Dünya Edebiyatı ve Kültür Tarihinde Su ve Deniz

İnsan kendisini bir kere denizin ortasında, sularla çevrilmiş görmedikçe,

dünya hakkında bir fikri olamaz ve dünya ile münasebetini kavrayamaz.[1]

Goethe

Felsefe, mitoloji ve dinlerde suyun her zaman özel bir yeri olmuştur. Birçok din ve efsanede suyun kaynağı –kaynak– bereket ve refah getirdiği için kutsal alan olarak kabul edilmiş ve saygı görmüştür. Kökenin/başlangıcın, hayatın ve ölümün simgesi olarak su, dişiliğin, doğum ve ölümün simgesi olarak denizin yanında yer almıştır. Birçok yaratılış mitinde su ve deniz, varlığın temelidir. Suyun dişil olarak görülmesi ve kadınla özdeşleştirilmesi bir yandan korkuyu, bir yandan da erotik özlemleri tetikler ve bunlar ifadesini denizde ya da göllerde, nehirlerde ya da pınarlarda yaşayan, baştan çıkarıcı, dişi su canlılarında bulur. Denizkızları, nyphler ve su perileri, Hans Christian Andersen’in Den lillehavrue’sü (Küçük Denizkızı) misali yaşam alanlarını açıkça denizde bulsalar da, bunların genellikle göl ve nehirlerde yaşayan kız kardeşleri olan superilerinden, Nixeler, Undineler ve Melusinelerden önemli bir farkları yoktur.

Yunan mitolojisinde ölüler diyarına giden yol sudan geçerdi; Styx nehrinin kayıkçısı Kharon ölüyü Hades’in diyarına götürürdü. Hades’in ülkesinde akan nehirlerden biri Lethe, diğeri de Mynemosyne’dir. Bu yeraltı dünyasının nehirlerinden Lethe, ölü ruhların dünyevi varlıklarının belleğini, dolayısıyla onların günahlarını silerken, Mnemosyne onları her şeyi bilme yetisiyle donatıyordu.

Taşlarda, ağaçlarda, hayvanlarda ve elementlerde ilahi olanın cisimleşmesi, Hint dinlerinin önemli bir özelliğidir. Hindistan’ın nehirleri başta Ganga (Ganj), Yamuna, Narmada ve diğerleri, hepsi kutsaldır. Eski kutsal metinler, sözgelimi Rigveda ve Mahabharata destanı, nehirleri “hayatın suyu” olarak her zaman tanrıçalarla ilişkilendirmiştir. Hindu inancında su, onları ayakta tutmakta, iyileştirmekte, temizlemektedir. Bu nedenle nehirlere yaşamı koruyan anaç varlıklar olarak saygı gösterilir. “Ganj Ana”nın aktığı antik Varanasi şehrini hayatlarında bir kez olsun ziyaret etmek, onun sularında bedenlerini yıkamak Hindu yaşamının en büyük nimeti olarak kabul edilir. Bununla birlikte Batı Himalaya’da bir buzulun kristal berraklığında başlayan ve Bengal Körfezi’nde Hint Okyanusu’na dökülünceye kadar 2.700 kilometre süren yolculuğunda “Ganj Ana”nın başına gelmeyen kalmaz: Evlerden gelen arıtılmamış kanalizasyon, tarlalardan ve sanayi tesislerinden gelen zehirli kimyasallar ve plastik atıklar olduğu gibi Ganj’a atılır. Hindistan’ın manevi başkenti sayılan Varanasi’de bir de ölülerin külleri ve hayvan leşleri eklenerek artık pis kokulu, zehirli ve hayati tehlike arz eden bir lağım –dünyanın en kirli altı nehrinden biridir– halini almış olsa da her fırsatta “Ganj Ana”nın veya Yeni Delhi’den geçen had safhada kirlenmiş, fakat kutsallığından bir şey yitirmemiş Yamuna ırmağının sularına bedenlerini daldıran Hindular, böylece günahlarından temizlendiklerine inanıyorlar. Zaten Hindistan adının türetildiği ve aynı zamanda bir nehre de adını veren İndus, Sanskrit dilinde nehir anlamına gelir.

M.Ö. 1200’lü yıllara tarihlenen ve günümüze sadece on iki tableti kalmış olan dünya edebiyatının en eski destanı Gılgamış’ta her şeyden önce Sümer kahramanı Gılgamış’ın son derece meşakkatli ve maceralı deniz yolculuğu anlatılır. Ölümsüzlük peşinde yapılan bir yolculuktur bu. Uzun bir yolculuktan sonra, on iki tabletin yazdığına göre, Gılgamış, “hüzünlü-mutlu adam”, “denizin uzağında” (10.tablet), ve “ölümün sularından” geçerek sonunda “uzakta, ırmakların ağzındaki Utnapiştim’e” varır. İncil ve Kuran’daki Nuh’u andıran bu çok yaşlı adam, karısıyla beraber sonsuz hayata sahip tek kişidir. Ancak Gılgamış bu tehlike dolu yolculuğun sonunda ölümsüzlüğe kavuşamaz ve şöyle yakınır: “Keşke gemiyi sahilde terk etseydim.”

Bir yarımadadan ibaret olan anakara dışında yüzlerce adaya yerleşmiş, dolayısıyla denizle her zaman yoğun ilişkileri olan Yunanlılar öteden beri, denilebilirse, denizci bir halktır. Homeros’ta, İlyada’da, Yunan antik geleneğinin bu en eski tanıklığında ilahi ve efsanevi Okeanos, dünyayı, tüm varlıkları dahası tanrıları yaratan tanrısal bir figürdür. O, “bütün ırmakların, denizlerin, pınarların ve kuyuların anası”dır.

