Kısaca, öykü günlerinin on dokuz yıllık hikâyesini özetler misiniz? Nasıl bir seyir izledi, ne gibi değişimler geçirdi?
Ankara Öykü Günleri 1997 yılında başlamış. Özcan Karabulut, Tekgül Arı gibi yazarların, Aysu Erden gibi akademisyenlerin öncülüğünde zamanla onlarca insanın emek verdiği bir kültür faaliyetine dönüşmüş. 2010 sonrasında bu insanlar bir dernek kurup hem öykü günleri organizasyonunu bu dernek çatısı altında sürdürdüler hem de Dünyanın Öyküsü dergisini çıkardılar. Atölyeler düzenlediler. Ankara Öykü Günleri'nin içinden 14 Şubat Dünya Öykü Günü doğdu. Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü’nün 68. Kongre’sinde 14 Şubat, Dünya Öykü Günü olarak kabul edildi. Her sorumluluk gibi bu da yüklenenleri bir süre sonra yormuş olacak ki 2016 yılında Ankara Öykü Günleri’nin 16.’sını yapıp bırakmışlardı. Dernek de kapatıldı. Dergi son sayısını çıkarmış oldu. Tabii bu üzücü bir durumdu. Üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra ben ve birkaç arkadaşım bu işi sürdürmek istedik. Bu niyetle bütün emek verenleri temsilen Özcan Karabulut ve Aysu Erden’den bir nevi izin aldık. Böylece 17. Ankara Öykü Günleri’ni 2019 yılının sonbaharında gerçekleştirdik. Bu etkinlikler büyük bir coşkuyla ve kalabalık izleyiciyle takip edildi. 2020 yılında Ankara Öykü Günleri’ni pandemi nedeniyle gerçekleştirememiştik, 2021’de çevrimiçi yapma imkânı bulduk. Bu yıl yeniden yüz yüze etkinliklerle 19.’sunu düzenliyoruz.
Öykünün edebiyattaki ve edebiyat kamuoyundaki gidişatını nasıl görüyorsunuz; yazanların ve okuyanların ilgisi nasıl, değişiyor mu? Şiire ve romana kıyasla da düşünerek... Edebiyat anlayışı, üslup, temalar bakımından belirli eğilimler gözlüyor musunuz?
Öykü, öteden beri popüler bir tür değil. Edebiyat kuramlarında da yeri çok azdır, roman ve oyun başı çeker, ardından şiir gelir. Kendi öykücülüğümü anlamaya, edebiyat tarihinde bir yere koymaya çalışırken roman ve tiyatro kuramları, şairlerin (İlhan Berk’in Poetika’sı gibi) denemeleri, öykünün hem ne olduğunu hem de ne olmadığını, olmayacağını görmekte bana yardımcı olmuştu. Özellikle Brecht’in Epik Tiyatro’su bir tür olarak öyküyü ve kendi öykücülüğümü anlamakta çok işime yaradı.
Şimdilerde Türkiye’de öykü yazarları sayıca artıyor. Birkaç yıldır Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü seçici kurulundayım. Niteliğin arttığını, bizi şaşırtan, yeniyi deneyen, cesur dosyalarla karşılaştığımızı ne yazık ki söyleyemem. Üslup, dil, anlatım pek farklılık göstermiyor. Dil hakimiyeti çok zayıf. Temalar da ilginç şekilde birbirine yakın. Bunun nedenini çok düşündüm, sosyal medyada ortak bir yaşam sürüyoruz, kitlesel olan o kadar baskın ki kişisel olana yeterince odaklanamıyoruz galiba. Ülke gündemi sürekli yoğun ve moral bozucu, ekonomik olarak çok zorlanıyoruz, haber alma kaynakları kısıtlı, böyleyken sosyal medya bir dertleşme, dökülme, öfke kusma yeri. Burada bir yandan da ilgilerimiz, hangi hafta hangi diziyi, filmi izlediğimiz belirleniyor. Örneğin yeni çıkan popüler bir albümü ânında dinlememiz ve yorumlamamız gerekiyor. Bir hafta sonra geç kalmış oluyoruz, söz söylemenin zamanı kaçırılmış oluyor. Bu aciliyetin kendi beğenilerimize kulak vermemizin önüne geçtiğini düşünüyorum. Kanona uyuyoruz ister istemez, derhal tarafımızı seçiyoruz. Kitaplar da bu arada çok takipçili hesaplarca paylaşıldığı kadar kendine yer buluyor. On yıl önce bile farklıydı, o zaman kitap eklerinin bazı kitapları haksız yere öne çıkarmasından dert yanardık en fazla ama her bir okur kendi okuma deneyiminde yer bulabilecek kitapları kendisi keşfedebilirdi yine de. Bugün bu keşfin başkalarına bırakıldığını görüyorum. Örneğin bookstagram hesaplarınca kitap tavsiye ediliyor, insanlar bu hesapları takip ederek okuma listelerini belirliyor. Oysa bir kitaba gidiş yolunuz vardır, okuma deneyimi, yaşam deneyimi gerekir. Öykü işte tam da böyle okurlar isteyen bir tür. Okurun araştırması, okuyacağı kitabı arayıp bulması gerekiyor.
Öykü ödüllerini nasıl değerlendiriyorsunuz? "Adalet" var mı, teşvik edici oluyor mu?
“Adalet” yarışmaların bazısında var, bazısında yok. Yarışmalara başvuranların seçici kurulu incelemesi, araştırması gerekir. Kurullarda haksızlıklarıyla nam salmış insanlar da var, oralara dosya göndermemek lazım. Benim için ödüller hem teşvik edici oldu hem de daha iyisini, yenisini yazmak yönünde bana sorumluluk verdi. Söylediğim gibi öykü popüler bir tür değil, ben de popüler bir yazar değilim, olamam da. Ödüller kitaplarıma dikkat çekiyor, alan açıyor. Bir okur ve yazar olarak ödülleri dikkate alsam da sonuçta metnin kendisi kendi yolunu açıyor, bunu biliyorum. “Deli Bal” 2010’da ödül aldı, gündemin ve vitrinin bu kadar hızlı değiştiği bir ortamda hâlâ yeni okurlarda karşılık bulmasını sadece ödüle bağlayamam. Bana asıl iyi hissettiren de bu galiba.
Bu yılki öykü günlerinin temaları, "Göç, gurbet, mübadele, birarada yaşam" diye sıralanmış. Bu noktalar arasındaki çizgileri siz nasıl birleştiriyorsunuz?
Malum, son birkaç yıldır farklı halklardan sayıları sürekli artan göçmenlerle bir arada yaşıyoruz. Eşzamanlı olarak iktidar baskısı arttı, ekonomik çöküş yaşanıyor. Birbirimize tahammülümüz azaldı. Devletin, tanışmayı, uyumu, bir arada yaşamı kolaylaştıracak girişimlere yer veren bir göçmen politikası olmadığı için her yabancıyı giderek tehlikeli buluyor, düşman belliyoruz. Onları göçe zorlayan koşulları görmezden geliyoruz, milliyetçilik yükseliyor. Bu yıl öykü günlerinin odağına bu temaları almamızın nedeni, uzun zamandır gündemi belirleyen olgulardan biri olan göçün tarihine, edebiyattaki karşılığına öykülerden bakmak istememizdi. Böylece gurbetçi işçilerin, gurbete gelin gidenlerin, tehcire, sürgüne, mübadeleye maruz kalanların, iltica etmeye mecbur bırakılanların öykülerdeki görünürlüğü sayesinde çok yönlü bir bakış elde etmeyi umduk.