“Kim Kazanır Kim Kaybeder, Neden?”

Murat Belge 29 Kasım 2021 tarihli Birikim-Haftalık’da, “Seçim-Adaylar ve İhtimaller” başlıklı yazısında, ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin olası 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi için ismi geçen Millet cephesi[1] adaylarını tartıştı. Belge, seçimin ne zaman olacağı konusunda bir kesinliğin olmadığı ön kabulüyle, Erdoğan’la yarışacak Millet cephesi adaylığı konusundaki görüşlerini paylaşmış. Özetle, Millet cephesinden İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in “başbakanlık” hedefini açıklamasıyla birlikte, adayın CHP içinden olması gerektiğini ifade ediyor - ki genel kabul de bu yönde.

Belge, öncelikle anketlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın öne çıkmasını değerlendirmiş. Erdoğan’la yaşanacak, “zorlu ve kıran kırana”[2] bir kampanya sürecinde, İmamoğlu’nun daha dişli bir aday olduğunu ve ayrıca Yavaş’ı Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda fazla istekli görmediğini paylaşmış. CHP içinden İmamoğlu ve Yavaş’a ek olarak, yakın zamanlarda Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığını da ilan etmesi üstüne, bu konudaki iki zıt tavrı özetlemiş. Bu tavırlar Kılıçdaroğlu’nun adaylığına olan “güven ve destek” ve “duyulan endişe” olarak son üç aydır gündemde…

Belge, bir yıl önce kendisinin de “endişeli” grupta olduğunu, ancak şimdilerde çok fazla endişeli olmadığını, iki neden göstererek açıklamış. Birinci neden, oy verecek seçmenin sadece CHP ve İYİ Parti’den olmaması. Diğer bir deyişle, Millet cephesinden tüm seçmenin oy verecek olması - yani niceliksel artış. İkinci neden ise, Kılıçdaroğlu’nun kendisindeki değişim. Belge, bu değişikliği tam olarak açıklamıyor. Sanırım bu değişiklik, Kılıçdaroğlu’nun son bir yıl içinde daha fazla inisiyatif alması ve liderliğini öne çıkarması ve özellikle de son “helalleşme” çağrısı.

Belge’nin yazısından hareketle benim burada tartışmak istediklerim, özellikle siyasette popülizmin hakimiyeti ve Murat Belge’nin yazısını Kılıçdaroğlu’nun adaylığıyla ilgili endişelerle bitirmesi üstüne. Belge’nin çok örtük bir şekilde “psiko-politik engeller” olarak ortaya koyduğu nedenleri ben “Türkiye’de Alevi Sorunu” ve “siyasette popülizmin hakimiyeti” üstünden tartışmaya çalışacağım. Belge, mutlaka “eski CHP buyurganlığını” da psiko-politik engeller arasında düşünüyordur. Aslında Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimlikli bir siyasetçi olmasından kaynaklı psiko-politik engeller, sorun can acıtıcı olduğu için dillendirilmiyor. Diğer yandan da muhtemelen taktiksel olarak dillendirilmiyor. AKP-MHP’den kopan ya da kopmayan Sünni-muhafazakâr kitle içinde, görece genç kuşaklar için bunun bir psiko-politik engel oluşturduğunu düşünmemizi gerektiren bir gözlemimiz yok - daha doğrusu gözlemimiz tersi yönde. Buradaki tavrı, tıpkı Birleşik Krallık’ın AB’den çıkış oylaması olan Brexit’te; gençlerin AB’de kalma yönünde, yaşlı kuşakların ise AB’den ayrılma yönünde oy kullanmasına benzetebiliriz.  Birleşik Krallık’ta yaşlıların AB karşıtı oy kullanmasının temel nedeni, AB serbest dolaşım politikaları sonucu, çok fazla eski Doğu Bloku ülkelerinden (Polonya, Çekya başta olmak üzere) işgücünün, eski kolonyal ülkelerden olan Hindistan ve Pakistan kökenli göçmenlere eklenmesidir. Kılıçdaroğlu’nun mezhepsel kökeni, yaşlı kuşak Sünni-muhafazakâr kesim için bir psiko-politik engel oluşturacaktır.

Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’la olacak olan Cumhurbaşkanlığı yarışındaki ikinci psiko-politik engel, popülist siyasetçi tiplemesiyle yeterince uyuşmamasıdır. Bu uyuşmama hali aslında artı bir özellik ama bunu tartışmayı sonraya bırakalım. Murat Belge de, zaten anketlerde “Erdoğan’ı geçebilecek adaylar” kategorisinde Kılıçdaroğlu’nun, İmamoğlu ve Yavaş’tan sonra geldiğini aktarmış yazısında. Ben Erdoğan karşısında mücadele edebilecek popülist siyasetçi vasıflarını, İmamoğlu’nun daha fazla taşıdığını düşünenlerdenim.

