“Çok Dikkat, Çok Çok Dikkat!”

Baskın Oran Sabro[1] dergisinde Ukrayna üzerine yazısına (Mart 2022) bir not düşmüş: “Çok dikkat. ABD’nin çifte standartları, bizde Batı/demokrasi karşıtlığını körüklemek için kullanılmaya başlandı. Çok çok dikkat.”

Kaygısını anlıyorum, ama bence özellikle doksanlı yıllardan beri sol siyasi duruş, bu ‘dikkat’ nedeniyle muvazenesini kaybetti. Bence dikkat etmemiz gereken asıl mesele, Batı’yı bir bütün olarak tanımlamak ve kapitalizm/post-kapitalizm sorgulamasını ihmal eden demokrasi söylemleri. Dünyaya sol-eleştirel açıdan bakanlar bile ‘Batı’yı başlı başına bir kategori olarak tanımladığı sürece sağ, milliyetçi, İslâmcı, yerelci Batı düşmanlığı güçleniyor ve daha da güçlenecek. Sol aydınlar kaba kapitalizm eleştirileri ve emperyalizm teorilerinden uzak durmak için, iyiden iyiye post-kapitalizm ve emperyal dünya düzeni sorgulamasını rafa kaldırdılar. Neoliberal demokrasi söylemini içselleştirdikleri ölçüde, Batı ülkelerin dış politika çıkarlarının bizim gibi ülkelerde özgürlükçü bir demokrasi anlayışını desteklemek durumunda olmadığını kavramaktan aciz kaldılar.

Doksanlı yıllarda öne çıkan neoliberal demokrasi tanımı, serbest piyasa ekonomisinin küreselleşmesinden ibaretti. Güney Asya’nın otokratik kapitalizm modellerine ‘Batı dışı modernlik’ güzellemesi de, Müslüman coğrafyada kapitalizm ve Batı ile barışık ‘İslâm demokrasisi’ tahayyülleri de bu yaklaşımın sonuçları idi. Kapitalizmin tarihsel olarak demokratik siyaset kurgusunun mayalandığı zemin olduğu bir gerçek, ancak kapitalizmin ‘eşitlik’ kavramının göz ardı ettiği ölçüde demokrasi düşmanı olduğu da bir gerçek. Batı dışı coğrafya bir yana, Batı Avrupa’nın yirminci yüzyılda tanık olduğu otoriter ve faşist siyasetlerin temelinde, emek mücadeleleri ve sol siyasi mücadeleleri baskılamak ve boğmak olduğu unutuldu. Hitler, Mussolini, Franko, Salazar, Batı Avrupa’da 1917 Rus devrimi benzeri bir gelişme tehdidine karşı bu ülkelerin burjuvazisi tarafından tercih edildi. Hitler işi iyice azıtıncaya kadar, İngiltere dahil Almanya’da olanlara kimse ses çıkarmadı. Sosyalist Rusya tecrübesi iyi bir model olmadı, sosyalist bir Avrupa nasıl olurdu bilemiyoruz, ama kapitalist Batı modelinin ne olduğunu da, dünyaya neye mal olduğunu da Soğuk Savaş yılları boyunca gördük. İkinci Dünya Savaşı sonrası, ‘resmî’ Batı liberal tarihçiliği pek çok gerçeği karartma üzerine kurulu bir anlatıydı. Özellikle de Hitler’in şahsının sembolize ettiği diktatörlükler gökten inmiş gibi takdim edilmek suretiyle, iki dünya savaşı arasında yaşanan dönem sorgulama dışı kaldı. Sadece o da değil, dünya savaşı sonrası Batı demokrasilerinin ne halde olduğu da unutuldu; Batı Almanya’da Nazi kadrolarının nasıl temize çekildiği, Fransa’yı otoriter bir generalin toparladığı, İspanya ve Portekiz’i yetmişli yıllara kadar iki diktatörün yönettiği, İtalya’da Komünist Parti’nin seçim kazanması tehdidine karşı ABD’nin olaya nasıl müdahale ettiği, liberal Batı tarihçiliğinin ilgisi dışında kaldı. ABD’den hiç bahsetmiyorum, nasıl bir demokrasi olduğunu tüm dünya halkları tecrübe etti, halen ediyor. Batı’nın güçlü kapitalist ülkelerini tüm kiri ve pası ile ‘Batı’ diye yüksek bir standart olarak tanımlarsanız, Batı düşmanlığı artar, dahası Batı’nın eleştirel düşünce ve siyaset birikimi de bu kirli sepette heba olur. ‘Demokrasi’ kavramının gözden düşmesinin nedeni de neoliberal söylem çerçevesinde tanımlanıyor olması, yani ‘demokrasi’ kisvesi ardında askerî işgallerin, operasyonların, bin bir kirli oyunun meşrulaştırılmaya çalışılması.

