Donald Trump’ın 2016 yılında ABD Başkanlık seçimlerini kazanmasını sağlayan en önemli unsurun, (neo-liberal) globalizasyon sonucunda “ekonomik açıdan geride kalan” geniş kitlelerin, özellikle de uluslararası ticaretin liberalleşmesine paralel olarak ilerleyen “sanayisizleşme/sınaî istihdamın ABD dışına kayması” sürecinde işlerini kaybeden insanların tepkisi olduğu yolundaki görüşler seçimlerin hemen sonrasında yapılan değerlendirmelerde öne çıkmıştı.
Gerek liberal gerekse muhafazakâr çevreler, Hillary Clinton’ın işçi sınıfını ihmal etmesinin/görmezden gelmesinin seçimleri kaybetmesine yol açtığı konusunda mutabık kalmış gibiydiler. Seçim kampanyası döneminde yapılan kamuoyu araştırmaları üniversite eğitimi almamış, eğitim düzeyi düşük olarak nitelenebilecek “beyaz” Amerikalıların Trump’ın en sadık ve en güçlü destekçileri olduğunu göstermişti, bu da Trump’ın yarattığı dip dalganın esas olarak “ekonomik” unsurların etkisiyle açıklanmasını kolaylaştırıyordu. Ancak seçimler sonrasında, Trump’ın başkan olmasının yarattığı şok etkisinin zayıflamaya başladığı süreçte yayımlanan çeşitli araştırmalar, “ekonomik” unsurların Trump olayını ve Trumpizm’i açıklama yeteneğinin sınırlı olduğunu ortaya koydu.[1]
Pew Research Center tarafından 2018 yılında yayımlanan bir araştırmaya[2] göre, “önceki seçimlerde olduğu gibi 2016 yılında da seçmenler din temelinde keskin bir şekilde ayrışmıştı. Protestanlar bütün seçmenlerin yaklaşık yarısını oluşturuyordu ve onların %56’sı Trump’a oy verirken % 39’u Clinton’a oy vermişti”. Protestan seçmenlerin arasındaki en büyük grubu ve bütün seçmenlerin %20’sini oluşturan “beyaz evanjelist” seçmenler arasında Trump’ın oy oranı %77’ye ulaşırken Clinton bu gruptan yalnızca %17 oranında oy toplayabilmiş, yine bütün seçmenlerin %15’ine tekabül eden Protestan “beyaz ana hat” (white mainline) seçmenler arasındaki oy dağılımı Trump %57, Clinton %37 olarak şekillenmişti. “Siyah” Protestan seçmenler arasında ise Clinton %96 düzeyinde oy alırken bu grupta Trump’ın oyları %3‘te kalmıştı. “Protestan geleneği içerisindeki seçmenlerin kendi aralarındaki ayrım, ırk ve evanjelizm tarafından belirlenmişti.“ Ancak “siyah” Protestan seçmenlerin bütün seçmenler içerisindeki oranı yalnızca %7 düzeyinde olduğu için Clinton’ın bu gruptan aldığı destek, Trump’la arasında oluşan büyük farkı kapatmasına yeterli olmamıştı. (Bu araştırmada “siyah” Protestan seçmenler içerisinde “siyah evanjelist” bir alt grupla ilgili herhangi bir veri bulunmuyor.) Beyaz evanjelistler, 2012 başkanlık seçimlerinde de Barack Obama’ya karşı Mitt Romney’i hemen hemen aynı oy dağılımıyla güçlü bir şekilde desteklemişlerdi. Mitt Romney beyaz evanjelistlerden %78 oranında oy alırken Barack Obama’ya bu gruptan verilen destek %16 düzeyinde kalmıştı. Hillary Clinton’ın toplam oyların daha yüksek bir oranını almasına rağmen (toplam oylarda Clinton %48, Trump %45) Trump’ın ABD seçim sistemi nedeniyle başkanlık seçimini kazanmış olmasında “beyaz evanjelist” ve “beyaz ana hat” Protestan seçmenlerin vermiş olduğu büyük desteğin önemi daha iyi anlaşılabilir. Toplam seçmenlerin %20’sini oluşturan Katolik seçmenler arasında ise daha dengeli bir dağılım söz konusuydu (Clinton %44, Trump %52). Ancak bu grupta da “ırk” temelinde bir ayrışma gözlenmişti. “Hispanik olmayan, beyaz” Katolik seçmenler arasında oy dağılımı Trump %64, Clinton %31 olarak şekillenirken “Hispanik” Katolik seçmenler arasında Clinton açık farkla öndeydi (Clinton %78, Trump %19).
