Geçtiğimiz günlerde PEN International başkanı seçildiniz, öncelikle bunun için tebrik ederiz! Uluslararası yazarlar birliği PEN’i bilmeyen ya da sadece “duymuş” olanlar için bu birlikten biraz bahsedebilir misiniz?
2021 PEN’in yüzüncü kuruluş yıldönümüydü. Bir asırlık tarihi anlatmaya, 1921 yılının Londra’sından başlamak gerek. O yıl, bir grup yazar bir araya gelerek PEN’in ilk adımını attı. Bu fikri ve iradeyi geliştiren kişinin bir kadın olması anlamlı. Catherine Amy Dawson Scott’ın çağrısıyla toplanan yazarlar arasında Joseph Conrad, Bernard Shaw, H.G. Wells gibi isimler vardı. Yazarlar, bir araya gelme gerekçelerini sayarken şu prensiplere vurgu yaptılar: Yazarlar arasında entelektüel işbirliğini ve anlayışı teşvik etmek; Dünya kültürünün gelişmesinde edebiyatın merkezî rolünü pekiştirecek bir dünya yazarları topluluğu yaratmak; ve modern dünyanın yarattığı pek çok tehdide karşı edebiyatı savunmak. PEN adı, İngilizcedeki “Poets, Essayists, Novelists” (Şairler, Denemeciler, Romancılar) sözcüklerinin baş harflerinden alınsa da, organizasyon zamanla daha geniş kesimleri kapsamış, pek çok ülkede gazeteciler, akademisyenler ve okurlar da üyeler arasına katılmıştır. Başlarda bir yazar kulübü (PEN Yazarlar Kulübü) olarak tanınmış, ama kısa süre sonra daha “aktif” bir role doğru evrilerek ifade özgürlüğünü savunmayı ve tehlike altındaki yazarlarla dayanışmayı şiar edinmiş bir insan hakları kurumuna dönüşmüştür. Dönüm noktalarından biri 1933 yılında Dubrovnik’te gerçekleştirilen kongredir. Almanya PEN delegeleri, üyelikten atılmış üyeleri Yahudi yazar Ernst Toller’in kongrede söz almasına karşı çıkar. Ama başta başkan H.G. Wells olmak üzere kongre delegeleri Toller’in konuşma hakkını savununca, Alman delegeler kongreyi terk eder ve Almanya’nın PEN’e dönüşü ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün olur. Aslında Almanya PEN’in sorunlu durumunu çok önceden, daha 1926 yılında Robert Musil ve Bertolt Brech gibi yazarlar dile getirmiş, ama kötü gidişat engellenememişti. O tarihlerden itibaren PEN, yazarlık ile özgürlük arasında aktif bir bağ kurarak yeni bir rotaya girer. Franco İspanya’sında idama mahkûm edilen Arthur Koestler’in özgürlüğü için yürüttüğü mücadele, ilk başarı örneklerinden biri olur. PEN’in çalışmalarında geliştirdiği dört komiteden biri, 1960 yılında kurulan Cezaevindeki Yazarlar Komitesi’dir. Diğer komiteler, Kadın Yazarlar Komitesi, Barış İçin Yazarlar Komitesi, Çeviri ve Dil Hakları Komitesi’dir. Eski başkanları arasında Arthur Miller, Heinrich Böll, Mario Vargas Llosa gibi isimlerin yer aldığı PEN International’ın şu anki başkan yardımcıları listesinde Svetlana Alexievich, J.M. Coetzee, Orhan Pamuk ve Margareth Atwood bulunuyor. Merkezi Londra’da olan PEN, yazarlık ve edebiyat hakları için çalışırken uluslararası her platformda sesini yükseltiyor. 1949’dan beri Birleşmiş Milletler’de “dünya yazarları temsilcisi” sıfatıyla danışman konumunda yer alan PEN aynı zamanda UNESCO’nun resmî danışman kurumlarından biridir.
PEN’in aynı zamanda ülke temsilcilikleri de var. Bunlardan biri de yazarlarının başı “beladan” pek kurtulamayan Türkiye’de. 1950’de Halide Edip’in çabalarıyla Türkiye’de PEN’in girişimleri başlıyor, sonra 12 Eylül sonrası bir kendini feshediş süreci yaşanıyor. Daha sonra Aziz Nesin’in çabalarıyla yeniden bir hareketlenme yaşanıyor. PEN’in Türkiye serencamı hakkında ne söylemek istersiniz?
