Yeni Bir Midnight Express Yolda mı?

Beş yıl kadar önce, Montreal’de ufak bir sinemada yeni vizyona girmiş çok başarılı iki belgesel izlemiştim. Birlikte gösterime sokulan bu belgeselleri art arda seyretmek ilginçti, çünkü tam bir tezat oluşturacak kadar birbirinin zıddı yapıtlardı bunlar: biri, yoğun bir propaganda ağına ışık tutan propaganda karşıtı bir filmdi; öbürü ise tastamam kendisi bir propagandaydı.

Propaganda karşıtı belgesel, soyut komplo teorileri yahut ‘’üst akıl’’ kurgularına itibar etmeden, ABD’deki Yahudi lobisinin muazzam gücünü açık belge ve kanıtlarıyla ortaya seren bir filmdi. Fikir özgürlüğüyle bilinen ABD’de, konu İsrail olunca akan suların durduğunu, en serbest mahallerde bile neredeyse tüm aykırı seslerin kısıldığını veya susturulduğunu, ortalığın trollerden geçilmez hale geldiğini isim isim, sahne sahne gösteriyordu bu film. Filmde pek çok çarpıcı olay vardı fakat, İsrail’in 2014’teki Gazze bombardımanının Amerikan kamuoyu nezdinde nasıl aşama aşama topyekûn bir katliamdan, masum ve kaçınılmaz bir ‘’savunma’’ algısına dönüştürüldüğü, en dikkat çekici kısımlarından biriydi. ‘’Algı operasyonu’’ bizde yerli yersiz kullanıla kullanıla çoktan işlevini yitirdi ama bu kavramın gerçek karşılığını hakkıyla veren ve bir bakıma konu hakkında yazılmış onlarca kitaba bedel bir filmdi bu. O kadar ki, bir saat içinde, Mearsheimer’ın İsrail lobisine dair ünlü eserinden bile daha fazlasını anlattığı söylenebilir.[1] Bu filmin İngilizce orjinal adı, Amerikan Zihninin İşgali idi.[2] Ben filmin Fransızca versiyonunu izlemiştim; ve kanımca adının Fransızca çevirisi filmin ana mesajına daha uygundu: Amerikan Zihninin -hatta “vicdan”ının- Sömürgeleştirilmesi (La Colonisation des Consciences Americains). “İşgal” yerine “sömürgeleştirme”, “zihin’’ yerine “vicdan”: kuşkusuz daha da vahim bir durumu anlatan sözcükler bunlar.

Seyrettiğim diğer film, Zaynê Akyol’un Gülistan: Güller Diyarı adlı belgeseliydi (Fransızcası: Gülîstan: Terre de Roses). Montreal’i mesken tutmuş olan Akyol’un 2010’lar başında Irak’a gidip PKK saflarında çektiği bu filmi, bir şekilde görmüş olanlar hatırlayacaktır: film PKK’nın IŞİD’le savaştığı cephede geçer; Türkiye hiç anılmaz. Filmde doğrudan şiddet veya savaş sahneleri yoktur; daha ziyade, iaşe ve sağlık koşullarından saç bakımına dek, kadın gerillaların gündelik hayatını yansıtan kesitler vardır. Burada gerillaların bazı mahrem ve ‘’kadınca’’ diyaloglarına da tanık oluruz. Örneğin bir kadının, ‘’evlenince ne oluyor ki, esaret başlıyor, hep adamların dediği oluyor’’ diye yakınmasından, bir kısım kadının sokaktaki devlet baskısı kadar evdeki erkek baskısından da iyice bunaldığını, bu baskıdan kurtulmak için dağa çıkmış olabileceğini anlarız. Peki cephede baskı görürler mi? Görünürde hayır; tam tersine, özgüvenleri gayet yerindedir; kampta siyasi eğitim nutku atmak onlara düşmese de, erkeklerden emir aldıkları gibi emir verir bir halleri de vardır (Nitekim, bazı PKK’lı tutsak ve itirafçıların medyaya düşen tanıklıklarından, cephedeki erkeklerin kadınların söz ve yetki sahibi olmalarını pek hazmedemediğini biliyoruz, fakat filmde işin o tarafına girilmez).