Tanrıça Hera, Zeus’un kızı Aphrodite ile konuşurken sözü Okeanos’a getirir:

            Gidiyorum bol ürün veren toprağın bir ucuna,

            Tanrıların atası Okeanos’la, ana Tethys’i görmeye,

             Onlar almışlardı beni Rheia’nın elinden.[2]

Homeros’ta, İlyada ve Odysseia’da denizciliğin, gemiciliğin usta bir denizci gibi ele alındığını görürüz. Azra Erhat, İlyada’nın A. Kadir ile birlikte yaptığı çok kıymetli çevirisinin önsözünde buna değinir ve haklı olarak ozanın bu denizcilik bilgisinin ona özgü olmayıp zamanın ve çevresinin bir özelliği olduğunu belirtir. Odysseus, çift sıra kürekli ve yelkenli on iki gemisiyle Troya’dan ayrılır ve sayısız tehlike yaşayacağı on yıllık bir yolculuğun sonunda yurduna, İtake’ye döner.

Argo Gemicilerinin Destanı” da Rodoslu Apollonios tarafından M.Ö. 3. yüzyılda kaleme alınan Antik Yunan’a ait bir başka önemli anlatıdır. Sözlü edebiyatın bu yapıtında da İason’un liderliğinde Ege denizinde İolkos’da Pogasai limanından açılan Argo adlı elli kürekli bir gemiyle Akhalı savaşçıların Altın Post’un peşinde Karadeniz’e, Kolkhis’e (bugünkü Abhazya) yaptığı macera dolu deniz yolculuğu anlatılır.

Tiyatro tarihinin ilk draması olan “Persler”de Aiskhylus oyununun merkezinde Salamis deniz savaşını anlatır.

Sophokles’in Antigone adlı tragedyasında Koro şöyle söyler:

            Bunca tansıkları arasında yeryüzünün

            en eşsiz varlık insan!

            Aşıp geçer fırtınalı denizleri

            kırağanlara aldırmadan.[3]

Aynı yapıtta Antigone’nin nişanlısı Haimon, babası Kral Kreon’u kararından vazgeçirmek için yaptığı konuşmada örnek olarak rüzgârlı havada yelken kullanmanın özelliğini gösterir:

            Yelken iplerini gepgergin tutup

            Rüzgâra göre gevşetmeyen gemici de

            alabora eder tekneyi (s. 91).

M.Ö. 6. yüzyılda yaşayan matematikçi, astronom ve felsefeci Miletli Thales’in dünyaya bakışında temel bir madde, bir element olarak su imgesi egemendir. Dünyayı yorumlarken artık doğa olaylarından tanrıların sorumlu olduğu mitolojiyi, daha doğrusu mitoloji çerçevesinde algılama ve düşünme tarzını bir yana bırakarak rasyonel düşünen Thales’e göre her şeyin kaynağı bir tanrı olan Okeanos değil, sudur. Aristoteles de suyu, formüle ettiği dört element kuramında ateş, toprak ve havayla birlikte dünyanın inşa edildiği temel elementlerden biri olarak görüyordu.

Deniz, göl veya ırmak hepsi de suyla ilgili olmakla birlikte hayatta her şeyin sürekli değiştiğini, sadece ırmak bize çok açık biçimde göstermiştir. Irmak, içindeki suyun hiç kesintisiz akmasıyla tanımlanır. İşte onun bu özelliği bize hayatta her şeyin sürekli değişip yok olduğu günlük yaşam deneyimine dair kafa yordurmuştur. Miletli Thales’ten neredeyse yüz yıl sonra bu kez Efesli Herakleitos suyun bu akışını düşüncesinin konusu yapar. Bir akarsuya bakmak, felsefi bakımdan durgun bir göl veya denize bakmaktan farklı sonuçlara yol açar. Herakleitos suyu, daha doğrusu ırmağın akışını, insanın dünyadaki varoluşunun temel sembolü olarak görür. Kıyısında durup bakılan su, hep aynı görünmekle birlikte sürekli değişmektedir. Önünden akıp geçen suyun akışı, hiçbir zaman öncekiyle aynı değildir, her şey değişir. Ve Herakleitos tamı tamına şöyle der: “Aynı dereye girsek de farklı farklı sular akıyor buraya.” Nehir bize sonsuz değişimi açıkça göstermektedir. Ve ardından belki de felsefe tarihi boyunca en çok alıntılanan şu sözü söyler: “Aynı ırmağa iki kez girilmez.”

Yeryüzünde ilk kentler, dolayısıyla ilk uygarlıklar Fırat ve Dicle ırmaklarının arasında kalan bölgede, Mezopotamya (Yunanca iki ırmak arası) olarak adlandırılan bölgede (Sümer, Akad, Elam) ve Nil kıyısında (Mısır) ortaya çıkmıştır. Avrupa ve Asya’da neredeyse bütün başkentler ve büyük şehirler ya deniz kenarında ya da ırmakların kenarında kurulmuştur. Örneğin sadece Tuna nehri kenarında dört başkent ve onlarca irili ufaklı kent bulunmaktadır. Moskova, Paris, Londra, İstanbul, Venedik, Petersburg, Berlin, Roma, Viyana, Köln, Lizbon, Porto, Basel, Varşova, Rotterdam gibi pek çok büyük kent ya nehirlerin kenarında ya da bunların denize döküldükleri yerlerde veya deniz kenarlarında kurulmuştur.

Hindu inancında olduğu gibi Hıristiyanlık ve İslâm dinlerinin ritüellerinde de suyun arındırıcı, temizleyici bir işlevi vardır. Suyun İncil’de büyük bir önemi vardır. Genesis’te Tanrının ruhu, suların üzerinde salınır ve sonunda su, hava ve toprağı yaşam alanları olarak belirler. Su, İncil’in birçok yerinde, örneğin “Tufan” veya “Nuh’un Gemisi” hikâyesinde ve Musa’da (Mısır’dan Çıkış) veya İsa’nın göl ya da göletlerde gerçekleştirdiği mucizelerde kurtuluşun sembolü veya Tanrı’nın işareti olarak görünür. Böylece suyun temizleyici ve yenileyici etkisi belirginleştirilir. Hıristiyan vaftizinden insan günahkâr olan her şeyden yıkanarak temizlenir. Ortaçağ’a kadar ölmek ve dirilmek tüm vücudun suya daldırılmasıyla sembolize edilir ve tam vücut vaftizi yapılırken, zamanla bu, vücuda sadece su serpilmesi biçimini almıştır.

