Biz Olmadan Asla: Ekranda Azınlıkların Temsiliyeti

İnsan suretini arar. Kendini, kendi gibiyi görmek ister. Varlığının onaylanmasını, var olmasının bir hata değil, bir olasılık, bir sorunun yanlış cevabı değil, bir dolu seçenekten yalnızca biri olduğunu bilmek ister. İnsan, şu dünyada bir sandalye de ona çeksinler ister. Sokakta, evde, işte, o gıpgri devlet dairesinde. Bir de saatlerini geçirdiği, hayallerini kurduğu, kahramanlarıyla özdeşleştiği ekranın önünde. Etnik, dinsel, cinsel veya kültürel… Kendi kimliğini ekranda görememek önemsiz, değersiz, yok hükmünde olduğunu hissettirir insana. Bu kimliklerin her daim negatif veya bir karikatür gibi tasvir edilmesiyse daha derinden acıtır. Televizyonu her açtığınızda kendinizi kötü adam rolünde gördüğünüzü düşünün. Her dizinin şerefsizi siz olsanız? Konuşmanız, davranışlarınız hep bir şaka unsuru olsa? Üstelik şakalar da komik olmasa? Peki sizi canlandıranlar sizle alakası olmayan insanlar olsa? Ne hissedersiniz?

Siyahlar, azınlıklar, LGBTQIA+, engelliler, ezilen ve ayrımcılığa uğrayan tüm topluluklar belki yüz yıldır işte bu sorunlarla boğuşuyor. Filmlerde ve dizilerde yer verilmeyen, verildiğinde yanlış ve yanlı resmedilen, klişelerin, basmakalıp şablonların kurbanı olanların sesi tarihin ilk gişe rekortmeni ve ne tesadüftür ki en ırkçı filmi Birth of a Nation’dan (1915) beri kısılmaya çalışılıyor. Ancak görünen o ki bir şeyler değişmeye başlıyor. Zira George Floyd’un ölümü ve Black Lives Matter (BLM - Siyah Hayatlar Değerlidir) hareketi tüm dünyayı olduğu gibi gösteri dünyasını da baştan ayağa sarstı. Pandemide tüm gözlerin protestolara çevrilmesinden mi dersiniz, sosyal medyanın gücünden mi ya da kadın hareketi ve #MeToo‘nun açtığı yolun artık kapanamaz bir hale gelmesinden mi bilinmez, ancak Hollywood’da bir şeyler değişmeye başlıyor gibi. 

2015 ve 2016 senelerinde Oskarların tüm oyunculuk adayları beyaz, heteroseksüel ve natrans, yönetmen adaylarının tümü erkekti. Üstelik 2015’te Selma filmi kadrosunun BLM hareketine verdiği destek yüzünden cezalandırılmış, Ava Duvernay yönetmen, David Oyelewo erkek oyuncu adayları arasına girememişti. Adaylıkların açıklanmasıyla patlayan #OscarsSoWhite (Oskarlar Öyle Beyaz ki) etiketi değişimin fitilini ateşledi. Akademi önce “yaşlı beyaz dedeler” imajını düzeltmek için üyelik kontenjanını genişletti ve kadın, azınlık ve uluslararası üye yüzdesini arttırdı (Türkiye’den Zeynep Atakan ve Harika Uygur bu dönemde üyeliğe kabul edilenler arasındaydı), sonra da en iyi film adaylarının uyması gereken birtakım kapsayıcı kriterler getirdi. Görünüşte hem kamera önü hem arkasında temsiliyeti arttırmayı hedefleyen kriterler iyi bir başlangıç, ancak özellikle dev şirketlerin kolayca “mış gibi” yapabileceği kadar da numara çekmeye müsaitti.

Eğer ki Oskar reformları sektöre azami yapılması gerekenin ne olduğuna dair bir önerme idiyse, Oskarların habercisi olarak bilinen Altın Küre Ödülleri’nin başına gelenler değişime direnen kurumların akıbetine dair bir uyarı atışıydı. İlkin ödülleri düzenleyen Hollywood Yabancı Basın Derneği’nin (HFPA) seksen yedi üyesinden bir tanesinin bile siyah olmadığı ortaya çıktı(!), sonra eski başkanlardan Philip Berk’ün Black Lives Matter için “ırkçı bir nefret hareketi” dediği duyuldu ve gerisi çorap söküğü gibi geldi. Önce Netflix, WarnerMedia ve Amazon, yani bir zamanların stüdyolarının yerini alan yeni devler 2022’deki töreni boykot edeceklerini duyurdu; sonra sivil haklar mücadelesi deyince ismi pek de akla gelmeyen ama siyah bir erkek evlat babası olan Tom Cruise üç Altın Küre’sini de iade edeceğini duyurdu ve en sonunda 1995’ten beri ödül törenine ev sahipliği yapan NBC önümüzdeki sene programı yayınlamayacağını açıkladı. HFPA’nın “yıl sonuna kadar yirmi yeni üye alacağız” gibi muğlak vaatleri ise kimseyi etkilemeye yetmedi. Time’s Up aktivistleri HFPA’nın çabalarını “beylik vitrin süsleri” olarak tanımladı. Altın Küreler iptal olmuştu.

