Vivek Chibber, New York Üniversitesi'nde Sosyoloji Profesörü ve Catalyst dergisi editörlerindendir.
Socialist Register, American Journal of Sociology, Boston Review ve New Left Review dergilerinde makaleleri yayınlanmaktadır.
Locked in Place: State-Building and Late Industrialization in India (Princeton, 2003), Postcolonial Theory and the Specter of Capital” (Verso, 2013)/Post-Kolonyal Teori ve Kapitalizmin Hayaleti” (İletişim, 2016), "The Class Matrix: Social Theory after the Cultural Turn” (Harvard, 2022) ve “Confronting Capitalism: How the World Works and How to Change It” (Verso, 2022) kitaplarının yazarıdır.
Melissa Naschek: Hâlâ bu seçim sonrası “ne oldu böyle?” modunda iken, son zamanlarda üzerine çok düşündüğüm bir şey, kimlik politikaları etrafında gelişen tartışmalar oldu.
Yaklaşık on yıldır kimlik politikaları yalnızca Demokrat Parti’nin merkez-sol siyasetinin temel bir unsuru olmakla kalmadı, aynı zamanda bunu eleştirmek neredeyse imkânsız hâle geldi. Eleştirileriniz neyi ifade ediyor olursa olsun, hemen bir ırkçı veya cinsiyetçi olarak ya da eleştirinizi anında itibarsızlaştıracak başka bir terimle damgalanıyordunuz ve böylece eleştirel düşüncenin önü tamamen kapanıyordu. Ama şimdi Trump yeniden kazandı ve birden herkes kimlik politikalarının nasıl bir sorun teşkil ettiğinden bahsediyor.
Vivek Chibber: Kesinlikle. Kimlik politikalarını anlayabilmek ya da analiz edebilmek için önce onu tanımlamak gerekiyor. Tanımın kendisiyle eleştirisinin iç içe geçmiş görünmemesini sağlamak için olabildiğince tarafsız bir tanım yapmak gerekir. Başka deyişle, insanların çoğunun meşru bulabileceği bir tanım yapmalıyız.
Peki, çoğu insan kimlik politikalarını nasıl anlıyor? Bana kalırsa, bununla ilişkilendirilen birkaç şey var. İlki, ırksal tahakkümün özünü oluşturduğuna inanılan ayrımcılık ve eşitsizliklere odaklanılması.
Eşitsizliklere odaklanmak, herhangi bir meslek grubuna ya da olguya, örneğin barınma ya da sağlık hizmetlerine bakıp, şu soruları sormak anlamına gelir: Siyahlar ve beyazlar eşit sonuçlar alıyor mu? Peki, ya Latin Amerikalılar ve beyazlar? Benzer şekilde, ayrımcılık bahsinde de, insanlar mallara ve hizmetlere eşit erişim sağlıyor mu diye sorarız.
İkinci unsur, temsile odaklanmaktır. Siyah ve esmer simalar ve varlıklar toplumsal kurumlarda nüfus içindeki oranlarına uygun bir düzeyde temsil ediliyor mu? Temsil, eşitsizlikler ve ayrımcılık – muhtemelen çoğu insanın kimlik politikalarını düşündüğünde aklına gelen şeyler bunlar.
Peki, bu yaklaşımı neden eleştiriyoruz? Bu konular önemli olmadığı için değil, azınlık nüfusların elit kesimleri için en önemli şeyler olduğu için eleştiriyoruz.
Örneğin, eşitsizlikler meselesini ele alalım. Orta sınıf içinde, siyahların ev sahibi olma oranı beyazlara göre daha düşüktür. Mezuniyet oranlarına bakalım. Siyahlar ve Latin Amerikalıların mezuniyet oranları beyazlara göre daha düşüktür. Kurumsal yönetim kadrolarına bakalım. Siyah yöneticiler ve kadın yöneticiler, beyaz ya da erkek yöneticilere kıyasla daha azdır.
Bu, çok makul bir eleştiri. Peki, neden bu tür bir sorgulama sorunlu bulunuyor? Mesele şu ki, birçok olguda asıl önemli olan şey işlerdeki, ücretlerdeki ya da barınmadaki eşitsizlikler değil; bunların genel ve yaygın biçimde varoluşu.
Örneğin ücretlere bakalım. İş piyasasının alt basamaklarında, örneğin Walmart gibi yerlerde, siyahların beyazlara göre düşük ücretler aldığını görebilirsiniz. Bu doğru. Ama bu sorunu çözerseniz, siyah Amerikalıların ya da Latin Amerikalıların yaşam kalitesi ve fırsatları iyileşir mi? Örneğin, onları saatlik 13 dolardan beyazların aldığı 15 dolara çıkarırsanız, sorun çözülür mü? Daha iyi bir durum yaratır, evet, ama kesinlikle sorunu çözmez.