Bazı nehirlerin Ren, Tuna misali, bölgenin kültür hayatında merkezî bir işlevi vardır. Romantikler doğaya duydukları ilgi ve Ortaçağ’a kadar uzanan hayranlıklarıyla Ren ve Tuna’yı ideal bir kaynak olarak değerlendirdiler. “Kadın” olarak kişileştirilen bu nehirlere çoğunlukla geleneksel “ana” rolü verilir: Tuna, kollarıyla bir “ana” olarak betimlenir (Ressam Moritz von Schwind’in “Tuna ve kolları” tablosu). Clemens Brentano, Orta Ren vadisinde bulunan yaklaşık 130 metre yüksekliğindeki ünlü Loreley kayalığını, Ren’den geçen gemicileri, mitolojideki Sireneler misali baştan çıkararak onları felakete sürükleyen bir kadın figürü olarak biçimlendirirken Heinrich Heine de yine aynı dönemde bu hikâyeyi şiirinde temalaştırır. Nibelungen destanı 19. yüzyılda tekrar canlanır ve Richard Wagner bu destandan aldığı esinle librettosunu da kendi yazdığı “Nibelung’un Yüzüğü” adlı dört bölümlük bir opera besteler. Bir Ortaçağ destanı olan Nibelungen Tuna boylarında geçerken Wagner’in ünlü operasının –doğaüstü güçleri olan altın bir yüzüğün Ren nehrinin dibinden çalınmasıyla başlayan– “Ren Altını” (Rheingold) adlı birinci bölümü, Ren sularında geçer. Elias Canetti yıllar sonra Viyana’dan, doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Rusçuk’a Tuna üzerinden gemiyle yaptığı yolculuğu “Son Tuna Yolculuğu” başlığıyla aktarır anılarında.[4] Umberto Eco Gülün Adı’nda Tuna için “Bazen bana öyle geliyor ki, delilerle dolu gemiler Tuna’da meçhule doğru yol alıyor,” der. Biraz özensiz çevrilmiş olmakla birlikte Tuna hakkında yazılmış en ilginç kitaplardan biri olan, bir tür Tuna’nın kültür tarihi denilebilecek yapıtında Claudio Magris, Hölderlin’in, –“Tuna’nın Kaynağında” şiiri nedeniyle olsa gerek– nehrin en büyük şairi olduğunu belirtir.[5] Jules Verne de bir tür gezi kitabı sayılabilecek Güzel Sarı Tuna (1880) adlı serüven romanında Sigmaringen’den Karadeniz’e kadar Tuna nehrini ayrıntılı ve etkileyici biçimde anlatır.

Vistül nehrini yazarlar, nehirlerin kraliçesi olarak adlandırıyorlardı. Polonya 1772’de Prusya, Rusya ve Habsburg monarşisi arasında bölündüğünde Vistül, ulusal hayatta kalma iradesinin sembolü oldu ve hatta Polonya milli marşına bile girdi. Birçok halk şarkısında Vistül’den söz edilir: Sözgelimi “Salcıların Şarkısı”nda “Vistül Polonya topraklarından akar ve aktığı sürece Polonya kaybolmaz” denilmektedir. Moldau (Vltava) nehri de Bohemya’da ulusal bir mitostu. Bedric Smetana Ma Vlast (Vatanım) başlıklı senfonik şiirler dizisinin ikincisini Prag’ın ortasından süzülerek geçen Moldau için bestelemiş, 19. yüzyılın ulusal tonlarıyla bu nehri anlatmıştır. Johann Strauss (oğul) 1866/1867’de günümüzde Viyana ve Avusturya’nın gayri resmî marşı sayılan “Güzel Mavi Tuna” valsini besteledi. Rumen besteci Josef İvanovici de Tuna üzerine bir vals bestelemiştir. Bestecinin yüzlerce valsi arasında en çok tanınan ve sevileni 1880 yılında bestelediği bu “Tuna Dalgaları”dır.

 Büyük Rus şehirlerinin yaklaşık yarısı üç bin kilometreyi aşkın uzunluğuyla Avrupa’nın en uzun ve suyu en bol nehri olan Volga’nın kıyısında bulunmaktadır. 17. yüzyılda Çarlık sınırları içinde uçsuz bucaksız stepleriyle Volga, “kanun kaçakları”nın en çok rağbet ettikleri yerdi ve 1670 baharında Volga ve Don arasında doğan Kazak Stepan “Stenka” Razin önderliğinde ilk Rus halk ayaklanması burada patlak verdi. Ardından 1773-1775 yıllarında Yemelyan Pugachev, köylü savaşlarıyla yine bu bölgede ayaklanma geleneğini sürdürür. Her ikisi de özgürlük için uğraş veren herkesi kendilerine katılmaya çağırır. İkisi de nehrin kendilerine güç verdiği kahramanlar olarak Volga folkloruna geçmiştir. Halk türkülerinde Volga’dan hep “ana” olarak söz edilir, “Volga anacığım” diye seslenilir. “Volga, canım, derin nehrim, sana derdimle geliyorum” denir bir halk türküsünde. “Volga Ana” da kendisine anlatılan dertleri sabırla ve bilgece dinler.