Kadın gerillaların kanla ve ölümle düğümlenmiş estetik algıları da dikkatten kaçacak gibi değildir: örneğin değişik marka makineli tüfeklerin (Rus, Macar, Amerikan, vs.) sanki elbiseymiş gibi hangi kadının üzerinde daha iyi durduğunun uzun uzadıya mavrasını yaparlar. Biri, azraile açıkça meydan okumak yerine ölümü sadece sıradanlaştıran ince bir felsefe yapmaya koyulur; bir diğeri, yüzündeki yaraların onu büsbütün güzelleştirdiği inancıyla avutur kendini. Hepsinin söz ve hareketlerinde, çelik bir irade ile türlü dürtü ve duyguların çekişmesini sezmemek güçtür.

Gülistan kuşkusuz bir PKK propagandasıdır; fakat gayet usturupludur, çünkü ‘’ben propagandayım’’ diye bağırmaz. PKK yönetimi tarafından siparişle kotarılmadığı, yönetimin izniyle fakat Akyol’un kendi keyfi ve gönlüne göre serbestçe çektiği bir filmmiş izlenimi bırakır. Yankı yapması ve ödüller almasında bu izlenimin epey bir payı vardır kuşkusuz.

Ancak, filmin Batı kamuoyunda başarısı temelde iki etkene dayalıdır: kadın faktörü ve IŞİD faktörü. IŞİD, malum, bizzat kendi tanıtım çabasıyla, çağımızın vahşet skalasında kendine apayrı bir yer edinmeyi becermiş bir yapılanmadır. Bu haliyle yalnız Batı’nın değil, tüm dünyanın korkulu rüyasıdır. O halde, her kim ki IŞİD’le mücadelede başını ortaya koyar, o kişi veya güç tüm dünyanın duasını alır, koşulsuz desteğine kavuşur. Bu hissiyat o kadar sabit ve kesindir ki, kimse IŞİD’i bitirecek gücün yanlışlarına ve günahlarına bakmaz bile. Tabii bu durum, tersinden de aynı derecede vahimdir: her kim ki, IŞİD’e destek verir, yataklık eder, hatta uzaktan göz kırpar, o kişi veya güç tüm dünyanın hışmını ve nefretini üstünde toplamaktan kolay kolay kurtulamaz.

Kadın faktörüne gelince: IŞİD’in alameti farikası, uyguladığı korkunç şiddetin yanı sıra, içinde özellikle kadınların baş eğdiği ve koyun gibi güdüldüğü bir mutlak biat ve itaat düzenidir. Bu, Batı’nın kabulleneceği ve insanlığın ağırlıklı bölümünün benimseyeceği bir düzen değildir. Bu düzeni yıkmak için mücadele edenler dünyanın gözünde kahramandırlar; ama bu kahramanlar arasında fikri sorulan, sözü dinlenen kadın savaşçılar da varsa, onların erkek yoldaşlarından daha da kahraman olması, bir bakıma kahramanlığın en üst mertebesinde yer almaları kaçınılmazdır.

Kısacası, IŞİD gibi bir örgüt ve onunla savaşan kadın figürünün bir araya geldiği her senaryo, başarıyı neredeyse peşinen garantileyen bir formüldür. Anlaşılan, Akyol’dan gayri bu başarı garantili formülü kullanmaya niyetlenen başkaları da var -hem de çok daha geniş imkânlarla.

Yakınlarda, medyaya düşen bir haberden Hillary Clinton’ın, kızı Chelsea ile birlikte geçen yıl “Hiddenlight” adlı bir prodüksiyon şirketi kurduğunu ve şimdilerde bir proje üzerinde çalıştığını öğrendik (Cumhuriyet, 26 Ocak 2021). Clinton yaptığı açıklamada, ‘’HiddenLight şirketini isimli ve isimsiz kahramanları kutlamak için yarattıklarını’’, bunun bir ilk örneği olarak da Amerikalı yazar Gayle Tzemach Lemmon’ın 16 Şubat’ta yayımlanacak olan kitabını perdeye aktaracaklarını belirtmiş. Anlaşılan o ki Lemmon’un Kobani’nin Kızları: Bir İsyan, Cesaret ve Adalet Hikâyesi adlı kitabı, 2014’te Kobani kentinde çatışmalara katılan dört kadının, ABD istihbaratının da yardımıyla kentin IŞİD'den geri alınmasında nasıl etkili bir rol oynadıklarını anlatıyor. Bu kitabın, planlandığı gibi bir televizyon dizisine uyarlanması halinde hayli ilgi çekeceği tahmin edilebilir. Hele bir de Hollywood tekniği ve imkânlarıyla gerçekleştirilirse, epey bir yankı bulacağı kesin gibidir.