Beylik vitrin süslemeleri veya göstermelik reformlarla üstesinden gelinemeyecek bir alan ise otantik, başka bir deyişle aslına uygun temsiliyet: Yani bir kimliğe ait bir rolün o kimliği taşıyan bir aktör tarafından canlandırılması. Örneğin trans bir karakteri trans bir oyuncu, engelli bir rolü engelli bir aktörün oynaması. Çünkü bir hikâyede azınlık bir karaktere yer verilmesi tek başına yeterli değil. Karakterin aslına uygun tanımlanması ve canlandırılması elzem. Aksi bir temsiliyet ayrımcı şablonları körüklemekle kalmıyor, ezilenlerin hikâyelerini bir satış veya prestij unsuru olarak da kullanmış oluyor. Örneğin Eddie Radmayne The Danish Girl filminde trans bir kadını canlandırarak Oskar’a aday oluyor. Peki ne mutlu. Ama öte tarafta natrans bir erkeğin bu rolü canlandırması trans kadınların “kılık değiştiren erkekler” olarak algılanmasını ve bu sebeple şiddet ve nefret görme ihtimallerini körüklüyor. Zaten iş olanakları kısıtlı olan azınlık aktörlerin elinden alınan kariyer fırsatları da cabası.

Otantik temsiliyetin en iyi örnekleri arasında dizilerden Pose, Ramy, Breaking Bad; filmlerden Boys in The Band, Tangerine, A Fantastic Woman sayılabilir. Ryan Murphy’nin Prom filminde gay bir karakteri canlandıran James Corden; Sia’nın Music filminde otizmli bir karakteri canlandıran nörotipik aktör Maddie Ziegler’in yüksek bir şekilde eleştirilmesi, Rupert Sanders’ın Rub & Tug filminde trans bir karakteri canlandıracağı açıklanan Scarlett Johanson’ın tepkiler üzerine projeden çekilmesi gibi örneklerse bir eşiğin aşıldığını gösteriyor bize temsiliyet mevzularında. Elbette her rolü tam o rolün karşılığı bir aktörün canlandırması bir yandan da “ari aktörlük” gibi ekstrem bir noktaya gitme tehlikesi taşıyor. Ancak mevcut politik ortamda haklı bir “düzeltme” dönemindeyiz. Sistemik ırkçılık ve ayrımcılığın izlerini silmek, acılarını hafifletmek kolay değil. Belirli bir doyum noktasına ulaşana kadar geriye dönük hataları düzeltmek, azınlık temsilcilerine öncelik vermek sektörün boynunun borcu.

En önce gereken de dip köşe bir temizlik. HBO Max’in Rüzgar Gibi Geçti’yi yayından kaldırması; 30 Rock, Scrubs, It’s Always Sunny in Philadelphia, Community ve hatta Golden Girls’in black face (siyah surat) içeren bölümlerinin kaldırılması; Friends gibi ikonik bir dizinin bile yeterince kapsayıcı olmadığı için topa tutulması ve yaratıcılarının dizinin fazla beyaz olduğunu itiraf etmeleri; Little Britain’ın BBC tarafından yayından kaldırılması ve yine yaratıcılarının “şimdi olsa böyle bir komedi yapmazdık” diye günah çıkarmaları; yeniden uyarlanan Gossip Girl’ün kadrosunun siyah ve LGBTQIA+ karakterler üzerine kurulması; Netflix ve Amazon Prime gibi devlerin siyah yeteneklerin işlerini öne çıkararak Black Lives Matter başlıkları açması hep bu temizliğin süpürgesinde birikenlerden.