Uluslaşma süreci sonunda ortaya çıkan ulusal devletlerin siyasi-idari sınırları çoğunlukla nehirler aracılığıyla belirlenmiştir. Hatta kimi nehirler sınırla özdeşleşmiştir: Oder nehri Polonya-Almanya sınırı; Meriç nehri, Türkiye-Yunanistan sınırı; Tuna nehri, Demirkapı boğazında Romanya-Sırbistan sınırı; Drina nehri, Sırbistan ile Bosna-Hersek sınırı… Bu nedenle nehir (ve tabii deniz) sürme, sürgün, sığınma/iltica ve göç koşullarında aynı zamanda aşılması gereken bir engeldir. Bu engel son yıllarda çoğu kez Akdeniz’de olduğu gibi sığınacak yer arayan çoluk çocuk her yaştan binlerce insanın yaşamının noktalandığı bir yer olmaktadır. Öte yandan da nehirler çevresinde yaşayan halkları ve kültürleri birbirine bağlar. Kendisi de Oder nehrinin kenarında doğup büyümüş bir yazar olan Olga Tokarczuk uluslaşma süreci sonunda oluşan sınırların aşılmasına kafa yorduğu “Oder’in Gücü” (2004) başlıklı makalesinde nehirlerin bölgesel ve ulusal kimliklerin oluşumunda oynadıkları role işaret eder. Tokarczuk Orta Avrupa’nın nehir vadilerinde artık Almanlar, Polonyalılar, Litvanyalılar, Belaruslular değil, nehir topluluklarının yaşayacağı ve bunların yurtlarının da ancak Oderistan, Vistülistan, Memelistan olabileceğini vurgular.

Amerikalı yazar Herman Melville’in 1851 yılında yayınlanan Moby Dick’i denizle ilgili ilk modern romandır. Bir süre balina avcılığı yapan gemilerde tayfalık yapan Melville bu romanı, birkaç yıllık denizcilik yaşamını ardında bırakarak Massachusetts’te yerleştiği çiftliğinde kaleme aldı. 1839-1840 yıllarında Şili kıyılarına yakın Mocha adasının çevresinde görülen beyaz bir balina bilim insanlarınca “Mocha Dick” adıyla rapor edilmiştir. Melville de romanının kahramanı olan beyaz balinaya bundan esinlenerek “Moby Dick” adını verir. “Bana İshmael deyin,” cümlesiyle başlayan romanda anlatıcı, balina gemisi tayfası İshmael’dir. Ancak bu anlatı biçimi –araya sıkıştırılmış deneme ve araştırma metni etkisi uyandıran– balina avcılığı,  deniz ve denizcilikle ilgili bilimsel ve teknik açıklamalarla, her fırsatta mitoloji ve dine yapılan göndermelerle, toplumsal, teolojik, edebî vb. ansiklopedik bilgilerle ve bir tiyatro oyunu gibi sahne yönergeleri içeren ve sürekli diyalojik bir şekilde oluşturulmuş dramatik sahnelerle kesilir. Yaşlı bir kaptan olan Ahab, bir beyaz balinanın saldırısında bir bacağını kaybederek sakat kalmıştır. Bundan böyle Kaptan Ahab’ın yaşamda tek bir amacı vardır: “Yıllardır güney denizlerine dehşet salan” Moby Dick adlı bu beyaz balinayı avlayıp öldürmek. Roman bir yandan alt başlığı olan Beyaz Balina’dan intikam alma hikâyesi olmakla birlikte dünyanın kötülüğüne karşı verilen varoluşsal bir mücadele olarak da okunabilir. 19. yüzyılın ortalarında sömürgeleştirilmiş bir dünyayı yansıtan farklı dil, ten rengi ve kültürden insanlarla kaptan Ahab, bir hayvandan daha fazlası olan bir balinanın peşindedir. Moby Dick kötü kadar iyiyi de, Tanrı’yı ya da şeytanı, doğanın şiddetini veya güzelliğini temsil edebilen çok anlamlı ve göz kamaştırıcı bir metafordur.

Melville gibi Karanlığın Yüreği’nin yazarı Joseph Conrad da eski bir denizcidir; sertifikalı kaptanlık dahil on altı yıl denizcilik yapmıştır. Conrad’ın romanı 1899’da yayımlandı. Roman tarihsel olarak bizi bugün Afrika’da hâlâ içten içe kaynayan ve bazen dışa vuran çatışma ve savaşların temellerinin atıldığı bir çağa götürüyor –Afrika’nın, Avrupalı egemen güçler tarafından sömürgeleştirildiği bir çağa. Roman, Afrika’nın kalbindeki, adı anılmamakla birlikte vaktiyle Belçika’nın sömürgesi olan Kongo’da geçiyor. Yazar, vaktiyle bir nehir vapurunun kaptanı olarak çalıştığı bu bölgeyi çok iyi bilmektedir. Bu dönemde başından geçen kimi kişisel deneyimlerine romanında da yer vermiştir. Anlatıcı Marlow, Afrika’da buharlı bir ırmak vapurunda kaptanlık yapmıştır ve bir akşamüstü, Thames nehri ağzında, bir gezi teknesinde suların çekilmesini beklerken hepsi de eski denizci olan arkadaşlarına Afrika’daki anılarını anlatmaya başlar. Romanın sonunda kaptan Marlow, Afrika’da tanıştığı ve ölürken yanında bulunduğu romanın önemli karakteri Kurtz’un son sözlerini, sözlüsüne aktarırken yalan söyler. “Ama yapamadım. Söyleyemedim kıza. Çok karanlık bir şey olurdu söyleseydim – fazla karanlık olurdu,” der.[6] Karanlığın Yüreği’ndeki devasa karanlık sadece ülkenin içteki (kalbindeki) bilinmeyenin bir imgesi değil, aynı zamanda sömürgeci Avrupalıların yerlileri acımasızca ezip yok ettiği sistemin uçurumları için de bir metafordur.

Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Seksen Günde Devri Âlem gibi dünyaca ünlü yapıtlar da dahil olmak üzere seksenden fazla roman ve kısa öykünün yazarı ve bilimkurgu türünün kurucusu olan Jules-Gabriel Verne, 1828’de Breton liman kenti Nantes’tan çok uzak olmayan Feydeau adasında doğdu. Edgar Allen Poe, Balzac, James Fenimore gibi yazarların çocukluk yaşlarında okumaya başladığı macera dolu romanları, ileride kaleme alacağı yapıtlarını da etkiler. Verne’in hikâyelerini besleyip biçimlendiren bir başka önemli kaynak, yine o çocukluk günlerinde ailesinin Nantes’taki limanı gören evlerinde ticaret gemilerinin limana gelip gidişini ve limandaki renkli koşuşturmayı izlerken tutulduğu denize olan aşkıdır. İleride büyük şehir hayatından sıkıldığında bir balıkçı köyüne yerleşir; burası onun inzivaya çekildiği ve huzur bulduğu bir sığınak olur. Verne, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı burada yazar.

Romanın kahramanlarından deniz araştırmacısı Profesör Pierre Aronnax, Jules Verne’in alter egosu, açık denizlerde gemilere musallat olan bir “balina”yı incelemek için bir zıpkıncı ve uşağıyla birlikte bir ABD gemisiyle yola çıkar. Daha sonra bu üçlü kendisini, Melville’in kaptanı Ahab’la birlikte dünya edebiyatının en ünlü kaptanlarından biri olan Nemo’nun gemisinde bulur. Verne, romanın sonunda okuru birçok noktada belirsizlikle baş başa bırakır: Kaptanın kökeni ve kimliği gibi insanlara karşı duyduğu büyük nefretin nedeni de anlaşılmaz. Gerçi bundan beş yıl sonra yazdığı Esrarlı Ada’da kaptan Nemo (Yunanca Odysseus: “Hiç Kimse”) yeniden ortaya çıkar ve bu kez kaptanın geçmişi anlatılır; ancak Nemo’nun esrarı gene de çözülmez, zira iki Nemo iki ayrı karakterdir. Verne, Denizler Altı’nda kaptan Nemo’nun gemisine, 1800’lerde Amerikalı mucit Robert Fulton tarafından geliştirilen denizaltısını anmak için onun adını, Nautilus (Yunanca “denizci”; aynı zamanda zoolojide kafadanbacaklı bir yumuşakça grubu) adını verir. Kaptan Nemo, denizaltısı Nautilus ile Kızıldeniz’den Akdeniz’e, kayıp Atlantis’ten Güney Kutbu’na ve Baltık Denizi’ne, sonunda denizcilerin korkulu rüyası Norveç girdabında (Poe etkisi – yazarın çocukken tutkulu bir Poe okuru olduğu hatırlanmalı) kayboluncaya kadar bu “zoraki” misafirlerine, daha dolayısıyla okura sürükleyici bir yolculuk yaptırır.

Yaşlı Adam ve Deniz’de Ernest Hemingway Santiago adında “ellerinde ağır balıkları ağlardan çekip alırken açılmış derin yarıklar olan”, “denizle aynı renkte olan gözleri dışında her şeyi yaşlı” Kübalı bir balıkçının, sandalının iki katı büyüklüğünde dev bir kılıçbalığını avlamasını anlatısının merkezine koyar.

… [D]enizi her zaman La mar olarak düşünürdü, İspanyollar (hikâye devrim öncesi Küba’sında geçmektedir.) denizi sevdikleri zaman böyle adlandırırlardı. (…) Ağları için şamandıra kullanan kimi genç balıkçılar –köpek balığı ciğeri çok para ettiği sırada birer motor da edinmişlerdi bunlar– denizden söz ederken el mar derlerdi. Sanki erkekmiş gibi söz ederlerdi ondan. Ama yaşlı adam onu hep bir kadın gibi, hep bir şeyler veren ya da büyük iyilikler taşıyan biri gibi düşünürdü. Kötü ve korkunç şeyler yapıyorsa elinde olmadan yapıyordu. Ayışığı bir kadını etkiler gibi etkiler onu da diye düşündü.[7]

Yaşamının 1939-1959 yılları arasındaki –Avrupa ve Afrika’da bulunduğu belirli süreler dışında– yaklaşık yirmi yıllık bölümünü Küba’da, Havana yakınında bir balıkçı köyünde geçiren ve o dönemde satın aldığı bir tekneyle kılıç balığı avcılığı yapmış olan Hemingway, ayrıca ilk gençlik yıllarında, bir zamanlar kendisinin sık sık gittiği Afrika’ya, kahramanı yaşlı balıkçıyı da gönderir:

Ben senin yaşındayken dört köşe seren yelkenli bir gemi ile Afrika’ya gittimdi. Geceleri kumsala inen aslanları seyrederdim.

Biliyorum anlatmıştın (s. 23).

Yaşlı balıkçı Santiago sık sık rüyasında kumsaldaki aslanları görür:

Artık düşlerinde ne fırtınalar, ne kadınlar, ne de koca balıklar vardı. Bilek tutuşmalarını, büyük olayları, dövüşleri, giderek karısını bile görmez olmuştu. Şimdi hep gezdiği yerler, kumsallara inen aslanlar geliyordu gözlerinin önüne. Alacakaranlıkta yavru kediler gibi oynaşıyorlardı, çocuğu sevdiği gibi severdi onları da (s. 25).

Açık denizde günlerce boğuşarak avladıktan sonra sandalının ortasındaki oturak tahtasına bağlayıp çektiği dev kılıç balığını köpekbalıklarından koruyabilmek için olağanüstü bir çaba sarf etmek zorunda kalan yaşlı balıkçı kulübesine yorgun argın döndüğünde uykuya dalar:

Yolun tepesindeki kulübesinde yaşlı adam gene uykuya dalmıştı. Hâlâ yüzükoyun uyuyor, çocuk yanında durmuş ona bakıyordu. Yaşlı adam düşünde aslanları görüyordu (s. 89).

