İlhan Mimaroğlu Belgeseli

İlhan Mimaroğlu'nun müziğe sırılsıklam âşık olduğu belli.

Ece Ayhan

Besteci, musiki tarihçisi, yazar İlhan Mimaroğlu hakkındaki belgeselin gösterimi 27 Ocak'ta  MUBİ'de başladı. İlk kez, tanınmış belgesel film şenliklerinden 2020 Visions du Réel’in “Burning Lights” bölümünde gösterilen A Documentary Project: Mimaroğlu adlı belgesel 39. İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması’nda mansiyon, 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali (3-10 Ekim 2020) Ulusal Belgesel Yarışması’nda jüri özel ödülü kazanmıştı. Film Serdar Kökçeoğlu yönetiminde çekilmiş.

Mimaroğlu'nun eşi Güngör Bozkurt da belgeselde yer alıyor. 1926 İstanbul doğumlu İlhan Mimaroğlu'nu 2012'de kaybetmiştik. Demek ki, film üzerindeki çalışmalar ise 2018'de, bestecinin ölümünden altı yıl sonra başlatılmış. Bu yüzden belgeselde İlhan Mimaroğlu'nun eski çekimleri kullanılmış. Belgesele Güngör Bozkurt da sağladığı malzemeyle katkıda bulunmuş.           

Yönetmen Kökçeoğlu bestecinin Türkiye'deki hayatına çok kısaca değinip geçtikten sonra ABD'deki çalışmalarını merkeze almış. Kendini "politik bir besteci" olarak gören Mimaroğlu'nun musiki hayatı ile New York'un siyasi dünyası filmde zaman zaman iç içe geçiyor. Yönetmen, İlhan Mimaroğlu'nun bir avant garde sanatçı, Türk musikisinin en ayrıksı temsilcisi olduğunu göz önünde tutarak belgeselde klasik bir anlatım yerine, kendi deyişiyle, "avangard kolaj"a yakın bir anlatımı tercih etmiş. Bir muhabirin "bu film belgesel mi, biyografik mi?" sorusuna şu cevabı vermiş:

İkisi de değil. Mimaroğlu [filmi], İlhan Mimaroğlu’nun müziğine; İlhan ve Güngör’ün hiç yazılmamış biyografilerine de yer verecek ama Mimaroğlu belgeseli bunlardan daha fazlası. Bir kere müzik dışında fotoğraf, sokak sanatı ve sinemayla da ilgilenmiş çok yönlü bir sanatçıyı artıları ve eksileriyle, kolaj tarzıyla ele almayı amaçlıyor ve bu açıdan kurmaca ve deneysel sinema tekniklerinden yararlanıyor. Belgesel, çılgın bir 60’lar portresi ortaya koyarken Türkiye’ye dönen Güngör Mimaroğlu’nun gençken ayrıldığı Moda’daki yeni hayatını da derinlikli bir şekilde ele almayı hedefliyor (www.fongogo.com, 29 Kasım 2018).

Belgeselde Güngör Hanım'ın konuşması, besteciyle evliliğinin çarpıcı hikâyesine yer verilmesi doğru bir tercih, ama yönetmenin "bunlardan daha fazlası" dediği şeyi, yani belgeselin konusu İlhan Mimaroğlu'nu olması gerektiği gibi bulamıyoruz ne yazık ki.      

Bir İlhan Mimaroğlu belgeselinin yayınlanması elbette heyecan verici. Ama filmi seyretmeyi bitirdiğimizde, onun uzak bir ülkeden ABD'ye göç ettikten sonra neredeyse Amerikalılaşmış biri olduğu izlenimini ediniyoruz. Oysa Mimaroğlu yazılarında bir Türk bestecisi olduğunu sık sık belirtmiştir. Nitekim, bir defasında bir ABD gazetesinde "yeni Amerikalılar"dan biri olarak tanıtılmasını kendine yakıştıramadığını belirtme ihtiyacını duymuştur.[1] Filmde İlhan Mimaroğlu İngilizce, Güngör Hanım Türkçe konuşuyor. Bunun filme ne kazandırdığını anlamak kolay değil. Mimaroğlu'nun konuştuğu bölümlerde onun İngilizce klipleri kullanılmış. Başka bir yol bulunamaz mıydı acaba? Fakat bu tercih sonuçta İlhan Mimaroğlu'nun oryantalist bir gözle "yeni Amerikalı" bir besteci olarak alımlanmasına yol açıyor.            