Bu çabaların bir adım ötesi ise renk körü veya daha iyi bir isim vermek gerekirse, renk bilinçli rol dağılımı. Yani tarihî gerçeklere veya yazımına bakmaksızın, beyaz olarak kurgulanmış bir karakterin azınlık mensubu bir aktör tarafından oynanması. Bunun ilk örneğini beyaz tarihî figürlerin siyah ve göçmen aktörlerce canlandırıldığı Hamilton müzikalinde görmüştük. Irkçı bir tarihin çerçevesini tekrar çizen bu yaklaşım bu senenin en popüler dizilerinden Bridgerton’da da karşımıza çıktı. 19. yüzyıl İngiltere’sine siyah bir kraliçe ve asilzadeler enjekte eden dizi Netflix’in en çok izlenenlerinden oldu. Charles Dickens’ın ölümsüz karakteri David Copperfield’ı yeni uyarlamasında Hintli aktör Dev Patel’in; yeni Channel 5 projesinde İngiltere kraliçesi Anne Boleyn’i siyah aktör Jodie Turner-Smith’in canlandırması, Disney’in yeni Küçük Denizkızı filminde şimdiye kadar hep beyaz aktörler tarafından canlandırılmış veya beyaz “çizilmiş” Ariel’i siyah aktör Halle Bailey’nin canlandırması akımın öne çıkan örneklerinden.

Dünyada tüm bunlar olurken biz neredeyiz derseniz, epey gerideyiz. Bir rolü sahibinin oynaması bir yana, bir azınlık karaktere yer verilmesinin dahi zorlaştığı bir dönemdeyiz. Etnik ve ırksal grupların birer şive taklidine indirgendiği, Survivor veya Kuaförüm Sensin gibi programlarda siyah suratın rahatça yapıldığı, LGBTQIA+ karakterlerin ya hiç ya klişe temsilleriyle yer aldığı, engelli rollerin duygu sömürüsü aracı olarak kullanıldığı bir sisteme sahibiz. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Netflix için hazırlanan If Only isimli dizinin senaryosundan gay bir karakterin çıkarılmasını talep etmesi, Dix Pour Cent (Menajerimi Ara) dizisinin yerli uyarlamasında lezbiyen karakterin heteroya dönüşmesi hiçbirimizi şaşırtmıyor mesela. Henüz “Bu otizmli karakteri neden otizmli bir oyuncu oynamıyor?” veya “Neden başörtülü bir yıldızımız yok?” diyecek noktada değil, ekranda otizmli ve rol model bir karakterimiz oldu diye sevinecek (Mucize Doktor) veya ilk kez ana akım bir dizide şehirli ve başıörtülü bir karakter gördük (Bir Başkadır) diye heyecanlanacak noktadayız. 

Neyse ki dünya kimseyi beklemeden dönüyor. Bir yandan kötülüklerin, ırkçılık ve ayrımcılığın önünü kesmeye çalışan aktivistler, bir yandan da ekranlarda daha adil bir dünya kurmak için uğraşıyor. Suretini arayan, kendi gibiyi görmek için çabalayanlar “Biz olmadan bizim hikâyelerimizi anlatamazsınız,” diyor hem kamera önünde hem arkasında; eşit ve doğru temsiliyete dayalı bir sistem inşa etmeye çalışıyorlar. Nesillerdir süren bir yanlışı bir günde silmek mümkün değil elbet. Ama sevdiğimiz bir filmde, saatlerimizi verdiğimiz bir dizide kendimizi, tam da kendimiz gibi görmek için, değmez mi?


YENİ OSKAR KURALLARI

2024’ten itibaren etkili olacak kriterlere göre en iyi film adayı olmak isteyen yapımlar dört ana kriterin en az ikisini tutturmalı.

Kamera önü kriterleri: Akademi iki ana “az temsil edilen” grup belirlemiş. İlk grup etnik ve ırksal: Siyah, Asyalı, Hispanik, Ortadoğulu gibi. İkinci grup ise kimliksel: Kadın, LGBTQIA+, engelli gibi. Kurallara göre filmin en az bir ana oyuncusu etnik/ırksal gruptan olmalı. Oyuncu kadrosunun %30’u etnik/ırksal veya kimlik grubunun en az iki üyesini temsil etmeli veya filmin konusu söz konusu gruplarından biriyle alakalı olmalı.

Kamera arkası kriterleri (en az biri yerine getirilmeli): İki veya daha fazla departman direktörü (yönetmen, sinematograf, kostüm tasarımcısı gibi), altı set çalışanı veya çalışanların %30’u söz konusu gruplardan olmalı.

Staj ve eğitim kriterleri: Bahsi geçen grupların mensuplarına ödemeli staj imkânı verilmeli ve bu kişiler alt ve orta kademe pozisyonlarda işe alınmalı (sayılar şirket ebatlarına göre değişiyor).

Seyirci geliştirme kriterleri: Dağıtımcı şirket veya stüdyonun pazarlama, dağıtım, reklam gibi, yani hangi tip seyircinin hedef alınacağını belirleyen departmanlarının üst yönetim kadrolarında söz konusu grupların temsilcileri yer almalı.