Sabah gazetesi yazarı Umur Talu, gazetelerin “Ergenekon Çetesi’ne baskın” manşetleri ya da sürmanşetleriyle çıktığı gün (23 Ocak) “Açık alın için temiz el” başlıklı yazısında, konuyu bu türden “oluşum”larla tuhaf ittifaklar kuran çeşitli mesleklerden “eski sol”culara bağlıyordu. Talu’nun anlayamadığı bir şey de Cumhuriyet gazetesinin tavrıydı:
’Kadim’ Cumhuriyet gazetesi, birçoğumuza gazetecilik okulu olmuş, çok sese çatı olmuş, yüzlerce okurunu sırf kolunda o gazete var diye faşist ve çeteci cinayetlere, devlet işkencelerine kurban vermiş... Daha da ötesi, Uğur Mumcu' sunu, Ahmet Taner Kışlalı'sını, Muammer Aksoy ile Bahriye Üçok'u bombalara parça parça vermiş bir cumhuriyet Cumhuriyet'i, kendi bahçesine atılan bombanın esas manasını sorgulamamayı, esas manasını inkârı tercih edivermiş. Bu nasıl bir şey!
“İktidara muhalefet, inanılan değerlere sahip çıkılması, bunun için sivil örgütlenmeler, siyasi mücadele, tartışma, sert tavır... Bunların hepsinin yeri var. Ama cinayetlerden, çetelerden, katliam planlarından, gizli cephaneliklerden, suikast timlerinden, istiflenmiş bombalardan, hedef listelerinden, darbe kışkırtıcılığından bahsediyoruz. Ve bahsederken atmıyoruz. Çünkü boylu boyunca uzanmış da kanlar içinde yatanlar var.”
Talu, bu değerlendirmeyi yaparken, “Ergenekon” operasyonunda gözaltına alınanlarla ilgili bir hüküm vermediğini özellikle belirtiyor ve değerlendirmesinin çerçevesini şöyle çiziyor:
’Büyük operasyon’la gözaltına alınan isimleri suçlayacak değilim.
Bir kısmının sadece ‘bilgisine başvurulmuş’ olacak. Mesele, bazı nedenlerle ‘Milliyetçilik’le de yetinmeyen, ama onun karanlık geçmişinden de beslenen ‘bir tür ulusalcı’ kadronun, Susurluk sahnesinin kadim isimleriyle oluşması.”
BİR CUMHURİYET BİR DE YENİÇAĞ
“Büyük operasyon” konusunda soğuk-memnuniyetsiz bir tavır takınan iki gazete vardı: Cumhuriyet ve Yeniçağ. Birincisi, taze haberi, çok önemli arka plan bilgilerini okura hatırlatmadan sunarak yapmıştı bu işi. Gazetecilikte bu bilgiler bazen o kadar önemli olur ki, verilmediğinde neredeyse “haber gizleme” ihlalini yapmış gibi olursunuz. Burada tam öyle bir durum var: Düşünün, bütün gazeteler soruşturmanın sekiz ay kadar önce Ümraniye’de ele geçirilen el bombaları soruşturmasının devamı olduğunu, o bombaların Cumhuriyet’e atılanlarla aynı seri numarasına sahip olduğunu, gazeteye bomba atanların daha sonra Danıştay saldırısını gerçekleştirdiğini hatırlatırken, Cumhuriyet haberi “düz” vermeyi tercih etmişti: Polis birilerini gözaltına almıştı, şimdi de sorguları sürdürülüyordu. (Hakkını yemeyelim, gazete savcının açıklaması doğrultusunda gözaltıların “Ümraniye”yle bağlantılı olduğunu haberinde belirtiyordu, fakat o kadar, başka hiçbir bilgi ve arka plan hatırlatması yoktu gazetenin haberinde.)
Yeniçağ ise sürmanşetini ayırdığı haberi şu başlıkla sunmuştu okurlarına: “ERDOĞAN’I 3 KURUŞA MAHKÛM ETTİREN AVUKATA GÖZALTI… Ulusal davaların avukatı… “
Cumhuriyet’in bu tutumunun esasen eski tarz, “baş düşmana karşı herkesle ittifak” siyasetinin bir devamı olduğunu biliyoruz. Gazete, baş düşmana karşı mücadeleyi zaafa uğratacağı gerekçesiyle, kimi faşizan eğilimlere karşı hayırhah bir tutum içerisine girebiliyor, zaman zaman da o kuvvetlere iyice yaklaşıyor.