Dinsel inançların, özel olarak da Protestanlığın ve Protestan evanjelizmin Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluş ve gelişiminde oynadığı rolü kavrayabilmek açısından Karen Amstrong’un Tanrı İçin Savaş başlığını taşıyan kitabı çok önemli bir kaynak niteliğindedir.[3] Armstrong’un ifadesiyle “… din, ilk modern seküler cumhuriyetin yaratılışında anahtar bir rol oynamıştı“. Ancak yeni bağımsız devletler (eyaletler) anayasalarını yazmaya başladıklarında din giderek arka plana itilmiş ve nihayet ABD Anayasası’nda yapılan birinci değişiklikle din ve devlet resmen ayrılmıştı. Bu gelişme kuşkusuz Aydınlanma felsefesinden ilham almış olmakla birlikte, ABD’nin Kurucu Babalarını yönlendiren bazı pragmatik kaygılar da söz konusuydu. Onlar (Kurucu Babalar), “federal Anayasanın eyaletlerin birliğini korumak için önemli olduğunu biliyorlardı, ancak federal hükümetin Protestan mezheplerden herhangi birini Birleşik Devletler’in resmî dini olarak belirlemesi durumunda Anayasanın onaylanmayacağının da farkındaydılar… Modern devletin ihtiyaçları onun hoşgörülü, dolayısıyla seküler olmasını zorunlu kılıyordu”.[4]
Ancak Birleşik Devletler’in siyasal sistemi sekülerizm temelinde şekillenirken Amerikan toplumu 19. yüzyılın ortalarında paradoksal bir şekilde tutkulu bir Hristiyan toplum haline geldi. 1780’lerde ve 1790’larda bütün mezheplerin kiliseleri büyüyüp güçlenirken, Kurucu Babalar’ın Aydınlanma ideolojisine de karşı koymaya başladılar. Bu kiliselere göre yeni cumhuriyet, Tanrı’nın bir başarısıydı. Amerikan devriminin mücadelesi, cennetin cehenneme karşı mücadelesiydi. Bir yandan toplumun çeşitli kesimleri Hristiyan dinine giderek daha güçlü bağlarla bağlanırken, diğer yandan dindarlığın elitizm karşıtı, “popülist” versiyonlarının hızla yayıldığı bir süreç yaşanıyordu. Toplumun genelinde yaşanan bu dinsel canlanmaya önderlik edenler, yerleşik mezheplerin rafine bir eğitim sürecinden geçmiş seçkin din adamları değil, çoğunluğu alt sınıflardan gelen, eğitimleri yetersiz ancak hitabet güçleri ve liderlik yetenekleriyle kitleleri etkileyebilen vaizlerdi. Onlara göre “İsa ve Havarilerinin kolej diplomaları yoktu.” “Bütün insanlar İncil’i, teoloji uzmanlarına başvurmaksızın kendi başlarına yorumlama hakkına sahipti.”[5] Bu vaizler, demokrasi, eşitlik gibi modern idealleri eğitimsiz insanların anlayabileceği ve benimseyebileceği şekilde dinsel bir söylemle kitlelere aktarabiliyor, bu nedenle de aristokrasi, dinsel seçkinler ve yerleşik düzen açısından bir tehdit oluşturuyorlardı.