Mimaroğlu Bir Özgeçmiş'teki o notu düşerken bir besteci olarak konuşmuş. Ama o, bir aydın, bir insan olarak da Türkiyeliydi. Türkiye'yle, Türk basınıyla, Türk arkadaşlarıyla bağını hiçbir zaman koparmamıştır. İstanbul'a, Ankara'ya sık sık gelirdi zaten. Türkçeyi çok iyi kullanan bir yazar olan Mimaroğlu ABD'ye göç ettikten sonra da çeşitli kitaplar yazmış, bunlar Türkiye'de basılmıştır. Filmde yalnız bir adam gibi görünüyor oysa; hiç olmazsa Erdem Buri, Âbidin Dino, Bülent Arel gibi arkadaşlarından bahsedilmesini istiyor insan. İlle de sağ olan kişilerle çalışmak gerekli idiyse, onun sanatını en iyi şekilde değerlendirecek, onunla ayrı yolda yürümüş olan bir besteci vardı: İlhan Usmanbaş.  O da yok.

Film, Mimaroğlu'nun elektronik bestelerinden seçilmiş parçalar eşliğinde, kendisini tanıyanların söylediklerinden seçilmiş tek cümlelik sözler ve New York görünümleri ile hızla akıp gidiyor. Birçok sahnede musikinin söylenen sözlerin işitilmesini zorlaştıracak kadar gür tutulduğu bu hızlı akış içinde yönetmen bestecinin musiki alanındaki görüşlerinin nasıl evrildiğini yansıtamıyor. Sanki musikişinaslığa (Mimaroğlu da bu terimi kullanırdı) elektronik musiki ile başlamış gibi. Mimaroğlu başından beri modernist musiki hareketlerine ilgi duyuyordu; ama onun da bir gelişim çizgisi, bir ivmesi olmalı. ABD'ye yerleşmeden önce, oda musikisi eserleri, piyano parçaları, keman, viyolonsel, klarnet için çeşitli eserler bestelemişti.       

Cumhuriyet'in ilk kuşağının bestecileri (özellikle Cemal Reşit Rey, Adnan Saygun, Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kâzım Akses) Anadolu halk musikisi ile Osmanlı-Türk musikisi öğelerini çoksesli musikide işleyerek ulusal bir musiki okulu kurmak istemişlerdi. 1950'lerde ürün vermeye başlayan, onlardan sonraki kuşak gelenek, makam gibi kavramlarla ilgilenmedi, gözüpek bir tercihle dünya musikisinin ulaştığı noktada işe koyuldu. Bülent Arel, İlhan Usmanbaş, Ertuğrul Oğuz Fırat gibi besteciler atonalite, 12-ses gibi modernist üsluplara ilgi duydular. Bu ikinci kuşağın önde gelen temsilcilerinden biri de Mimaroğlu'ydu. Bir önceki kuşaktan bu keskin kopuşu filmde de görmek istiyor insan. Çünkü Mimaroğlu kuşağının tercihlerinin bir arka planı var.         

