"Helg... seger!" diye bağırıyor Rebecka Fallenkvist, bir kolunu kameraya selam verir gibi kaldırarak. Pazar akşamı. Aşırı sağcı İsveç Demokratları'ndan 26 yaşındaki siyasetçi elinde şampanya kadehiyle röportaj veriyor. Partisi oyların %20'sinden fazlasını alarak parlamentodaki en büyük ikinci parti haline gelmiş durumda.
Sosyal Demokrat Başbakan Magdalena Andersson, sağ bloğa karşı yenilgiyi kabul ederek istifa etti. Her ne kadar ittifak partileri bakanlıkların tüm koltuklarını kendilerine saklamak istediklerini söylemiş olsalar da İsveç tarihinde ilk kez aşırı sağcı bir parti hükümet üzerinde önemli bir etkiye sahip olacak. Üstelik bunlar "sıradan" göçmen karşıtı popülistler de değiller. İsveç Demokratları'nın kökleri bundan sadece otuz yıl önce hâlâ var olan neo-Nazi hareketine dayanıyor. Daha yakın zamanlarda ise Putin ya da Biden arasında seçim yapamadıklarını kanıtladılar.
Fallenkvist partisinin seçim başarısını "helgseger", yani "hafta sonu zaferi" olarak adlandırdı - İsveç dilinde şimdiye kadar bilinmeyen bir kavram. Ancak Fallenkvist'in kelimeleri telaffuz ediş biçiminden kaynaklı olarak, bunlar kulağa acayip bir biçimde daha köklü bir deyim olan hell seger ile benzer geliyordu. Bu, Nazi selamı olan Sieg Heil'in İsveççe versiyonudur. (Partinin basın sekreteri Fallenkvist'in sarhoş olduğunu ve "yanlış telaffuz ettiğini" söyledi).
İsveç'te neler oluyor? Bu seçimde İsveç Demokratlarına oy verenlerin %12'si bir önceki seçimde Sosyal Demokratlara, %14'ü ise Muhafazakârlara oy verdi. Parti, tüm mavi yakalı oylarının üçte birini aldı. İsveç'in genç ve ilk kez oy kullanacak seçmenleri -Greta Thunberg'in yaşıtları- arasında parti zafer kazanırken, iklim değişikliğiyle mücadele için daha az şey yapacağını gururla duyuruyordu.
İsveç'te ilerici Pippi Longstockings'in[1] yok olduğu ve yeni nesil saldırgan muhafazakârların yönetimi devraldığı sonucuna varmak cazip gelebilir. Ancak seçim sonuçları, İsveçlilerin liberal ahlâkında ciddi bir değişimi yansıtmaktan ziyade, daha rahatsız edici bir gerçeği ortaya koyuyor: İsveç'in sözde liberalizmi belki de hiçbir zaman o kadar derin değildi.
1980'lerde etnolog Åke Daun, ortalama bir İsveçlinin son derece konformist ve uzlaşma odaklı olduğunu ileri sürmüştü. Komşu İskandinav ülkelerinde insanların %4 ila %6'sının fikirlerini ve değerlerini paylaşmadıkları kişilerle arkadaşlık etmekten hoşlanmadıklarını tespit etmişti. İsveç'te ise bu oran %45'ti.
O zamandan bu yana, "korkulan" farklılığın ana temsilcileri -göçmenler ve onların soyundan gelenler- nüfusun dörtte birini oluşturur hale geldi. Ancak pek çok "yerli" İsveçli genellikle onlarla kaynaşmıyor ve onlar taşınırsa mahallelerinden kaçıyorlar. Ayrıca yabancı doğumlu nüfusta görülen işsizlik oranı neredeyse %20. İsveç'te geçtiğimiz yıl silahlı saldırılar ve organize suçlarda da bir artış yaşandı. Suç artışının ardında yatan nedenler karmaşık -sınıf ve sosyal dışlanma önemli bir rol oynuyor- ama sonucu, siyasal alanda ve medyada tartışmaların göçmenlerin sözde değerlerine veya kültürlerine odaklanması oluyor.