BARİ 24 OCAK'A DENK GELMESEYDİ...
Dün 24 Ocak’tı, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin yıldönümü…
Cumhuriyet'in, “Kendi bahçesine atılan bombanın esas manasını sorgulamamayı, esas manasını inkârı” bu tutumuyla bir kez daha sergilemesinin tam da bu günlere denk gelmesi “kadim” gazete açısından epeyce düşündürücü bir durum olsa gerek.
Türkiye’nin karanlık geçmişini, faili meçhul cinayetleri “irtica”yla bağlantılandırmak için gerekirse olgusal kimi verileri hasıraltına itelemeye çalışmak, her şeyden önce Cumhuriyet gazetesiyle özdeşleşmiş ve bugün “boylu boyunca uzanmış da kanlar içinde yatanlar”a bir saygısızlık değil mi?
1999’da Aktüel dergisi için 1993-1999 arasında 24 ve 25 Ocak günleri Cumhuriyet’in Uğur Mumcu için hazırladığı sayfaların içerik analizini yapan bir haber kaleme almıştım. Çok net, bir o kadar da çarpıcı bir sonuçla karşılaşmıştım: Susurluk’a (1996) kadar “şeriat”a havale edilen cinayet, o tarihten sonra “devlet içindeki karanlık odaklar”la bağlantısı kurularak ele alınmaya başlamıştı. Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’nun, zamanın DGM Savcısı Nusret Demiral’ın kendisine söylediği sözler de ilk kez o zaman kenara köşeye sıkıştırmaksızın gazetede yerini alabilmişti: “Kocanızı devlet öldürtmüştür ve bu cinayet ancak devlet isterse çözülebilir.”
Sonra Cumhuriyet bir kez daha tavır değiştirdi. Yukarıda işaret ettiğim “esas düşman”a (irtica) karşı mücadeleyi zaafa uğratacak her türlü tutum alışın zararlı olacağı inancı doğrultusunda gazete yayınlarını otomatiğe bağladı ve her taşın altında irtica arama dönemine girildi. Bundan, herkesten çok “Cumhuriyet’in ölüleri” olan faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş aydınlarla ilgili soruşturmalar da nasibini aldı.
2000 yılının mayıs ayında başlatılan Umut Operasyonu’nda Cumhuriyet’in aldığı tavır, Uğur Mumcu ile öldürülen öteki aydınların ruhunu muazzep edecek nitelikte oldu. Gazete, dönemin ruhuna uygun olarak, polisin “Uğur Mumcu cinayetinin ve öteki faili meçhul cinayetlerin faili” olarak ilan ettiği iki “şeriatçı” ile ilgili olarak “katiller yakalandı” yayınına başladı. Kısa bir süre sonra zanlıların “katil” olma ihtimali konusunda kuşku uyandıracak ciddi veriler ortaya çıkmaya başladı. Ve nihayet, bu iki kişiden birinin Mumcu’nun arabasına bomba konan gün olan 24 Ocak’ta İstanbul’da evlendiğinin kesin bir biçimde ortaya çıkmasından sonra zanlıları suçlamanın imkânı kalmadı. Fakat Cumhuriyet bütün bu somut gelişmeleri okurlarından esirgedi. Sonra başka zanlılar yakalandı ve dava sonucunda üç kişinin 10 yıl boyunca kendi arabalarını kullanarak bütün faili meçhul cinayetleri işlediği karara bağlandı.
Fakat biliyorsunuz, bu cinayetlerin tümü kamuoyu vicdanında hâlâ faili meçhul. Sizi bilmem ama benim, Cumhuriyet’in, hele ki bu son tavrından sonra Türkiye’nin siyasi cinayetlerinin gerçek faillerinin ortaya çıkarılmasından memnuniyet duyacağına ilişkin inancım iyice zayıfladı. Durun bakalım daha neler göreceğiz.
Taraf, 25.1.2008