İlhan Mimaroğlu sadece besteci değildi. Sinemaya duyduğu ilgiye değinilmesi, özellikle "Musiki sinematografik bir olaydır, özellikle elektronik musiki için bu böyledir," demesinin anılması çok yerinde, ama yazdığı kitaplardan hiç bahsedilmemesi hemen göze çarpan bir eksiklik. Besteciliğinin hemen yanında anılması gereken bir yazarlığı var onun; on üç kitap yayımlamıştır. Bir musiki tarihçisi, musiki sorunlarını derinlemesine irdeleyen bir musiki düşünürüydü. Musiki Tarihi (1961) adlı kitabı bu sanatı gerektiği gibi tanımak isteyenler için son derece faydalı bir kaynaktır. Türkiye'de o zamana kadar çıkan musiki tarihi konulu kitaplar "hayatı-eserleri" kalıbı içinde yazılmış ansiklopedik metinlerdir. Bu metinlerde yazarın bakış açısını bulamazsınız. Oysa bu kitabın her satırında kendini gösteren bir perspektif vardır. Beş yüz yıllık bir musikinin tarihi o zamana kadar hiçbir metinde bulamadığımız bir görüşle, bestecilerin musiki diline getirdikleri yenilikler açısından, dikey bir değerlendirme ile yazılmıştır. Yayımlandığı günden bu yana ciddi musiki dinleyicisinin temel başvuru kaynağı olan bu kitap hâlâ eskimemiştir.  

Yine 1961'de yayımladığı On Bir Çağdaş Besteci Türkçe musiki kütüphanesi için gerçek bir kazanç oldu. Sanatını incelediği Debussy, Ravel, Stravinski, Bartók, Prokofiyev, Hindemith, Schönberg, Berg, Webern, Varèse, Ives anlaşılması zor bestecilerdir. Mimaroğlu her biri birer çetin ceviz bu bestecilerin sanat sırlarını bizlere ilk defa açmış, çetrefil konuları herkesin anlayabileceği sade bir şekilde açıklamış, okurlarına modern çağın musikisini dinleme zevki aşılamıştır. Musikiseverler yirminci yüzyıl musikisinin önde  gelen bestecilerini, yenilikçi üslupları, en yeni akımları, hep yirminci yüzyıl musikisinin ardında koşan, bu çağın seslerini arayan Mimaroğlu'nun kitaplarından, gazete-dergi yazılarından, radyo konuşmalarından öğrenmişlerdir.   

Caz Sanatı (1958) adlı kitabı Türkçede caz üstüne yazılmış ilk kitaptır. Cazın o zamana kadarki tarihini, musikişinaslarını tanıtan, bu yeni sanatın özel terimlerini açıklayan bu eserin her şeyden önce tarihî bir değeri vardır. Mimaroğlu'nun bu kitapta cazı "uluslararası bir sanat musikisi" olarak tanımlaması çok önemlidir. Çünkü 1950'lerde bile hâlâ küçük bir çevrede tanınmış bir sanattı caz. Caz denince pek çok kimsenin aklına popüler musiki türlerinden biri gelirdi.     

Elektronik musikiyi Türkiye'ye tanıtan da Mimaroğlu'dur elbette. Bu musikiyi ilkin çeşitli gazetelerle dergilerde yayımlanan yazıları, radyo konuşmaları ile tanıttı. Bu konuda 1966'da İngilizce olarak yazdığı metni daha sonra gözden geçirdi, yeniden yazdı. Bu metin 1991'de Türkçe olarak basıldı.     

Günsüz Günce, Ertesi Günce onun özgün musiki düşüncelerini bulduğumuz, bütün musiki severlerin zevkle okuyacağı kitaplardır. Geldim Gördüm Geçtim Gittim: Bir Özgeçmiş adlı kitabı bir yönüyle onun kendi geçmişini kurcaladığı, bir yönüyle de izlenimci bir gözle yazdığı bağımsız denemelerden meydana gelir. Bu kitap, onun kişiliğini, hayat hikâyesini tanımak bakımından da zengin bir malzeme içeriyor. Mimaroğlu'nun bir de çeşitli Amerikan gazeteleriyle dergilerinde yayımlanmış olan konser eleştirileri ile plak kitapçıklarında yer alan keskin görüşlü yazıları vardır. Amerika'da da sözü dinlenen, görüşleri önemsenen bir musiki eleştirmeniydi. İngilizce yazılarının sadece küçük bir bölümü 2003'te Pan Yayıncılık’ça basılan Other Words adlı kitapçıkta toplanmıştır.    