Şimdilerde, Ukrayna-Rusya savaşı çerçevesinde, demokrasi ve özgürlükler kavramları ardına gizlenmeye çalışılan stratejik oyunlar, bu kavramların daha da yıpranmasına ön vermiş vaziyette. Baskın Oran’ın dediği gibi aman ‘dikkat, çok çok dikkat!’, ama işin burasına dikkat! Demokrasiler değil, ‘demokrasi’ kavramı, fikri, itibarı tehlikede, ‘çok dikkat!’

Doksanlı yılların uğursuz sesi Francis Fukuyama yine meydanlarda, ‘liberal demokrasi tehlikede’ propagandasının başını çekiyor.[2] Propaganda kitabı, Ukrayna işgalinden önce basılmış, şimdi piyasada; Liberalism and Its Discontents (Profile, Frrar, Straus&Giroux), yani Liberalizm ve Sıkıntıları ama zaten bu propaganda da -yani ekonomik liberalizm ve demokrasiyi özdeş tanımlayan neoliberal demokrasi tanımı da- doksanlı yıllardan beri tedavülde.

Ne acıdır ki, bu propagandanın içinden konuşanlar sadece Fukuyama gibi ipi pazara çıkmış ‘neo-con’lar değil. Ünlü tarihçi Mark Mazower’ın Finacial Times’ta yayımlanan “Europe’s long quest for peace” (“Avrupa’nın uzun soluklu barış arayışı”) başlıklı yazısı (26-27 Mart 2022) benzer bir telden çalıyor. Mazower ile 1987’de, o doktora öğrencisi ben de misafir öğrenci olduğum dönemde, Oxford’da tanışmış, o zaman ahbaplık etmiştim, sonra Salonica, Dark Continent başta olmak üzere, kitaplarını hayranlıkla okudum. Avrupa tarihini benden ve pek çoklarımızdan iyi bildiği kesin, zaten işin tuhaf tarafı da bu, bu çapta bir yakın dönem tarihçisinin, Putin’e karşı ‘Avrupa’nın övgüye layık barış tecrübesini korumak için, istemese de savaşta olduğu’nu söylemesi anlaşılabilir gibi değil. Gerçi Birleşmiş Milletler’e dair 2008’de yayımladığı kitabında bu yaklaşımının temelini oluşturuyordu (No Enchanted Palace, Princeton University Press) ve çalışmaları son derece nüanslı olsa da nihayetinde liberal Batı tarihçiliğin çerçevesi içinde kalıyordu.

Asıl önemlisi, ister Fukuyama gibi sığ bir kuramcının, ister Mazower gibi derinlikli bir tarihçinin buluştuğu nokta olan neoliberal ‘demokrasi, özgürlük ve barış’ tanımları. Aman dikkat, çok dikkat! Hiç kuşkunuz olmasın bu söylem, demokrasi, özgürlük ve barış ideallerine itibar kaybettirecek. Birileri bu idealler adına ABD küresel hegemonya mücadelesini, diğerleri Putin’i destekleyecek ve insanlık daha uzun süre iki kötü seçenek arasına sıkışacak. Tam da bu nedenle, kuru gürültüye pabuç bırakmadan, tanık olduğumuz gelişmelerin gerisinde neyin olduğunu iyice sorgulamak, kurcalamak gerekiyor. Tanık olduğumuz tam bir küresel güç mücadelesi, bir yanda Sovyetler’in çözülüşü ardından, içeride ve dünya çapındaki gücü iyice zayıflayan Rusya Federasyonu’nun, kendini yeterince güçlü hissettiği noktada, ABD/NATO sıkıştırmasına karşı sopayı eline alması, 2008’de Gürcistan’a askerî müdahale, 2014’te Kırım’ı işgal ve şimdi Ukrayna’ya askerî müdahaleye girişmesi var. Diğer yanda, Soğuk Savaş’ın lafta bitişinden bu yana ABD’nin küresel hegemonya siyasetleri var.