PEN’in 150 merkezi ve kırk bin üyesi arasında pek çoğu zorluklara muhatap olmuş. Türkiye de bunlardan biri, maalesef bazen de başrolü oynuyor. Halide Edip’ten Yaşar Kemal’e, Aziz Nesin’den şu anki başkan Zeynep Oral’a uzayan bir tarihi var PEN merkezinin. Her yıl verdiği Duygu Asena ödülünden düzenli takip ettiği davalara kadar, edebiyatın ve ifade özgürlüğü savunuculuğunun geniş platformunda çalışmalar yürütüyor. Aslı Erdoğan, Can Dündar, Ahmet Altan, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Nedim Türfent gibi pek çok siyasi düşünce davasında hem yurtiçinde hem de uluslararası platformda çalışmalar yapıyor. 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra kapanan PEN merkezi ancak 1988 yılındaki girişimlerle yeniden vücut bulmuştu. Bu tarih, PENa Kurd, yani Kürt PEN’in de kuruluş yılıdır. Tahmin edeceğiniz nedenlerle, Kürt PEN, sürgünde yaşayan Mehmet Uzun gibi yazarlar tarafından Almanya’da kuruldu. Diyasporadaki yazarları bir araya getirirken, Kürdistan’ın her bölgesindeki yazarların haklarını savunan Kürt PEN’in Diyarbakır’da da bir irtibat bürosu vardı, ama dört yıl önce kundaklanarak yakıldı.
Peki PEN, bugüne kadar neleri değiştirdi? Devletin ve hukukun yazarlara, özellikle “kurmaca”ya bakışında bir dönüşüm sağlayabildi mi? Mesela, kurmaca karakterlerin gerçek sanılması ve sonrasında çoğu zaman milliyetçi hezeyanlarla yükselen tepkinin mahkemelerce dikkate alınması… En son Orhan Pamuk, Veba Geceleri’ndeki Kolağası Kamil karakterinin Mustafa Kemal olmadığını açıklamak zorunda kaldı mesela…
Orhan Pamuk’a yönelik girişimleri yakından izliyor, müdahale ediyoruz. Örneğin, PEN International’ın Orhan Pamuk’un ifade özgürlüğü için yaptığı çalışmalar iki ay önce Britanya’daki The Guardian gazetesinde geniş biçimde haberleştirildi. Bütün dünyada siyasi, ekonomik ve kültürel sorunlar salgın gibi yayılırken, siyasi yapıların edebiyata daha anlayışla yaklaştığını söylemek mümkün değil. “Sartre Fransa’dır” diyen örnekler oldu geçmişte, ama bunlar yaygın kötülük içinde yalnızca birer örnek durumundalar. Devletler ve toplumun hoşgörüsüz kesimleri yazarlara kötü davranabilir, Veba Geceleri’nde olduğu gibi kurmacaya hadsizce müdahale edebilir. Burada görev, okurlara, yazarlara ve en geniş anlamda yurttaşlara düşüyor. Edebiyatı savunmak ve ifade özgürlüğünü yüceltmek bizim sonu gelmez işimiz haline geliyor. Geliştirdiğimiz işlerden biri de temel metinler yaratmak ve bunları yaygınlaştırmak. Bu konuyla bağlantılı bir bildirgemizden söz edeyim; uzun çalışmalarla hazırlayıp 2019 Manila Kongresi’nde onayladığımız bir manifestonun başlığı “The Democracy of The Imagination”dır (Hayal Gücü Demokrasisi). Bu manifestonun son cümlesinde şöyle deniyor: “Edebiyat tüm gerçek ve hayalî sınırların ötesine geçer ve her zaman evrensel âlemde yer alır.” Bu bir bakıştır ve yazarların görevi, bakışta ısrardır. Günlük hayat içinde PEN benzeri girişimlerin rolünü ne abartmak ne de küçümsemek gerektiğini biliyoruz. Bir yanda Nijerya’da Wole Soyinka’yı ölümden kurtaracak kadar etkimiz olurken, diğer yanda Eritrea’da hapiste yirminci yıllarını dolduran on iki gazeteci ve yazarın durumunda bir sonuç elde edemedik. Buradaki duruşumuz, sözümüzü canlı ve sürekli kılmaktır. Avrupa’nın merkezî kitap fuarı Frankfurt Kitap Fuarı’na gittiğinizde her yıl Eritrealı gazeteciler için bir etkinlikle karşılaşırsınız. Ya da yılbaşından önce katıldığım BBC radyo programında olduğu gibi, onların adlarından söz edildiğini duyarsınız. Türkiye’den Filipinler’e, dünyanın dört bir yanında baskı gören, ifade özgürlüğü ihlal edilen yazarların adını ve sesini yükseltmek bizim işimiz. Binlerce yazarın davasını aynı anda izlemek mümkün olmayabilir, ama her yıl yaklaşık beş yüz ismin yer aldığı “Case List” (Vaka Listesi) hazırlıyor, bütün gezegeni günbegün izliyoruz. Biz baskıcı iktidarların tarihini tümüyle değiştiremesek de onu etkileyebiliriz. Ve en önemlisi, onların tarihine mahkûm olmadan kendi tarihimizi, yazarların ve edebiyatın tarihini geliştirebilir, buna katkıda bulunabiliriz. Bu çabanın kendi başına tarihi anlamı var.