İlhan Mimaroğlu'nun aynı zamanda bir yazar, hem de usta bir yazar olduğunu vurgulamak için üzerinde durdum yazdığı kitapların. Bunlar Türkiye'de musiki kültürünün gelişmesine katkıda bulunan, musiki severlerin mutlaka okuması gereken eserler. Kitaplarına girmemiş olan daha pek çok gazete, dergi yazısı var. Ama şunu da önemle belirtmem gerekir: Bu eserler, konusunda uzman olan bir kişinin meraklılar okuyup bir şeyler öğrensin diye yazdığı kitaplar olarak görülemez sadece. Her yazısında öğretici olma amacının üstüne çıkan özgün, kişilikli bir yazarı buluruz. Üslubu olan bir yazardı, bunu da belirtmem gerekir. Bakışındaki kişiliklilik üslubunda da kendini gösterir. Türkçesi de mükemmeldi. Mimaroğlu Batı dillerindeki musiki terimlerine Türkçe karşılıklar aramış, bunları bol bol kullanmıştır. Yazıları, kullandığı yeni Türkçe terimlerin derlenmesi yönünden de incelenebilir.      

Bu belgesel, Mimaroğlu'nun bestecilikteki evrimi gibi, Türkçe musiki edebiyatındaki yerinin de incelenmemiş olduğu izlenimi uyandırıyor. Mimaroğlu gibi seçkin bir musiki adamının belgeselini çekmek gibi özgün bir fikrin heyecanıyla film biraz aceleye gelmiş olabilir.

Bağımsız kişilikli, gözüpek, eşi gibi ayrıksı bir kadın olan Güngör Hanım'a filmde yer verilmesinin doğru bir karar olduğunu söyledim. ABD'ye göç etme kararını birlikte vermişler zaten. Güngör Hanım'ın anlattıkları sadece kendi kişiliğini değil, İlhan Mimaroğlu'nun kişiliğini de aydınlatıyor. İlhan nasıl elektronik musiki besteciliği için gerekli ortama bu ülkede kavuştuysa, Güngör de özlediği özgürlüğü orada bulup gerçekten bağımsız bir kadın olarak yaşamaya başlıyor. Koşut hayatlar... Gelgelelim, Güngör Hanım'ın önceki evliliğinde doğan oğlu Rüstem Batum'un annesi ile üvey babasına bakışına yer verilmesi lüzumsuz, bir fazlalık. Belgesele katkısı yok. Filmin asıl öznesi İlhan Mimaroğlu. Konulu filmlere göre daha kısa bir süreye sığdırılması gereken belgesellerde (film yetmiş altı dakika) başkişinin en çok öne çıkarılması gereken özelliklerinin işlenmesi beklenir. Daha bir yaşındayken anneanneye bırakılan bir çocuğun annesiyle üvey babasına bakışı elbette beklendiği gibi olabilirdi. Hikâyenin bu yönü belgeselde mutlaka yer almalı mıydı? Ama niyet Mimaroğlu'nun biyografisini veren bir kitap yazmak olsaydı, bu hikâye orada yer alabilirdi. Biyografisi de yazılabilecek bir sanat adamıdır tabii.          

İlhan Mimaroğlu gerek musikideki modernist yönelimiyle, gerekse bu sanat hakkındaki derin görüşleriyle yirminci yüzyıl Türkiye'sinin herhalde en özgün musiki adamıydı. Onun sanatı, görüşleri, arayışları üstüne bir monografi mutlaka yazılmalı. Sadece sanat için yaşayan, musiki sorunlarını kendine dert edinen bu has sanat adamının, bu çok incelmiş entelektüelin  bir portresini çizen bir belgesel yayınlanmış olması eksiklerine rağmen sevindirici. İnşallah, Mimaroğlu üstüne yeni çalışmaları özendirecek bir etki uyandırır.     


[1] Bkz. Geldim Gördüm Geçtim Gittim: Bir Özgeçmiş, Pan Yayıncılık, İstanbul, 2001, s. 21