İlk başlarda bu “kaba saba” (Armstrong’un kullandığı sözcük “rough”) ve demokratik Hristiyanlığın nüfuz alanı daha yoksul ve daha eğitimsiz sınıflarla sınırlıyken 1840’larda orta sınıf insanlar arasında da güç kazanmaya başladı. Seküler toplumu İsa’ya döndürmeyi amaçlayan bu “evanjelist Hristiyanlık” 19. yüzyılın ortalarında ABD’nin başat dini haline gelmişti. Aynı süreçte Protestan kitleler giderek federal devletten ve onun kurumlarından soğumaya ve uzaklaşmaya başladılar. Onların anlayışına göre toplumun ıslahı için devletten bağımsız olarak çalışmak daha doğruydu, bu çalışmalar kiliselerde, okullarda ve 1820’lerden sonra bütün Amerika’da yaygınlaşan çeşitli “reform birlikleri”nin bünyesinde yürütülüyordu.
Evanjelist vaizlerin önde gelenlerinden biri olan ve vatanı İngiltere’den çok ABD’de ün kazanan John Nelson Darby’ye (1800-1882) göre, “… modern dünyada iyi olan hiçbir şey yoktu… İnsanlık, Aydınlanma düşünürlerinin umut ettiği şekilde daha erdemli olmak yerine o kadar bozulmuştu ki Tanrı yakında müdahale etmek zorunda kalacak ve (insan) toplumunu ezerek insanlığın anlatılamaz büyüklükte bir yıkıma uğramasına neden olacaktı. Ancak bu yakıcı sınavdan inançlı Hristiyanlar zaferle çıkacaklar ve İsa’nın nihaî zaferini ve görkemli Krallığını kutlayacaklardı”.[6] Kudüs yakınlarındaki Armageddon ovasında yaşanacak nihaî savaş kaçınılmazdı. Darby ve onun gibi düşünenler, modern toplumun nihaî yıkımını beklerken bir yandan da bu yıkımın gerçekleşmesini hızlandırmanın peşindeydiler.
Evanjelist Protestanlar gerek (Katolikler dahil) diğer Hristiyan mezhepler ve inanç gruplarıyla gerekse toplumun seküler kesimleriyle uzun yıllar sürecek bir mücadelenin içerisine girdiler. Evanjelist gelenek içerisinde yer alan farklı grupların aralarındaki anlaşmazlıklar da bu mücadeleyi karmaşıklaştırdı. Bu dinsel anlaşmazlık ve çatışmaların ayrıntılarıyla aktarılması bu yazının boyutlarını fazlasıyla aşacaktır, konuyla ilgilenenler Armstrong’un kitabından yararlanabilir. 1970’lere gelindiğinde ise evanjelistler, sahip oldukları gücü ve geniş kitleler üzerindeki etkilerini doğrudan politikaya yansıtacak bir stratejiye yöneldiler. Evanjelistler, “… bir etki yaratma ve Amerika’yı doğru yola döndürme fırsatına sahip olduklarına inanıyorlardı… Bu canlanan (Protestan) köktendinciliğin sembolü 1979 yılında (evanjelist rahip) Jerry Falwell’in önderliğinde oluşturulan Ahlakî Çoğunluk’tu”.[7] Falwell ve bu yapı içerisinde yer alan diğer Protestan köktendinciler, bazı Cumhuriyetçi politikacılarla işbirliği yaparak ABD’nin geleceği için mevcut liberal düzene karşı bir savaş başlattılar. Onlara göre, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin politik ve kültürel yaşamını kontrol eden, Doğu Kıyısı merkezli sekülerist seçkinler, bir “ahlâksız azınlık” haline gelmişlerdi ve bu azınlıktan kurtulmak gerekiyordu. Evanjelistler, Sovyetler Birliği ile ilişkileri yumuşatma (détente) girişimlerine de karşıydılar. “Tele-evanjelist James Robison’a göre İsa’nın dönüşünden önce herhangi bir barış öğretisi sapkınlıktı… Tanrı’nın sözüne karşıydı, Deccaldi.”[8] “Ahlakî Çoğunluk” içerisinde Katolik köktendinciler de yer alıyordu ama hareketin temel gücü evanjelist Protestanlardı. Evanjelist Protestanlar Bill Clinton’ın Lewinsky skandalı nedeniyle görevinden azledilmesine yönelik kampanyanın da en önemli aktörleri arasında yerlerini almışlardı. Amerika, Kurucu Babalar’ının Aydınlanma hümanizminden giderek uzaklaşmış, evanjelist Protestanlar Amerikan siyaset sahnesinin en önemli güçlerinden biri haline gelmişlerdi. Bu hareketin içerisinde önemli roller oynayan tele-evanjelist rahiplerden bazıları (Jimmy ve Tammy Faye Bakker, Jimmy Swaggart vd.) 1980lerin sonlarında çeşitli malî skandallar (kiliselerine hayır amaçlı yapılan bağışları zimmetlerine geçirmek) ve seks skandalları nedeniyle zor duruma düşse de bu skandalların evanjelist hareketin bütünü üzerinde olumsuz bir etki yapmadığı söylenebilir.