Putin’in hesaplı veya hesapsız güç gösterisi, çok kutuplu dünya ihtimaline karşı ABD’nin en büyük silahı haline geldi; NATO safları sıkılaştı, AB koşulsuz ABD müttefiki olduğunu ispatlamak zorunda kaldı, dahası otoriter veya değil Batı dışı ülkeler bu saflaşmada taraf olmak durumunda kaldı. Yeni savaş konsepti, ‘liberal demokrasilere karşı otoriter rejimler’ veya Putin’in şahsında sembolleşen ‘diktatörlerin mücadelesi’. Meselenin liberal demokrasi veya otoriter rejimler olmadığının en iyi göstergesi, bu mücadelede, otoriter bir rejimle yönetilen Polonya’nın, ABD/Batı saflarının en önemli müttefiklerinden biri haline gelmesi. Aslında bu hiç de şaşılacak bir şey değil, Soğuk Savaş dönemi boyunca ‘totaliter komünizm’e karşı mücadele saflarında nice diktatörler, nice kirli rejimler vardı. 11 Eylül’den sonra, ilan edilen ‘küresel radikal İslâmcı terör’e karşı mücadelede, bu bahane ile Afganistan ve Irak işgal edilirken Suudi Arabistan müttefik güçtü.

Nitekim, Economist dergisinin “Yeni Soğuk Savaş, Yeni Tavizler” (“New Cold War, New Compromises”, 26 Mart 2022) başlıklı yorum yazısında, bu çelişkinin göze batacağı teslim edilmiş, “Soğuk Savaş döneminde, komünizm tehlikesi bu tür rejimler ile işbirliği yapmanın gerekçesi olabiliyordu, şimdi otokrasiye karşı mücadele için otokratlarla işbirliğini izah etmek daha zor,” denilmiş ama hemen gerekçesi bulunmuş: “Demokrasilerin kötü rejimler ile işbirliği yapmasının tarihi uzun ama bazı durumlarda gerekli,” imiş. Mesela Hitler’i yenmek için Stalin ile işbirliği yapılmak zorunda kalınmış, bir de “Zaire (Kongo) gibi ülkelerde bu tür rejimlere göz yummak gibi bir utanç” söz konusu imiş. Bu mevzu çok su götürür ama şimdilik hiç uzatmayayım. Bu yorum sonuçta iyimserliğe bağlanmış, “komünizm evrensel bir ideoloji iken, ‘Putincilik’ öyle bir ideolojik güce sahip olmadığı için özgür dünya için o çapta bir tehdit değilmiş”. Bana hiç de öyle gelmiyor, ‘komünizm tehlikesi’ bahanesi ile sol siyasetlerin tamamı, sömürgecilik karşıtı mücadeleler, Bağlantısızlar Hareketi hepsi tarumar edildi, şimdi onların bıraktığı boşlukta Putin ve benzeri otokratlar anti-emperyalizmin sözcülüğüne soyunabiliyor ve bu çerçevede taraftar bulabiliyor. Yani, insanlığın küresel ve yerel haksızlıklar karşısındaki ufku ABD’ye karşı çıkan kim varsa ona sempati beslemeye kadar daralmış vaziyette. Bence insanlık adına, demokrasi ve küresel barış adına hiç de sevinilecek bir şey değil ama mesele başka, amaç ABD ve NATO hegemonyası saflarının sıklaşması, gerisi hiç önemli değil.

Diğer taraftan, iddia edilenin aksine, Rusya Federasyonu ve ‘Putincilik’ son zamanlarda, ABD açısından ciddi bir tehdit halini almıştı. Çin en önemli tehdit olarak tanımlanıyordu ama asıl sorun çok kutuplu dünyaya doğru gidişti. Bu tür birçok kutuplu dünya ‘çok iyi bir fikirdi’ demiyorum, küresel hesapların nasıl yapıldığına işaret etmeye çalışıyorum. Çin’in ekonomik gücünün küresel çapta siyasi boyut kazanmaya başlaması bir dertti. Batı Avrupa’nın Rusya Federasyonu ile özellikle ekonomik temelde de olsa yakınlaşması ABD için sorun teşkil ediyordu. Batı dışı dünyada, ABD/Batı dünyası ile arası açılanın gözü dışarılara kaymaya başlamıştı. Putin’in ‘Batı emperyalizmine kafa tutan adam’ portresi, bırakın Batı dışı dünyayı, Avrupa’da bile bir cazibe merkezi haline geliyordu. En önemlisi, Latin Amerika ülkelerinde sol ve sağ popülist rejimlerin Putin ile içli dışlı olmaya başlamasıydı. Venezuela zaten Rusya ve ABD’nin diğer büyük düşmanı İran müttefiki idi. Küba ve Nikaragua da bu saflarda yer alıyordu. San Salvador’da Salvador Sanchez Hükümeti Rusya ve Çin’e meyletmişti. Ekonomik darboğaz yaşayan Arjantin pandemi dönemini Rus aşısı Sputnik ile atlatmak durumundaydı. Sadece sol popülist rejimler değil, mesela Brezilya’da Bolsanaro Putin’i öve öve bitiremiyordu. Kısacası, bir süredir Latin Amerika’da ABD açısından son derece tatsız bir tablo ortaya çıkmaya başlamıştı, o kadar ki, NATO 2017’de Kolombiya ile ‘kıta dışı müttefiklik’ anlaşması imzaladı, 8 Aralık 2021’de ise Kolombiya’yı NATO’nun ‘küresel partner’i olarak tanımlayan bir anlaşma daha imzalandı.