Hemingway bu yapıtıyla ilgili okurların olay ve karakterlerin aslında başka şeyleri temsil ettiğini düşünmeleri üzerine şu açıklamayı yapar:

Romanda herhangi bir sembolizm yok. Deniz bildiğimiz deniz, yaşlı adam ise bildiğimiz yaşlı adamdır. Çocuk bildiğimiz çocuk, balık ise bildiğimiz balık, köpekbalıkları ise bildiğimiz köpekbalıklarıdır. Kitaptaki köpekbalıkları denizdekilerden daha iyi ya da daha kötü değildir.

Hemingway bunları söylüyor, diğerlerini bir yana bırakalım fakat “kumsalda dolaşan aslanlar”, bildiğimiz aslanlar değildir. Anlatıda bir leitmotif gibi sık sık tekrarlanan aslanlar, gücün ve gençliğin sembolüdür. Ayrıca yıllar önce onları gördüğünde kendisi de gençti; dolayısıyla aslanların görüntüsü yaşlı balıkçıyı gençliğine götürmektedir. Öte yandan aslanları yalnızca yaşlı balıkçının değil, yazar Hemingway’in de gördüğü söylenebilir. Bir bakıma aslan, her zaman aslan gibi güçlü olmak istediğini vurgulayan Hemingway’in tüm yaşamına yayılabilecek bir metafordur. Balıkçı Santiago yaşlılığın getirdiği somut sıkıntı ve zorlukları ve giderek artan yoksulluğun baskısını azaltmak için yaptığı gibi dev kılıçbalığını tutarken de sık sık New York Yankeelerinin ünlü beyzbol oyuncusu DiMaggio’nun yardımıyla moral destek alır. Dönemin sporseverleri tarafından efsaneleştirilen DiMaggio, yaşlı balıkçıda bir “hatırlama figürü”dür; köpekbalıklarına karşı savaşı kaybettiğinde unutacağı idolüdür. Köpek balıklarına yenilmiştir ama pes etmez. Yazar balıkçıyı şöyle konuşturur: “Ama insan pes etmemeli. İnsan yok edilebilir ama pes etmemelidir.”

Arthur Rimbaud Ağustos 1871’de henüz 17 yaşındayken Ardennes eyaletindeki Charleville kasabasında yazdı “Sarhoş Gemi” adlı şiirini. Bu şiiri, Rimbaud’nun deniz görmeden yazdığı, şairin kıymetinin daha bir artacağı inancıyla sıklıkla dile getirilir de nedense doğduğu ve ilk gençlik yıllarına kadar yaşadığı kasabadan, Charleville’den geçen nehir, La Meuse (Maas) nehri biraz ihmal edilir. Oysa bu şiir, bu nehrin kıyısında, eski bir değirmende yazılmıştır. Elbette bu nehrin dışında şairin esin kaynakları arasında çocukluk anıları ve okuduklarının da payı vardır. Şiirin merkezinde vahşi nehirlerden, denizlerin uçsuz bucaksızlığına doğru süzülen (“Ölü sularından iniyordum nehirlerin / Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim / Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme”) mürettebatını ve dümencisini kaybetmiş başıboş bir geminin açık denizdeki yolculuğu bulunmaktadır. Yirmi beş kıtadan oluşan uzun bir şiirdir; çünkü ancak böyle bir şiirin olumsuzlama süreçlerini gerçekleştirecek nefesi vardır: “Ben bir başkasıdır.” Rimboud’nun “Sarhoş Gemi” ile yaptığı büyük ve radikal yenilik, ilk defa bir gemiyi şiirdeki lirik özne haline getirmiş olmasıdır. Kendini özgürce hayata atan şairin macerasının bir metaforudur bu gemi.

Rimbaud’nun kasabasında yazdığı son şiirinin, onun edebiyat dünyasında diğer ozan ve yazarlardan ayırt edici özelliğini Roland Barthes şöyle açıklıyor:

[Ç]oğu söylence ya da düşlem gemileri Nautilus gibi, gözde kapanış izleğidir, çünkü insanın burada hemen yuvarlak ve yalnız bir evren ergisi düzenlemesi için gemiyi insan konutu olarak vermek yeter, öte yandan, bütün bir gemi töresi insanı aynı zamanda hem tanrı, hem efendi, hem sahip yapar (geminin tek efendisi, vb). Bu nedenle gemicilik söylenselliğinde, insanı geminin sahibi niteliğinden sıyırmasının bir tek yolu vardır; o da insanı silip gemiyi yalnız bırakmaktır; gemi kutu, konut, mal olmaktan çıkar o zaman; yolculuk eden, sonsuzluklara sürtünen göz olur; durmamacasına yola çıkışlar üretir. Verne’in Nautilus’unun gerçek karşıtı olan nesne Rimbaud’nun Sarhoş Gemisi’dir, “ben” diye konuşan ve içbükeyliğinden sıyrılmış olarak, insanı bir mağara ruhçözümleyiminden gerçek bir açınsama şiirbilimine geçirebilen gemidir.[8]

Yaşamında Brüksel’de çok az sayıda kendi bastırdığı Cehennemde Bir Mevsim dışında hiç kitabı basılmamış Rimbaud 19 yaşındayken şiiri ve şair sevgilisi Verlaine’i sonsuza dek ardında bırakarak Afrika’ya, Doğu’nun uzak kolonilerine seyahat eder, birçok değişik yerde konakladıktan sonra Somali’de zengin bir silah tüccarıyken sağ dizindeki enfeksiyon nedeniyle hastalanır. Marsilya’da bir hastanede bacağı kesilmek zorunda kalmış ve aynı yıl 1891’de henüz 37 yaşındayken bu dünyadan ayrılmıştır. Yaşama gözlerini kapadığı hastanede şair olduğu dahi bilinmez – “Tüccar Rimbaud, 10 Kasım 1891 tarihinde 37 yaşında öldü,” yazılır hastane kayıt defterine. “Şair olmak istiyorum, kâhin olmak, görülmezi görmek istiyorum,” diyordu bir mektubunda. Sarhoş Gemi’siyle bunları gerçekleştirmişti.