İmamoğlu ve Yavaş’ın, hangi tür popülist özelliklerinin Erdoğan’la yarışta önemli olabileceğine değinmeden önce, Kılıçdaroğlu’nun Türkiye siyasi tarihine geçen uzlaşmacı/uzlaştırıcı tavrına değineceğim. Murat Belge’nin de vurguladığı gibi, Kılıçdaroğlu’nun çok kritik bir dönemde, çok önemli bir siyasi uzlaşma sağlayarak, Millet cephesini kurduğunu söyleyebiliriz. 31 Mart 2019 Yerel Seçimi’ndeki büyükşehir belediyelerinde alınan sonuçlardan hareketle, HDP’nin de bu uzlaşmacı siyasetin çok önemli bir paydaşı olduğunu söyleyebiliriz. Yine AKP’den ayrılan DEVA ve Gelecek partileri ve liderleri, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu, Saadet Partisi ve Karamollaoğlu -“şimdilik kaydıyla”- bu uzlaşıya katkı sunmaktadır. Yine eski merkez sağdan Demokrat Parti, eski merkez soldan DSP ve Türkiyeli sosyalistler, demokrasiye geçiş için bu tarihsel uzlaşıya önemli katkılar sundular. Yakın dönemde, bilindiği gibi Türkiyeli sosyalistler üçüncü ittifak oluşumu üstünde tartışıyorlar. Tabi tüm bu uzlaşı çabaları, bana göre Türkiye siyasi tarihinde 1946 yılından bu yana olan en önemli seçimde, demokratik bir geçişi sağlayabilmek için…

Ancak 1980’li yıllarda hortlatılan vahşi liberalizmle-neoliberalizmle birlikte sınıf siyasetinin geriletilmesi ve yıllar içindeki neoliberal ağır tahribat (servetin küçük bir zümrede yoğunlaşması ve derin yoksulluk), siyasette popülizme teveccühü artırdı. Parti siyasetinin arka planda kalıp, kişi kültünün (lider) öne çıkarılması, akıldan ziyade duygulara hitap eden bir politik retorik ve vaatler gibi, “irrasyonel” etkenler, Murat Belge’nin “psiko-politik engeller” başlığının altına alabileceğimiz bir alt başlık. Bilindiği gibi Erdoğan, Trump ile birlikte, dünyada önde gelen popülist siyasetçiler; Orban ve Bolsonaro ile birlikte de otoriter-popülist liderler arasında görülüyordu. İstanbul ve Ankara Büyükşehir Başkanlığı seçimlerinde (Mart 2019), Millet cephesinin yan yana durması, seçim sandıklarına sahip çıkılması etkenlerinin yanında; İmamoğlu ve Yavaş gibi popülist siyasetçi habituslarının da “çarpan etkisi” yarattığını kabul etmek zorundayız. İmamoğlu ve Yavaş’ın popülist yönleri en başta; merkez sağ-merkez sol seçmen, Kürt seçmen, sosyalist seçmen[3], genç seçmen, orta yaş üstü seçmen, kent kökenli seçmen, taşra kökenli seçmen ve son olarak seküler-muhafazakâr seçmen kategorilerini yakalayabiliyor olmasında gözlemlenebiliyor. Şimdilerde yapılan “Kılıçdaroğlu’nun adaylığı mı, yoksa İmamoğlu-Yavaş’ın adaylığı mı” tartışması da, bu gözlem ve denenmiş ve sonuç alınmış pratikten hareketle cereyan ediyor.

Tabii Türkiye’nin tüm entelektüel, siyasal ve ‘demokratik’ birikiminin, “hangi popülist adayı seçmeliyiz” denklemine kilitlenmesi de ayrıca çok hazin… Tartışmayı açan Murat Belge, bilindiği üzere 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaşamış, yaşarken birtakım bedeller ödemiş, çok değerli bir entelektüel. Sanırım bu kimliği ile gelinen bu noktada, çoğu sol entelektüel ve aktivist gibi belli bir yabancılaşma yaşıyordur. Sosyalist partilerin (TİP- EMEP- TKP- SOL Parti) üçüncü bir ittifak arayışı da, sanırım bu yabancılaşmayla ilgili…

Evet maalesef uzun süren otoriter AKP rejimi, Türkiye’nin entelektüel ve muhalif siyasi birikimini buraya kilitledi. Tüm bu bedeller ve yabancılaşmayla birlikte, ‘seçim aritmetiğinin’ riske atılmadan hesaplanması gerekiyor. Bu da aslında, Millet cephesinden her kesimi bir tür pragmatizme mahkûm ediyor. Herhalde sandığa gitmeden önce yapılacak ilk seçim, ‘bağırlara taş basılıp basılmayacağıdır’. Ve tabii bu seçim pragmatizmine mahkûm olmamızın bir karşılığı olarak; bu mahkûmiyetin kökeninde yatan neoliberalizm, onu hayata geçiren 12 Eylül rejimi, kimlik siyasetinin hakimiyeti, tüm bunlardan beslenen popülist ve otoriter siyasetin nasıl dönüştürüleceğinin siyasal belleğimizden hiç silinmemesi ya da gelecekte “unutmama-unutturmama” siyasetinin de izlenmesi gerekiyor.


[1] “Millet cephesi” kavramlaştırmasını, Murat Belge'nin bahsi geçen yazısından alarak kullandım.

[2] Bu tanımlama da Murat Belge’ye ait.

[3] Kürt seçmen ve sosyalist seçmenin belki İmamoğlu’na daha rahat oy verdiğini-verebileceğini varsayabiliriz. Varsayımımız da tabi Yavaş’ın ülkücü kökenden geliyor olup, İmamoğlu’nda böyle bir bagajın olmaması ve HDP’li siyasetçilerle daha sıcak ilişkilere sahip olmasına dayanıyor.