Peki, çözümüyle en temeldeki sorunun ortadan kaldırılması mümkün olmayan bu eşitsizliklere neden bu kadar odaklanılıyor? Çünkü bu eşitsizlikler, zaten belirli bir yaşam standardına ulaşmış olan nüfusun elit kesimleri için en belirgin olan meselelerdir. Onların istediği, sınıfsal pozisyonlarının tam karşılığını elde etmektir. Oysa işçi sınıfının alt basamaklarında olanlar için mesele, sınıfsal pozisyonlarının tam karşılığını elde etmek değil, bizzat sınıfsal pozisyonlarının kendisidir. İş piyasasının alt basamaklarındaki insanların yaşadığı eşitsizlikleri çözmek, onların temel sorunlarını çözmez; çünkü onlar için sorun, işin kendisi, işin kalitesi ve işlerin erişilebilirliğidir.
Eğer çoğu insanın yaptığı gibi, kimlik siyasetinin eşitsizlikler ve temsille ilgili olduğunu kabul ediyorsanız, o zaman kimlik siyasetinin sorunu, azınlıkların yaşamlarına dokunmaması değildir. Elbette bir ölçüde fayda sağlıyor. Ama bu, tam anlamıyla bir çözüm değil. Kimlik siyaseti, en dolaysız şekliyle, azınlıkların çok küçük bir elit kesiminin yaşamlarına dokunuyor. Bunun ötesine geçip, ırksal azınlıkların büyük çoğunluğunun yaşam kalitesi ve fırsatlarına dokunabilmek için, ırkların mevcut dağılımına olduğu gibi odaklanmak yerine eşitsizliklerin ötesine geçmek ve sosyal faydaların varolup olmadığına bakmak gerekir.
Bu şekilde tanımladıktan sonra, kimlik politikalarını nereden geldikleri, neden bu kadar popüler oldukları gibi açılardan analiz etmek mümkündür. Ve bir sonraki adımda odaklanmamız gereken de budur.
Melissa Naschek: Demokrat Parti neredeyse kimlik politikalarıyla eşanlamlı hale geldi. Demokratlar bu noktaya nasıl geldi?
Vivek Chibber: Öncelikle, Kamala Harris’in kimlik politikaları üzerine bir kampanya yürütmediği konusunda hemfikirim. O halde, yenilgisi neden kimlik politikalarına bağlanıyor? Bu doğru mu?
Harris kimlik üzerine bir kampanya yürütmedi. Aslında, Hillary Clinton ile karşılaştırıldığında, kendisini kadın ya da siyah bir kişi olarak tanımlamaktan mümkün olduğunca uzak durdu.
Melissa Naschek: Öte yandan Trump, onunla ırksal bir çatışma yaratmaya çalıştı.
Vivek Chibber: Evet, ama Harris bu oyuna gelmedi. Dolayısıyla, onun bu politikaları benimsemediği gözlemi doğru.
Bununla birlikte, kimlik politikalarının onun yenilgisinde büyük bir rol oynadığı da doğru – ama belirleyici rol bu değildi. Belirleyici olan ekonomik meselelerdi. Kimlik temelli bir kampanya yürütmemiş olması aslında bir fark yaratmadı; çünkü ekonomik sorunlar nedeniyle zaten kaybedecekti.
Ama şunu netleştirelim: Kimlik politikalarıyla ilişkilendirilmiş olması yenilgisine sebep olmadıysa da, bu büyük bir etkendi. Bunu görmezden gelmek ciddi bir hata olur.
Peki, Harris ve partisi kimlik politikalarıyla nasıl bu kadar yakından ilişkilendirildi ve bu durum nasıl bir rol oynadı? Öncelikle, Harris bu politikaların dışında kalmaya çalışmış olsa da, parti son altı ila sekiz yıldır bu politikaları oldukça agresif bir şekilde yaygınlaştırıyordu. Bu politikaları son anda terk etmek kimseyi ikna etmedi. Ve bu yüzden Trump’ın Harris’i kimlik politikalarını insanlara zorla kabul ettiriyormuş gibi gösteren reklamları bu kadar etkili oldu – çünkü Demokratlar bunu zaten sekiz yıldır yapıyordu.
Siyasi hafızamızdaki pek çok şeyde olduğu gibi, bu da ilk olarak Bernie Sanders’ın yürüttüğü kampanyaya bağlanıyor. Demokrat Parti’nin Bernie Sanders’ın ekonomik adalet ve ekonomik meseleler odaklı propagandasına cevabı, onu “marjinal gruplar” –yani siyahlar, kadınlar, trans bireyler ve cinsellik meseleleri– olarak adlandırılan kesimlerin sıkıntılarını görmezden gelmekle suçlamaktı. Bu, Sanders kampanyasına yönelik bir karşı argümandı ve son sekiz yıldır bu argümanı titizlikle kullandılar.