Shakespeare’in yazdığı son oyun olarak kabul edilen Fırtına’sı (1611) ıssız bir adada geçer. Oyunun başkahramanı eski Milano dukası Prospero, on iki yıl önce kendisini ve kızını bir tekneye koyarak denize salan Napoli kralı Alonso ile kardeşi Antonio’nun içinde bulunduğu gemiyi adasının yakınında doğaüstü gücüyle çıkardığı bir fırtınayla batırarak yolcuların adaya çıkmasını sağlar. Shakespeare’in bu yapıtı yazarken 1609’da Sea Ventura adlı bir İngiliz gemisinin Virjinya’ya giderken Bermuda adaları açıklarında batması üzerine sağ kurtulan mürettebatın ıssız bir adaya çıkıp yaklaşık dokuz ay yaşamasıyla ilgili gazete haberleri ve yazılan kitaplardan esinlendiği kabul edilir. Prospero ve yardımcılarının doğaüstü yetenekleriyle bir tür sihirli ada çizen Shakespeare fırtına, fırtınadan batan gemi, boğulmamak için dalgalarla boğuşma gibi konularda yaptığı betimleme, açıklama ve söz oyunlarında son derece gerçekçidir.

Sözgelimi oğlunun boğulmasından endişe eden Napoli kralı Alonso’yu yatıştırmak için Francisco şöyle konuşur:

… Dalgaların sırtına binmişti. / Düşmanca saldıran suları yanlara savurarak / üstte kalmayı başarıyor, / önünde kabaran en yüksek dalgayı bile göğüslüyordu. / Başını yılmadan azgın dalgaların üstünde tutuyor, / Güçlü kollarını kürek gibi kullanıp / Attığı yaman kulaçlarla sahile doğru yol alıyordu.[9]

Henrik İbsen’in Denizden Gelen Kadın’ında (1880) denizin başkahramanına etkisi oyunun merkezindedir. Bir Norveç fiyordunda geçen oyununda İbsen başkahramanı Ellida figürünü bir denizkızı olarak oluşturur –esasen oyuna bu adı vermesinin nedeni de budur. Bir deniz fenercisinin kızı olan Ellida evlenerek deniz kenarından ayrılıp kocasının yaşadığı bir fiyorda yerleşir. Bu yeni hayatı ona çok boğucu gelmektedir. Oyun kişilerinden Arnholm, açık denizin özlemini çeken Ellida’ya “Kara üzerinde yuvada değil misiniz?” diye sorduğunda salt kendisi için değil, tüm insanlar için bu soruyu yanıtlar:

Hayır, buna inanmıyorum. Bana göre eğer insanlar deniz üzerinde … veya belki de hatta denizin içinde yaşamaya alışsaydılar, olduğumuzdan çok başka biçimde kusursuz olurlardı. Hem daha iyi, hem daha mutlu…[10]

Oyunun sonunda Ellida, bunalımlarının nedenini kavrar: Karada bir denizkızı olarak yaşayamayacağını anlamıştır.

Bakın Bay Arnholm … Dün konuştuklarımızı hatırlıyor musunuz? Eğer biri, bir kez kara hayvanı olmuşsa onun için artık geriye denize dönüş yolu yoktur. Ayrıca denizdeki bir yaşama da dönüş yoktur (s. 110).

Rimbaud gibi henüz denizi görmeden yapıtlarında denizi işlemiş bir başka ozan da Bertolt Brecht’tir. 1918 ile 1921 yılları arasındaki dönem, o zamanlar Starnberg Gölü’ndeki tekne gezileri ve Augsburg Plärrer lunaparkındaki gemi salıncakların ötesine geçmemiş olsa bile Brecht’in edebi denizcilik yılları olarak tanımlanabilir. Augsburg halk şenliklerinde denizci baladları söyleyen, tek ayaklı, Hamburglu bir panayır şarkıcısı da sahneye çıkıyordu. Brecht daha sonra ona Ağustos 1928’de Üç Kuruşluk Opera’sında, “Sustalı Mackie” (Mack-the-Knife) baladını, o zamandan beri ünlü köpekbalığıyla birlikte dünyayı dolaşan o ünlü baladını söyletir. Brecht’in bu oyununu topos olarak Londra’ya yerleştirmesinin nedenini Walter Benjamin, o yıllarda gangsterlik olgusunun Almanya için hâlâ yabancı olmasına ve  Dickens dönemini yansıtan bir Londra’ya bu tiplerin çok uygun olmasına bağlar.[11] Yine 1920 ve 1922 yılları arasında yazılan “Birçok geminin baladı” ve “Orospu Evelyn Roe” baladı, “Şişedeki mektup” (Potkal) hikâyesi, “Et kayığı” operetinin taslağı, “Jamaika barın esrarı”nın senaryosu gibi yapıtlar Brecht’in 1927’de Hauspostille (Ev Vaazları) adıyla yayımlanan şiir seçkisinin bir tür deniz oyunları repertuarını oluşturur. Sanatsal etkinliğinde kendini yalnız ve çaresiz hissettiğinde çatı katında, uzak bir umut ışığı görür. “Öğle vakti kalkıyorum ve görüyorum: deniz,” diye itiraf eder günlüğünde. “Ne olursa olsun ama sonunda: deniz.”[12]

Yine aynı kitabında 1919 yılında yazdığı ve Rimbaud’nun “Sarhoş Gemi”sine bir nazire olan “Gemi” şiiri yer alır. Bu şiiri bir gemiyi anlatmaz; gemi kendisini anlatısının öznesi yapar –son kıtada “yabancı balıkçılar” çıkana kadar: “Ahşabım çürüdüğünden ve yelkenlerim yırtıldığından beri / beni sahilde parçalayan halatlar modern olduğundan beri.” Hauspostille’de yer verdiği erken dönem ürünlerinden olan “Mezmurlar”da gemi, gemi enkazı, batık gemi Brecht’in çok sık kullandığı metaforlardır: “Ben denizin dibinde batık bir gemiyim” (6. Mezmur).