“Yazar” deyince aklımıza hemen, odasına kapanmış yazan “romantik” bir kişi geliyor. PEN ise yazarlığı bir bakıma “kurumsallaştırıyor”, yani o “romantik” insanı bir bakıma “gerçek” bir dünyanın içine çekiyor. Siz de aynı zamanda bir edebiyatçısınız. Bu biri romantik diğeri gerçek iki dünya arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?
Odasına kapanmış yazan romantik insan, ideal yazardır. Hepimiz onu özlüyor, o olmak istiyoruz, ama günlük hayat buna imkân vermiyor. Biz siyasetin gündemiyle uğraşmaya can atmıyoruz, ama siyaset bizim hayatımızın her hücresine girme cüretiyle bizi zorluyor, bizi yazı masamızdan kalkmaya, zor durumdaki meslektaşlarımızın derdine çare aramaya mecbur ediyor. Altı aydır Afganistan’da hayat mücadelesi veren yazarlar da odalarına kapanıp kitaplarını yazmak, başka şeylerle rahatsız edilmemek isterlerdi. Bizim insani, yani etik görevimiz bize muhtaç olanlara elimizi uzatmak ise, bugün bunu yapmaya çalışıyor, Myanmar, Belarus, Afganistan gibi yangın yerine dönmüş ülkelerdeki yazarları kurtarmanın yollarını arıyoruz. Gerçek anlamıyla, hayat kurtarmaya çalışıyoruz. Örneğin, yazdan bu yana elliden fazla yazarı aileleriyle birlikte Afganistan’dan çıkarmayı başardık. Bir o kadar kişi daha orada yardımımızı bekliyor. Bu olağanüstü zor bir iş, Birleşmiş Milletler’den elçiliklere kadar herkesten yardım almak için çabalıyoruz. Bir yazarın güvenli bir havalimanına ulaştığı haberini aldığımızda sevinçten havaya uçuyoruz. Hapisteki yazar romantik olabilir, “Ben duvarlar arasında olsam da zihnim özgür, hayalimde bütün dünyaya ulaşabiliyorum,” diyebilir. Ama dışarıdaki yazar onun hakkında öyle konuşamaz, “O hapiste olsa da zihni özgür,” diyemez. Dışarıdaki yazarın içerideki yazara karşı bir sorumluluğu varsa, o da onun özgürlüğü, fizikî özgürlüğü için mücadele etmektir. Türkiye’de 12 Eylül darbe zulmü yaşanırken, 1985 yılında Uluslararası PEN Türkiye’ye iki kişilik bir delegasyon göndermişti. Eski PEN başkanlarından Arthur Miller ile sonraki yıllarda Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan Britanyalı yazar Harold Pinter İstanbul’da ve Ankara’da pek çok kişiyle görüştüler. Amerikan Elçiliği’ne davet edildikleri yemekten elçi tarafından kovuldular, çünkü yemek sırasında Amerikan politikaları ve cezaevlerindeki işkence konusunda atışmışlardı. Pinter ve Miller, odalarına kapanıp yazacak ideal yazar olanağına sahipken, kendilerine başka sorumluluklar seçmişlerdi. Bu bir tercihti, edebiyatın tercihi diyemeyiz tabii ki, ama yazarın şahsi tercihi diyebiliriz.
PEN International başkanı olarak neler yapmak istiyorsunuz, sizce yazarların çağımızda yaşadığı en büyük sorunlar ne?