Trump 2016 Başkanlık seçimlerinde yürüttüğü kampanya ile evanjelist hareketin aktif ve coşkulu desteğini arkasına almayı başardı. Demokratların adayı evanjelistlerin gözünde modernitenin ve liberal seçkinlerin bütün kötülüklerinin cisimleşmiş hali olan Hillary Clinton olduğu için bu konuda fazla bir zorluk da çekmemiş olabilir. 2020 seçimlerini kaybettikten sonra da Armstrong’un farklı bir bağlamda anlattığı şekilde[9] kendi “mitos”unu, yani 2020 seçimlerinde oylarının çalındığı iddiasını evanjelistlerin “logos”una dönüştürmeyi başardı. Trump’ın rakipleri tarafından dile getirilen kişisel sorun ve zafiyetleri de evanjelist destekçileri üzerinde bir etki yapmayabilir, onlar 19. yüzyıl sonlarından beri Armageddon ovasında yaşanacak savaşı bekliyorlar ve Trump’tan beklentileri bu süreci hızlandırması.
Olan-biten ABD ile sınırlı olsaydı belki ABD’nin özgül koşullarından bahsetmenin bir anlamı olabilirdi. BBC News’ta 28 Eylül 2022 tarihinde, “Bolsonaro’ya oy vereceğiz çünkü o Tanrı…” başlığıyla bir haber yayımlandı. Bunlar Brezilya’nın Recife kentinde bir kilisede vaaz veren bir kadın rahibin sözleriydi. BBC ile yaptığı röportajda, “İnsanlar ne zaman acı çekiyorsa, kadir-i mutlak bir yaratıcıya inandıkları zaman, benim düşünceme göre Tanrı bir kurtarıcı gönderir…” demişti bu rahip ve ona göre bu kurtarıcı Bolsonaro’ydu. Aynı haberde yer alan verilere göre yirmi yıl önce evanjelistler Brezilya’nın nüfusunun yaklaşık %15’ini oluştururken bugün bu oran %30’lar düzeyine ulaşmıştı. Bu trend devam ederse Brezilya’nın daha çok Bolsonarolar yetiştireceğini söylemek bir kehanet sayılmasa gerek.
[1] Mutz, Diana C., “Status threat, not economic hardship, explains the 2016 presidential vote”, PNAS, cilt 115, sayı 19, 23 Nisan, 2018, https://www.pnas.org/doi/10.1073/pnas.1718155115
[2] https://www.pewresearch.org/politics/2018/08/09/an-examination-of-the-2016-electorate-based-on-validated-voters/
[3] Armstrong, Karen. The Battle For God: Fundamentalism in Judaism, Christianity and Islam”, Harper Collins Publishers, 2001.
[4] Armstrong, a.g.e., s. 85.
[5] Armstrong, a.g.e., s. 88-89.
[6] Armstong, a.g.e., s. 138.
[7] Armstrong, a.g.e., s. 309.
[8] Armstrong, a.g.e., s. 311.
[9] Armstrong, a.g.e., 355.