Dünya edebiyatında Robinsonculuk (Robinsonade) denilen ada hikâyeleri –her ne kadar adaya çıkılması çoğunlukla bir gemi kazası sonucu olsa da– ikincil edebiyatta deniz motifi bağlamında ele alınmaz. Zira bu yapıtlarda daha çok, kaza sonrası çıkılan ıssız adada, kazazedelerin medeniyetten uzakta yaşamlarını idame ettirmeleri veya kimi toplumsal ütopyaları hayata geçirmeleri ele alınmaktadır.

Bu yazıda dünya edebiyatında su ve denizin önemli bir yer tuttuğu belli başlı yapıtları ele almaya çalıştım. Yazının formatı, konuyu günümüze kadar getirmeye imkân vermemektedir.[13] Kaldı ki hiçbir şey/çalışma eksiksiz olamayacağı için bu yazının da kimi eksikliklerinin –olabileceğini değil– olduğunu biliyorum –sözgelimi Baudelaire’in İnsan ve Deniz’i, Canetti’nin Kitle ve İktidar’ı… Dünya edebiyatıyla karşılaştırıldığında bizde ikincil edebiyatın bir hayli enez, hatta varla yok arasında olduğu görülür –yine Rimbaud’dan bir örnek: Günümüzde bir Rimbaud uzmanının, yazdığı kitaba verdiği emeği vurgulamak için bu ozanla ilgili ölümünden sonra yayımlanmış olan üç bin beş yüzü aşkın kaynak kitabı incelediğinden söz edilebilmektedir. Buna karşılık bizde zaten deniz ve denizcilik hakkında çok sınırlı kaynak olduğu gibi edebî deniz dağarcığında da ancak bir avuç yapıt bulunmaktadır –deniz konulu ikincil bir edebiyatın sözü bile edilemez. Bununla birlikte kimi eksiklerine rağmen, sözgelimi edebiyat dünyamızdaki lakabı bile Kaptan olan Attila İlhan ve şiirleri; Tarık Dursun K.’nın yapıtları gibi, (bu değerlendirme, internette yayımlanan yazıyla sınırlıdır) “Edebiyatımızda Deniz ve İçimizin Sönmeyen Yangını” başlıklı yazı, büyük bir emek verilmiş olmasının yanı sıra içeriğiyle de kıymetli bir çalışma olarak dikkati çekiyor.[14]

Gemi ve denizleri aşma, yazar ve şairler tarafından bundan böyle de yaşam yolculuğu için metafor olarak kullanılacaktır. Keza mutluluk da deniz gibi tahmin edilemez olacak; talihli gemi yolculuğu ve geminin batma tehlikesi, kaderin gidişatı için varoluşsal metaforlar olarak işlev göreceklerdir. Bir küçük çocuğun gözünde siyah, soğuk bir havuz bile günbatımında vaatlerle dolu görünebiliyor ve kâğıttan bir gemi, bir kelebeğe dönüşebiliyorsa (“Sarhoş Gemi”, 24. kıta) her zaman dünyanın bir imgesi olan mavi enginlikler, şair ve ozanların hayal gücünü kanatlandıran tükenmez bir kaynak olacaktır.


[1] Johann Wolfgang von Goethe, İtalya Seyahati. Çev. Seniha Bedri Göknil MEB Yayınları, 2.Cilt, s. 82.

[2] Homeros, İlyada. Çev. Azra Erhat – A. Kadir, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 14. Bölüm 200-201, s. 305.

[3] Sofokles, Antigone, Eski Yunan Tragedyaları. Çev. Güngör Dilmen, Mitos Boyut Yayınları, 1997, s. 77.

[4] Elias Canetti, Kulaktaki Meşale. Çev. Şemsa Yeğin, Payel Yayınları 1997, s. 83-88.

[5] Claudio Magris, Tuna Boyunca. Çev. L.T. Basmacı, Turkuvaz Kitap, s. 242.

[6] Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği. Çev. Sinan Fişek, Dost Kitabevi Yayınları, s. 119.

[7] Ernest Hemingway, Yaşlı Adam ve Deniz. Çev. Yaşar Anday, Cem Yayınevi, 1972, s. 28.

[8] Roland Barthes, Çağdaş Söylenler. Çev. Tahsin Yücel, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1990, s. 62-63.

[9] William Shakespeare, Fırtına. Çev. Bülent Bozkurt, Remzi Kitabevi, 1994, s. 51.

[10] Henrik İbsen, Denizden Gelen Kadın Toplu Oyunları 3. Çev. Meriç Gök, Mitos Boyut Yayınları, s. 56.

[11] Walter Benjamin, Brecht’i Anlamak. Çev. H.Barışcan ve A. İşisağ, Metis Yayınları, 1984, s. 61.

[12] Holger Teschke, in Mare No. 82, Oktober/November 2010.

[13] Ayrıca aynı nedenle, Tuna üzerinde Demirkapı Boğazı’nda bir adada, altı yüz nüfuslu küçük, fakat tarihî bir yerleşim yeri olan Adakale’nin baraj suları altında son bulan uzun ve hüzünlü hikâyesi ve yine kültür tarihi ve edebiyat bakımından her biri ayrı bir çalışma konusu olabilecek Nil, Amazon ve Mississippi nehirleri bu yazıda ele alınamamıştır.

[14] Çimen Günay-Erkol, “Edebiyatımızda Deniz ve İçimizin Sönmeyen Yangını”, İskeleye Yanaşan…  Denizler, Gemiler, Denizciler. Derleyenler: M. Koraltürk, O. Berent, İletişim Yayınları, s. 23-46.