belirtileri gösterdiği anlaşılan bir oğlan çocuğu ile kesişir. Henüz ölmediği anlaşılınca alelacele revire alınıp Nazi subayı bir doktor tarafından boğularak hayatına son verilen ve otopsisi istenen bu çocuğun yok oluşuna karşı hiçbir şey yapamaz. O kısa süre zarfında Saul’un orada olan bitene uzaktan çaresiz bir seyirci olarak tanık olduğunu görmenin yakıcılığı filmi izleyenler için tarifsizdir. Kendilerinin de öldürüleceğinden korkarak gizli bir isyan[7] hazırlığı içinde olan Sonderkommandolar arasında cehennemde bir yabancı[8] gibidir o. Duyguları tükenmiştir, artık bir kurtuluş yoktur. Kamptaki her mahkûm onun gözünde “zaten ölü durumdadır” ancak bu karşılaşma sayesinde Saul’un uyumsuzluğunun kendine has bir başkaldırısı ve gizli bir gayesi vardır artık: “Oğlum” diyerek sahiplendiği bu çocuğun cansız bedeninin yakılmasına engel olup onun Yahudi geleneklerine uygun şekilde defnedilmesini sağlamak. Onu âdeta yaşayan bir ölü olmaktan çıkarıp hayata bağlayan bu ödeve kendisini öylesine adar ki kamptaki en yakın arkadaşının ifadesiyle bir ölü yüzünden yaşayanları hayal kırıklığına uğratır.

Evet, Saul Ausländer’e hayat veren kişi Covid-19’un kıyıcılığının doruklara çıktığı New York “cehennem”inde evde kendini karantinaya alıp salgının bitmesini beklemek yerine ambülans görevlisi olarak çalışmayı ve salgında ölen insanların cesetlerini yıkamayı kendine vazife edinen Géza Röhrig’den başkası değil. Gerçek hayatla kurmaca arasındaki bu insicam bize ne anlatıyor? Yaşamaya dair bir bütünlük arayışını mı? Géza Röhrig’in faziletini belki de bu yekparelikte aramalı; onulmaz görünen ıstırabı ağırlayarak yaşama tutunma gayretine tahvil edişini inancındaki sadelikte ve hayatla kurduğu dürüstlüğe dayalı saf ilişkide bulmalıyız. Ne de olsa “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter”.[9] Bazen de bir sinema filmindeki rolün kalpteki viraneliği sağaltmaya yardım edebileceğinin hakkını teslim edelim ve son sözü Röhrig’e bırakalım:

Babamın vefatında amcam cenazeye gitmemi istememişti. O gömülürken evde durmak ölümünü kavrayamamama ve bu durumun çözümlenmeden yıllarca kalmasına sebep oldu. Bu film esasen sevdiği bir insanı umutsuzca gömmek isteyen biri hakkında. Benim için bu kişi babamdı.


[1] Gyula Illyes, “Budapeşte, Mayıs 1945”, Çağdaş Dünya Şiiri Antolojisi, çev. Ataol Behramoğlu, Adam Yayınları, 1. basım, 1998.

[2] “Böylece Oidipus da ilkin yazgıya bilmeden boyun eğer. Bildiği andan sonra, tragedyası başlar.” Albert Camus, Sisifos Söyleni, Fransızca aslından çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, 40. basım, Kasım 2018.

[3] Alman Nazi ölüm kampı mahkûmlarından oluşan çalışma birimi. Sonderkommandolar Holokost sırasında gaz odası kurbanlarının imha edilmesine yardım etmek için ölüm tehdidiyle zorlanan, genellikle Yahudilerden oluşan mahkûmlardan müteşekkildi. Röhrig’e göre Nazi sistemi şu soruya dayanıyordu: En az sayıda Alman dahil olmak üzere en fazla sayıda Yahudi nasıl öldürülebilir? Böylece Naziler kirli işi kurbanlara bıraktı ve Sonderkommandolar kendi insanlarını yakmak zorunda kaldılar. İntihar etmekten başka, reddetme veya istifa etme yolları yoktu. Bu suçluluk yükünü faillerden alıp bu zorunlu sürgünlere kaydırmaya yönelik bir girişimdi.