Seçim kampanyası sırasında suç ve göçle ilgili politik tartışmalar sadece sağda değil, Sosyal Demokratlar ve Liberaller arasında da tek ve aynıydı. Sosyal Demokrat entegrasyon bakanı, "İskandinav olmayan" sakinlerin sayısını belirli bir eşiğin altında tutmak için etnik kotalar getirerek suç oranlarının yüksek olduğu mahallelere yardım etme fikrini öne sürdü. Liberal Parti, ebeveynleri yabancı uyruklu olan iki yaşındaki çocukların İsveççe becerilerinin test edilmesini ve ebeveynlerinin onları bir İsveç kreşine göndermeyi reddetmesi halinde sosyal hizmetlerin devreye girmesini önerdi.
Artık eski başbakan olan Andersson, İsveç'te "Çin veya Somali mahalleleri istemiyoruz," dedi. Seçim öncesi bir konuşmasında özetlediği İsveçlilik vizyonu, iyi vatandaşlığın ötesine geçiyor. İsveçli kimliğini, güven duygusuyla ve ormanda tek başına yürüyüş yapmak gibi bu kültüre özgü davranışlarla ilişkilendirdi. Önde gelen Sosyal Demokrat entelektüel Göran Greider, daha da ileri giderek, tüm İsveçlilerin cuma günleri aynı şeyi yemesi (taco) ve tatillerini aynı şekilde geçirmesi (söz konusu ormandaki kulübelerini yenilemek) şeklindeki "banal milliyetçiliğini" övdü.
İsveçlilerin çeşitlilikten duyduğu bu rahatsızlık şimdiye kadar büyük ölçüde gözlerden kaçtı, çünkü İsveçliler aslında çoğulculuğa değil, başka bir şeye, değişime açıklar. İsveçliler modernliği benimseme eğilimindeler. Ancak, politik psikoloji uzmanı Karen Stenner'in de gösterdiği gibi, değişim karşısında rahatsızlık duymak başka bir şeydir, farklılık karşısında huzursuzluk duymak ise bambaşka bir şeydir. İkinci tutum, otoriter bir siyasi hoşgörüsüzlükle ilişkilendiriliyor.
Siyaset bilimciler Sten Widmalm ve Thomas Persson'un yeni verileri de İsveçlilerin %20'sinin toplumda en az sevilen grubun ifade özgürlüğünü reddetmeye istekli olduğunu gösteriyor. Üçte biri ise, gösteri ve siyasi örgütlenme hakkının geri alınmasını istiyor.
Pandemi sırasında bu hoşgörüsüzlüğün pratiğe döküldüğünü gördük: İsveç stratejisi etrafındaki fikir birliğini korumak çoğu zaman savunmasız insanları korumanın önüne geçti. Virüsle mücadele bir şekilde kutuplaşmayla mücadeleden daha az önemli görünüyordu. Ancak araştırmalar, aksi yöndeki inatçı söylentilere rağmen, İsveç'te kutuplaşmanın düşük kaldığını gösteriyor.
O halde İsveç'te gördüğümüz şey yeni uyanan bir kavgacılık değil, uzun süredir devam eden bir uyum arzusunun sonucu olabilir. Zira otoriter zihniyeti tetikleyen şey tam da "bizim" bir şekilde "birliğimizi" kaybettiğimiz söylemidir. İsveç'teki bu popüler mitin, yaygın bir farklılık korkusuyla birlikte, ülkemdeki endişe verici seçim sonuçlarına katkıda bulunmuş olması en muhtemel olgudur.
[1] Pippi Uzunçorap, Astrid Lindgren’in 1945’te yarattığı çocuk çizgi romanı kahramanı kız.
Bu yazı 15 Eylül 2022'de The Guardian’da yayımlanmıştır.
Çeviri: Birikim