Cumhurbaşkanı, sadece halkına tefhim ederek temel hak ve özgürlükleri sınırlayabilir, hatta durdurabilir mi? Yaşadığımız ve yönetilemediği için kronikleşerek yaşama biçimimiz haline getirilen pandemi ile ilgili temel hukuki soru aslında şu: Genelge ile, hatta kimi zaman genelge ilanına bile gerek duyulmadan, İçişleri Bakanlığı sitesindeki duyurular ya da cumhurbaşkanının şifahen ilan ettiği tedbirlerle temel haklar ve özgürlükler sınırlanabilir mi? Cevabı çok da karmaşık bir yerde aramak gerekmiyor, Anayasa madde 13 açıkça temel hak ve özgürlüklerin, Anayasa’nın ilgili maddelerinde öngörülen sebeplerle ve ancak kanunla sınırlandırabileceğini yazar. Bu maddedeki o kuvvetlendirici, sınırlandırmanın güvencesini temin edici “ancak” kelimesi, onlarca akademik makaleye konu olmuştur, epey eskiden beri. Yani, Anayasa’nın lafzının temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında ne kadar ciddi, kararlı bir yasal dayanak öngördüğünü söyler o “ancak”. Tek başına, “kanunla sınırlandırılabilir” de denilebilirdi ama orada başka bir şey yazar: “Ancak kanunla sınırlandırılabilir.” Ama Türkiye’nin salgın hastalıkla imtihanı da ortalama demokratik devletlerin verdiği reflekslerden epey farklı oldu. Hukuk devleti olma tartışmasını geride bırakmıştık zaten ama kanun devleti olma vasfının yitimini de bu süreçte itinayla yaşamış olduk. Sokağa çıkmak, seyahat özgürlüğü temel hak ve hürriyetlerdendi ama nasılsa kısıtlanması ve hatta durdurulması, bırakın “ancak kanunu”, çoğu zaman cumhurbaşkanınca ilanından günler sonra bakanlık sitesine konulan bir “duyuru” metniyle yapılıyordu. Kanunun epey altındaki bir genelgeye konu olursa, en azından arkasında bir dayanak var diye sevinmek gerekir miydi? Hatta bu duyurulardan birinin zamanlaması, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “askıda istifasını” bile getirmişti. O görevden affını istemiş, tek başlı yürütme organımız cumhurbaşkanı bu istifayı kabul etmemişti. Tabii Türkiye siyasetinde yeni bir kurum olarak bu “askıda istifa” kurumu, siyasilerin görevden affedilmelerini istediklerini sosyal medya aracılığıyla duyurup, cumhurbaşkanının da bunu kabul edip etmediğine bağlı olarak yürürlüğe giren yeni bir istifa modeli üretmişti. Kurumsal anlamıyla bildiğimiz istifa, kullanılmakla hükmünü tüketen, kabule bağlı olmayan, tek taraflı bir irade beyanıydı, en azından bugüne dek bildiğimiz anlamıyla. Anayasal dayanaktan yoksun ve vatandaşlara ancak “duyduk duymadık demeyin” hukukiliğinde televizyonlardan ilan edilen temel haklara ilişkin yasaklardan sonra, muhatabının kabulünü bekleyen “askıda istifa” da bu dönemin Türkiye siyasetine armağanlarından biriydi tabii.
Tanıl Bora, Dünya Rakı Günü’nünü anlatırken, “Meşhur ‘hayat tarzının’, kuşkusuz temel haklarla, kişi dokunulmazlığıyla belirlenen açık bir savunma hattı var,” demişti. 29 Nisan’da başlayıp 17 Mayıs’a dek süren ve yine bir “genelge” ile duyduk duymadık demeyeceğimiz Türk usulü “tam kapanma” bu açıdan yine oldukça ilginç. 17 günlük süreçte salgın ve bulaşıcı hastalıkla ilgili seyahat kısıtlaması ve sokağa çıkma yasaklarının yanında, bir ilgi kurulmasının mümkün olmadığı alkol yasakları da geldi. Mesele, yılbaşında getirilen kapanmanın, hükümetin alkol siyaseti olarak alkol alınımını zımnen yasaklamak niyetiyle mi diye konuşulmuştu zaten. Burada, Gümrük ve Tekel Bakanı Suat Hayri Ürgüplü’nün şarabı nefisleştirme çalışmalarını okurken, “rakı ucuzlarsa, şarap satışına darbe vurulur” tartışmaları da siyasetin fikrî takibini yapmak açısından az şey söylemiyor… Çünkü bugünkü bu yasak, 2011’de çıkan bir yasa ile önce alkollü içki firmalarının reklam yasağı kapsamına alınması, daha sonra üniversite kampüslerinde alkollü içki satışının yasaklanması ile başladı. Hemen akabinde Vilayetler Evi, Polis Evi, Hakimler Evi gibi kamuya ait sosyal hizmet tesislerindeki yasaklarla