Kısacası, halihazırda mevcut dünya düzeninde, kimsenin demokrasi diye bir derdi yok. Küresel neoliberalizmin demokrasi, özgürlükler ve barış gibi bir derdi olamayacağını en iyi görenlerin sol-eleştirel gözler olması gerekir. Dahası Ukrayna-Rusya savaşı küresel neoliberal düzeni kökten sorgulamak için iyi bir vesile olmalı. Yaşadıklarımız istisna değil, bu düzenin ayakta kalması için ‘demokrasi’ bahanesi ile otokratlar ile işbirliği, askerî müdahale, savaş gerekiyor. Ayrıca halihazırda taraflar ekonomik model açısından birbirinden farklı değil, Tony Wood’un hatırlattığı gibi,[3] Putin Rusya’nın neoliberalizme açılması sürecinin bir ürünü. Stalin matah bir siyasi aktör değil ama Putin’i hokus pokus ile Stalin’in devamı olarak gösterme çabasının gerisinde, onun neoliberal ekonominin Batı dünyası dışındaki temsilcilerinden biri olduğu gerçeğini örtme çabası var. Putin ve Çarlık Rusya’sı ile kurulan bağlar ise düpedüz neo-Oryantalist bir söylem, özetle, ‘otokrasi Rusların tarihsel-kültürel gerçeği’ demekten başka bir şey değil. Bu söylemin, Putin’in Rusya’nın tarihî-kültürel özgünlüğü temelli propagandasından özü itibarı ile farkı yok.

Biz asıl konumuza dönelim. Unutmayalım ki, küresel neoliberal düzen de yeni bir durum değil, ‘liberal demokrasi’ diye cilalanan kapitalist ekonomik model hep böyleydi, yükselişi kolonyalizm ve emperyalizm ile beslendi, tarihi ‘Hitler’e razı olmak, sonra onu yenmek için Stalin’e razı olmak’, sonra Sovyetler’e karşı rezil rejimler ile rezil işbirlikleri yapmak ‘zorunda kalmak’ vs. ile geçti. ‘Haydi, dünya devrimine’ demiyorum, öylesi de bildiğimiz başka sorunlar çıkardı ama insanlık için farklı bir gelecek tasavvuruna alan açmak gerekiyor, diyorum. Bu savaş vesilesiyle Batı dünyasının Rusya’ya enerji bağımlılığından kurtulmak açısından fosil enerji kaynaklarından ekolojik seçeneklere dönmesi için bir fırsat doğduğunu düşünmek de tam bir siyasi şaşılık. Ekolojik denilen enerji kaynaklarını üretmek için gereken doğal kaynakların yağmalanması mücadelesi şimdiden başlamış vaziyette. Asıl mesele kapitalizm/ post-kapitalizmin köklü bir sorgulamasını göze almadan, sadece dünya çapında adaletsizliklerden, savaşlardan, çatışmalardan değil, gezegenin yok olması tehlikesinden kurtulamayacağımız.


[1] Sabro, Türkçe-Süryanice aylık dergi.

[2] Daha önce Politik Yol’da “Liberal Demokrasiler Tehlikede mi?” başlıklı bir yazı yazmıştım, ilgili okuyucular buradan bakabilirler: https://www.politikyol.com/liberal-demokrasiler-tehlikede-mi/

[3] Tony Wood, Money, Power and the Myth of Cold War Russia Without Putin, Verso, 2018. T24 sitesinde bu kitabı tanıtmaya ve tartışmaya katmaya çalıştım, bkz. “Putin’siz Dünya”, https://t24.com.tr/k24/yazi/putin-siz-dunya,3606