[4] Meraklısı için Huckleberry’nin 1988’e ait canlı bir kaydı bu linkten dinlenebilir. https://www.youtube.com/watch?v=7eouoUJG7H8&t=244s

[5] Filistin’de, köylerde ve bazen kentlerde yaşayan Essenyenler mezhebi (M.Ö. 160 ile 143 arasında) bir inziva ve dua hayatı sürerdi. Bir arada yaşarlar, aynı sofradan yerler ve saflığı temsil eden beyaz giysiler giyerlerdi. Çalışmalarının ürünü de hepsi arasında eşit olarak paylaşılırdı. Ticaret bilmezlerdi ve içlerinden çoğu ya toprağı eker ya zanaatla uğraşırdı ama silah yapmaya yanaşmazlardı. Hiçbir malları mülkleri yoktu ve ihtiyaçları pek mütevazı idi, böylelikle hayatın bütün zevklerinden vazgeçerler ve erdem, adalet özlerler, başka amaç gütmezlerdi. Kendi mezheplerine mensup olmayan insanlarla ilişkileri dürüst idi. Kimseden nefret etmezler ve ayırım gözetmeksizin herkes için dua ederlerdi. Kendilerine yakınlık gösterenlerin çocuklarını veya yetimleri kendi ilkeleri uyarınca yetiştirirlerdi. Essenyenlerin mistisizmi modern çağların Hassidimlerinde daha belirli bir şekil alacaktır. Bu Hassidimlerin sık sık yıkanma, beyaz giysiler giyme gibi töreleri, bazı bakımlardan Essenyen keşişlerine benzetilebilir. Bu mezhebin kurucusu, 1700’e doğru Podolya’da doğmuş, 1760’da Miedzborz’da ölmüş, taraftarlarınca “thaumaturge – keramet sahibi”, İbranice Baal Chem Tob (iyi ad sahibi) kısaca, Bescht adı verilmiş olan İsrail bin Elieger’dir. Dua formüllerini sesini çok yükselterek ve bütün vücuduyla düzensiz hareketler yaparak okurdu. Ona göre bütün âzaların bu çırpınışı sayesinde Yaradan’a daha kolay ulaşabilmek imkânını buluyordu. Geniş yankılar yaratan Hassidizm hareketi tamamıyla sönmüş değildir. Merkezi 1939 savaşından evvel Polonya’daydı, bugün ise İsrail’e taşınmıştır. Bu dipnot Henri Serouya’nın Mistisizm (çev. Nihal Önol, Varlık Yayınları, 1967) isimli eserinden kısaltılarak alıntılanmıştır.

[6] Benedictus De Spinoza, Ethica, çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa, 6. basım, 2018.

[7] 7 Ekim 1944 Auschwitz Sonderkommando Ayaklanması için bkz. https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/article/killing-center-revolts

[8] Ausländer yabancı demektir.

[9] Albert Camus, Sisifos Söyleni.


Géza Röhrig ile ilgili bilgiler ve ondan alıntılanan cümleler için kaynakça

https://altyazi.net/haberler/saulun-oglunun-oyuncusu-new-yorkta-gonullu-ambulans-calisani-oldu/

https://jewishjournal.com/culture/293884/geza-rohrig-the-hungarian-orthodox-jewish-movie-star/

https://www.newyorker.com/magazine/2016/02/29/geza-rohrig-corpse-washer-and-movie-star

https://hungarytoday.hu/son-of-saul-star-hungarian-actor-geza-rohrig-volunteers-as-ambulance-assistant-in-new-york/

https://www.independent.com/2016/02/03/geza-rohrig-fathers-son-saul/

https://www.jta.org/2016/02/18/culture/whats-behind-the-dark-charisma-of-son-of-saul-star-geza-rohrig

https://www.theguardian.com/film/2015/may/19/geza-rohrig-son-of-saul-interview-auschwitz-jewish-prisoner-sonderkommando

https://en.wikipedia.org/wiki/G%C3%A9za_R%C3%B6hrig