Dolayısıyla, son iki ayda bu politikaları terk etmeye karar verdiklerinde kimi kandırmayı düşünüyorlardı? Aslına bakılırsa, hiç kimseyi kandıramadılar. Ve işte bu yüzden kimlik politikalarından uzaklaşma çabası başarısız oldu; çünkü bu çaba son derece beceriksiz ve samimiyetsiz görünüyordu. Kimse buna inanmadı.
Kimlik politikalarının Demokrat Parti içindeki köklerine dair daha derin meseleye gelirsek, bunun iki tarihsel mirası olduğunu düşünüyorum. İlki oldukça bariz bir miras. 1960’larda, yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıktığı dönemde, Demokratlar bu talepleri destekleyen parti oldu. Bu talepler kitlelere yönelik olduğunda –sadece elitlere yönelik olmadığında– bile, Demokrat Parti onları destekledi. Oysa Cumhuriyetçiler feminist harekete ve Sivil Haklar Hareketi’ne direnen parti oldu. Bu, bir tarihsel miras.
İkinci miras ise biraz daha karmaşık. New Deal (Yeni Düzen) devrinden çıkıldığında, Demokratların en önemli seçmen tabanı işçi sınıfıydı ve bu sınıf büyük ölçüde kentsel merkezlerde, büyükşehirlerde bulunuyordu; çünkü fabrikalar oradaydı. 1980’lerden sonra bu seçmen tabanının coğrafi konumu değişmedi; hâlâ şehirlerdeydi. Ama şehirler değişti. Şehirler, mavi yakalı işçilerin ve sendikaların merkezi olmaktan çıkıp, 2000’lere gelindiğinde finans, emlak, sigorta, hizmet sektörü ve daha yüksek gelir gruplarına dayalı olarak yeniden organize oldu.
Demokratlar hâlâ şehirlerden gelen oylara dayanıyordu, ama şehirlerin demografisinin değişmesi, seçim dinamikleri üzerinde derin bir etki yarattı. Varlıklı gruplar, partinin tabanı haline geldi ve ırk ile cinsiyet, bu varlıklı grupların deneyimleri ve talepleri etrafında yeniden kavramsallaştırıldı.
Böylece Demokratlar, geçmişte olduğundan çok daha varlıklı bir seçmen tabanına dayanmaya başladı. Aynı zamanda, işçi sınıfı azınlıklarının ve kadınların örgütlü baskısı azaldı; çünkü sendika hareketi yenilgiye uğramıştı ve Demokrat Parti’de onların yerini alan ana örgütler sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ve iş dünyasıydı.
Irk meselesini ele alalım. Liberalizmin yükseliş döneminde, siyah işçi sınıfı, Demokrat Parti içinde Sanayi Örgütleri Kongresi (CIO) ve sendikalar aracılığıyla bir sese sahipti ve ırkçılık karşıtlığını siyah işçilerin ihtiyaçları prizmasından partiye taşıdı. Ama sendikalar dağıtıldığında ve genel olarak sendikal hareket zayıfladığında, siyahların endişelerini kim dile getirdi? Bunlar, sivil haklar mücadelesi sonrası dönemde yükselen daha varlıklı siyahlar ve siyah siyasetçiler oldu.
2000’lere gelindiğinde, bu siyasetçiler ülke genelinde yayılmıştı. Siyah belediye başkanlarının, kongre üyelerinin vb. sayısında büyük bir artış olmuştu. Ama artık siyah işçi sınıfına hitap etmeleri için bir sebepleri yoktu; çünkü işçiler siyasi olarak örgütsüz hale gelmişti. Bu siyasetçiler, beyaz politikacıları etkileyen aynı kurumsal güçlerin etkisi altına girdiler – ama “ırk” meselesi üstüne konuşmakta ayrıcalıklı bir konuma sahip oldular. 2000’lere gelindiğinde, ırk ve cinsiyet üzerine konuşmalar, çalışan kadınların, siyah işçi sınıfının ve Latinoların ihtiyaçlarına hitap etmekten çıkmış, Demokrat Parti’nin şehirlerdeki seçmen tabanını oluşturan daha varlıklı grupların ihtiyaçlarına hizmet eder hale gelmişti. Ve bu durum, artık sayıları önemli ölçüde artmış olan siyasetçiler tarafından daha da pekiştirilmişti; bu siyasetçilere, parti içinde zemin hazırlıkları ve danışmanlık çalışmalarının büyük bir kısmını yapan STK’lar da destek oluyordu. Eksik olan ise, bu “marjinalleşmiş” grupların yüzde 70-80’ini oluşturan işçi sınıfıydı.