PEN’in temel üç sütunu var. Birincisi, edebiyatı desteklemek; ikincisi, ifade özgürlüğünü savunmak; üçüncüsü, yazarlar arasında dayanışmayı güçlendirmek. Bu genel prensipler her dönem yeni durumlarla kuşatılıyor, değişiyor. Son dönemlerde özellikle nefret söylemi, gözetim (surveillence) sistemleri, sahte haber ağları, sansür gibi mekanizmalar etkili oluyor. Özel hayatların neredeyse yok edildiği, her yanın işgal edildiği meta-sanal mekanizmalarla kuşatılmış bir dünyadayız. İklim değişikliği dahil pek çok çalışmamız içinden bir örnek verecek olursam, içinde yer aldığım “Uluslararası Bilgi ve Demokrasi Gözlemevi” girişiminden söz edebilirim. Birleşmiş Milletler’deki 43 ülkenin desteğiyle başlayan bu girişim, bilgi kirliliğine ve kaosuna dikkat çekiyor ve bu konudaki demokrasinin gerçekleştirilmesine odaklanıyor. Önümüzdeki bir yıl boyunca çalışıp raporunu yayımlayacak bu girişimdeki on kişi arasında bu yıl Nobel Barış Ödülünü kazanan gazeteci Maria Ressa da var. PEN, bir yandan tek tek yazarlarla ilgilenip diğer yandan uluslararası platformda işler yaparken, bunları bir bütünde buluşturmaya çalışıyor.
Son olarak, Türkiye özelinde neler düşünüyorsunuz ve yapmak istiyorsunuz? Yakın zamanda yazar Yavuz Ekinci Twitter paylaşımları gerekçe gösterilerek, "örgüt propagandası yapmak" suçlamasıyla hâkim karşısına çıktı. Yine şair İlhan Sami Çomak uzun yıllardır hapiste…
Aslında Türkiye özelinde neler yapılacağı konusunda buradaki iki merkezimiz, PEN Türkiye ve PENa Kurd daha detaylı bilgi verebilir. Bizde her PEN merkezi bağımsızdır, kendi çalışma programını kendisi yaratır. Bizi birleştiren şey, ortak prensiplerimiz ve tüzüğümüzdür. Benim burada anlatacağım şeyler bu yüzden eksik kalır. Yavuz Ekinci’nin davası daha başlamadan dört ay önce haberdardık ve neler yapabileceğimizi birlikte konuştuk. Aynı günlerde Kürt şair Meral Şimşek’in davası da gündemimizdeydi. Onun gördüğü işkence ve mağduriyeti de uluslararası platforma taşıdık. Şair İlhan Sami Çomak’ın otuz yıla yaklaşan mahpusluğu yurtdışında nasıl şaşkınlıkla karşılandıysa, şiirleri de bir o kadar heyecan yarattı. Biz bir şairi veya yazarı yalnızca bir mağdur figürü olarak desteklemek değil, aynı zamanda bir sanat üreticisi olarak tanıtmaya, yüceltmeye çabalıyoruz. Ve onlar aynı zamanda arkadaşlarımız, kardeşlerimiz. Cezaevlerine gidip onları ziyaret etmek de işlerimiz arasında. İlhan Sami Çomak’ı, Osman Kavala’yı, Selahattin Demirtaş’ı, Selçuk Kozağaçlı’yı görmek, onlarla konuşmak bize de güç veriyor. PEN’in kurumsallaştırdığı şeylerden biri de 15 Kasım’daki Uluslararası Hapisteki Yazarlar Günü’dür. Kırk yıl önce başlatılan bu girişimle her yıl kasım ayında beş ülkeden birer davayı örnek seçiyor, bunların etrafında etkinlikler düzenliyoruz. Bu yıl seçtiğimiz davalardan biri de Türkiye’deki Selahattin Demirtaş davasıydı. PEN’in yüz yıllık tarihi içinde bir ülkeye gönderdiği en büyük delegasyon bundan beş yıl önce, Ocak 2017’de Türkiye’ye gelen delegasyondu. Farklı ülkelerden yirmiden fazla temsilcinin bulunduğu, aralarında Nobel Edebiyat Ödülü komite başkanı Per Wastberg’in de yer aldığı delegasyon bir hafta boyunca görüşmeler yaptı. Yazarlarla toplantılar düzenledi, Silivri Cezaevi’ne gitti (askerlerin ablukasına maruz kaldılar), CHP ve HDP liderleriyle görüştü, adalet bakanı ile toplantı yaptı, gazeteleri ziyaret etti. Buna benzer çalışma ve girişimlerimiz sürüyor. Şu anda yazar ve aydınlarla ilgili her davayı izliyor, rapor tutuyor, bunları uluslararası kurumlarla paylaşıyor, Af Örgütü, Article19 gibi kardeş örgütlerle ortak çalışmalar yapıyoruz. Her yıl verdiğimiz ödüller var. En son, English PEN merkezimiz, çeviri kitap ödüllerini açıkladı. Bir yandan edebiyata odaklanmak, diğer yandan yazarların ifade özgürlüğü için çalışmak, yoğun emek gerektiren aynı zamanda mutluluk veren bir uğraş.