Tıpkı Gülistan belgeseli gibi, böyle bir dizi Türkiye’yi doğrudan hedef almayabilir, fakat ülkemiz için ne kadar yıpratıcı olabileceğini kestirmek zor değil. Zira Türkiye, IŞİD’e destek vererek zamane kahramanlarının tam karşıtı bir konumda buldu kendini. Bunun bir nedeni, Türkiye’deki iktidarın Sünni İslâm zemininde üstünden hiç atamadığı ‘’ortak hissiyat’’ hali idiyse, diğer nedeni de  ‘’yurtta ve cihanda’’ izlediği yanlış Kürt politikalarıydı. Türkiye’yi yönetenler eğer gerçekten ‘’stratejik derinlik’’ öngören bir vizyona sahip olsaydı, PKK ile mücadele için gerek ülke içinde gerek Suriye’de farklı seçeneklere sahip olduklarını fark edebilirdi; fakat bunlar ayrı konular.

Sonuç olarak, başlangıçta ABD dahil başka ülkeler de IŞİD’e pekâlâ dolaylı destek vermişken, bu desteklerini çekmekte ve hızla cephe almakta gecikmediler; fakat Türkiye aynı çeviklik ve açıklıkla davranamadı. IŞİD’in bir ‘’devlet’’ olarak çökmesinden sonra bile, Türkiye’nin bu yapılanmayla ilişkisi hâlâ soru işaretleriyle doludur. Halihazırda ülkemizde en az on bin cıvarında IŞİD’linin barındığı söyleniyor -inanılması değil, inanılmaması zor bir rivayet maalesef.

Son zamanlarda, IŞİD’lilere yönelik geniş operasyonlar düzenlendiğini duyuyoruz, ancak bu operasyonların daha çok dış dünyaya dönük göstermelik girişimler olduğuna inananlar az değil. Mamafih, bu girişimler çok ciddi ve samimi de olsalar, galiba fazla fark etmiyor. Zira nasıl ki senelerdir kıyasıya süregelen ‘’FETÖ’’ye yönelik sürek avları bu cemaat yapılanmasıyla zamanında yaşanmış ortaklıkları unutturmuyor ve hâlâ bazı soru işaretlerinin ortadan kalkmasını sağlamıyorsa, IŞİD’e yönelik operasyonlar da mazide yaşanan ‘’birliktelik’’leri silmeye ve benzer şüpheleri gidermeye yetmiyor. O kadar ki, Türkiye ağzıyla kuş tutsa, üstüne yapışmış IŞİD lekesinden kolay kolay kurtulacağa benzemiyor.

Ufuktaki yaptırım ve kısıtlamalara bakılırsa, özellikle ABD’deki yönetim değişikliğinin ardından Türkiye’yi zorlu günler bekliyor. Öyle görünüyor ki Türkiye toplumu, gerek uzun yıllardır çözümsüz kalan problemler için, gerek iktidarın yok yere yarattığı türlü ilave sorunlar için ağır bedeller ödeyecek. Bu bedellerin mali boyutu ürkütücü, fakat iş sadece mali boyutla kalsa iyi. Kültürel alanda aniden ortaya çıkacak kötü sürprizler, mali hasarlar kadar yıkıcı olabilir. O yılları görenler hatırlayacaktır, ülkemizden iç karartıcı ve rezilane zindan manzaraları sergileyen Midnight Express filmi (yapımı 1978), memleket imajına beklenmedik bir darbe vurmuş, Türkiye’nin tanıtım ve lobi şirketlerine yüz milyonlarca dolar ödeyerek bile telafi edemeyeceği oranda kalıcı zararlar vermişti. Midnight Express iyi bir film değildi, fakat ticari başarısı tartışılmaz.

Clintonların televizyon dizisi nasıl olur, göreceğiz. Ancak çok kaliteli bir dizi olmasa da, bir kere tutarsa, Türkiye’yi ikinci bir Midnight Express bekliyor demektir.


[1] John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, Küre Yayınları, 2017.

[2] The Occupation of the American Mind. Yapımcıları: Loretta Alper ve Jeremy Earp.