sistematik bir alkol politikasının izlendiği açık. 2013’te getirilen promosyon yasakları, reklam verememeleri, içkilerin yanında eşantiyon hediye edememeleri ama en çok tartışılanı 22.00 ile 06.00 saatleri arasında satışının, o tarihten beri yasaklanmış olması… 17 günlük uzun süreli alkollü içki yasağının bugün başlamadığını görmek, küçük küçük fragmanlar halinde işlenmiş sistematik bir alkol siyasetinin sonucu olduğunu açık ediyor zaten. Türkiye’de alkollü içki tüketiminin bundan nasıl etkilendiğini bilmek de pek mümkün görünmüyor. Bu ancak evde içki yapımının, bira kitlerinin ne derece arttığı göz önünde tutularak anlaşılabilecek bir husus. Devletin Alkol Politikalarını İzleme Platformu, Türkiye’nin 2020 alkol tüketim verilerini açıklarken, şunu söylemiş bile:
Yüksek vergilerin kaçınılmaz sonucu olan karaborsa açısından da endişe verici bir tablo ile karşı karşıyayız. Ne yazık ki, hızla artan raf fiyatlarından dolayı vatandaşların hızla kaçak ve sahte içkiye yöneldiği anlaşılmakta. 2020 senesinde kaçak ve sahte içkiye yönelik ülke genelinde toplam 2 bin 430 operasyon yapılırken toplam 3 bin 547 şüpheli hakkında adli işlem yapıldı. Bu operasyonlarda toplam 1 milyon 20 bin 819 litre kaçak ve sahte alkol ele geçirilirken bu sayı yalnızca 5-23 Ekim tarihleri arasında 161 bin 62 litre olarak verilere yansıyor. Tüm bu esnada, 2020’nin yalnızca son 3 ayında 92 vatandaşımız, ne yazık ki sahte içkiye bağlı olarak hayatını kaybediyor.
Dolayısıyla hükümet politikalarıyla, alkol tüketimi arasındaki korelasyonun tespiti, iğneyle kuyu kazar gibi, sahte, kayıt dışı ya da evde yapılan alkollü içkinin hesaba katılmasıyla mümkün.
Öte yandan… Tekel Bayileri Platformu başkanının herhangi bir muhalefet partisinden daha net olan açıklaması, önemli noktayı vurgulamıştı aslında: “Hükümet yetkililerinden sağduyu, hoşgörü, dinî bağlamda açıklama falan beklemiyoruz. Satışı yasal bir ürün, kanuna aykırı şekilde yasaklanamaz.”
Bu hikâyenin nerede başladığı malum, hoşgörü ve dinî hassasiyetlerimizle, bir de mümkünse sağduyu şemsiyesiyle… Alkolün politik seyrini izlerken, Gümrük ve Tekel Bakanlığı’ndan başlayıp, AKP iktidarına ve oradan da AKP iktidarı içindeki birbirini takip ederek ilerleyen alkol savaşlarını izlemek gerek. Ama asıl gereken belki de alkolün hukukunu savunmak! Çünkü temel hak ve özgürlüklere yapılan müdahalenin, demokratik bir toplumda gerekli ve orantılı olup olmadığını inceleyen Anayasa Mahkemesi, 22.00’den sonra sadece alkollü içki sattığı için 30 bin küsur lira idari para cezasına çarptırılan Edremitli bir tekel bayiinin, bu cezanın, işletmesinin tüm sermaye tutarından fazla olduğuna dair başvurusunu incelemişti. Bu kararda AYM, “anayasal ödev çerçevesinde alkol kullanımının sınırlandırılmasından” bahsetmiş, kamu yararı ile karşılaştırma yaparak küçük bir ilçedeki bir esnaf için 30 bin liralık cezanın orantılı ve gerekli olduğunu sonucuna ulaşmıştı… Alkolün hukukunun, bu Türkiye’de savunulması belki çok mümkün değil, ama buna rağmen en azından onun da bir hukuku ve hakları olduğunu söylemek mümkün. Bu hukukta, temel hak ve özgürlüklerin kanun dışı bir yolla sınırlanması, hatta durdurulması mümkün değil, seyahat kısıtlamaları ve sokağa çıkma yasaklarına bakıldığında pandeminin birinci yılını deviren ve her konuda hızla kanun çıkarmakla “övünen” bu ülkede, bunu anayasaya ve hukuka uygun hale getirecek bir kanun yapılamadığı gibi, tedbir ve gerekçelerin dozu arttırılıyor, yetmiyor salgın hastalıkla bir ilgisi olmadığı halde alkollü içki satışı, açık olan marketlerde yapılamıyor. Sadece alkollü içki satışına özgülenmiş bir satış hacmi olmayan, bunun dışında başka pek çok tüketim ürünü satan tekellerin açılmasına izin verilmiyor. Çünkü bu ülkede, bazılarının hukuku, bugün savunulamıyor. Ama belki söylemekten hiç usanmamak gerek: Alkolün de savunulması gereken hukuku vardır.