Dolayısıyla Demokratlar, ırkın ve cinsiyetin partisi –ama elit tabakaların kavramsallaştırdığı biçimiyle ırk ve cinsiyetin partisi– haline geldi. Bu, tarihsel bir süreçtir. Parti içinde, bu çarpık mirasa dayanıldı; çünkü bu, elit siyahların çıkarlarına uygun bir ırk politikası biçimiydi.
Melissa Naschek: Sivil haklar hareketinin ne için mücadele ettiğini ve bu ırksal adalet vizyonunun 1960’lardan sonra neden sürdürülemediğini biraz daha açıklayabilir misiniz?
Vivek Chibber: Bu, ırk meselesine yaklaşmanın iki farklı yolunu göstermek için çok iyi bir örnek. Tarihe gömülen versiyon, aslında Martin Luther King Jr.’ın ve özellikle A. Philip Randolph ile Bayard Rustin’in öncülüğünü yaptığı yaklaşımdır. İkisi de sivil haklar hareketinde, basit siyasi hakların ötesine geçen ve siyah Amerikalılar için ekonomik haklar olarak adlandırılabilecek şeyleri talep eden bir gündemi savunmada kritik bir rol oynadı. Ünlü bir örnek olarak Washington Yürüyüşü yalnızca siyasi eşitlik için değil, “iş ve özgürlük için” bir yürüyüştü.
Randolph, ırksal adaleti ekonomik talepler yoluyla sağlama ısrarı açısından sendikal hareket içinde izole bir figür değildi. CIO, 1930’lar ve 1940’lardan itibaren bunu savunuyordu ve 1960’lara gelindiğinde Demokrat Parti’nin derinlerine nüfuz etmiş bir ısrardı bu.
Bu fikir, partiye neden bu kadar derinlemesine işlemişti? Siyah elitlerin bunu savunmasından dolayı değil, siyah seçilmiş politikacıların bunu savunmasından dolayı da değil – çünkü bu tür politikacıların sayısı çok fazla değildi. Bunun nedeni, siyah işçilerin sendikal harekette kendileri için bir ses ve biraz da siyasi nüfuz bulabilmiş olmalarıydı. CIO, işçi sınıfı mensubu siyah Amerikalılar için muhtemelen herhangi bir siyasi örgütten daha fazlasını yapmıştır.
Bu konuda sadece Randolph ve Rustin değil, King de önemliydi. Martin Luther King Jr.'ın da Hıristiyan sosyalist geleneğinden geldiğini hatırlamak önemlidir. Bu üç isim, ırkçılık karşıtı gündemin aynı zamanda ekonomik yeniden bölüşüm, iş, barınma ve sağlık hizmetlerini kapsayan bir gündem olması gerektiğini savundu. Bu, geniş bir gündem olmak zorundaydı.
Burada iki kritik gelişme yaşandı. Bu konuda çok fazla akademik çalışma olmadığı için anekdotlara ve sınırlı analizlere dayanıyoruz. Ama Bayard Rustin’in ünlü ifadesinde belirttiği gibi, Oy Hakkı Yasası’nın kabul edilmesinden sonra siyah orta sınıf büyük ölçüde hareketten çekildi.
Neden böyle oldu? Muhtemelen, istediklerini aldıkları için – yani siyasal katılım önündeki engel kalkmıştı. Siyasal eşitlik vaadine kavuşmuşlardı. Ama ekonomik taleplere dönüldüğünde, bu taleplerle çok daha az ilgilendiler. Çünkü zaten ekonomik kaynaklara sahiptiler ve bu cephede mücadele etmekle pek ilgilenmiyorlardı. Oysa, siyah Amerikalıların büyük çoğunluğunu ilgilendiren meseleler sözkonusuydu – barınma, sağlık hizmetleri, istihdam ve iyi bir eğitim. Ve bunların hiçbiri ekonomik yeniden bölüşüm olmadan sağlanamazdı.
Rustin ve King’in 1965’ten sonra karşılaştığı sorun sadece siyah orta sınıfın hareketten çekilmesi değildi. Sorun, odak siyasi haklardan ekonomik yeniden bölüşüm veya ekonomik genişleme taleplerine kaydığında, egemen sınıftan gelen direnişin de değişmesiydi. Kapitalistler size siyasi haklar verme konusunda daha istekli olabilir, çünkü bu, ekonomik güçlerini doğrudan etkilemez. Ama ekonomik kaynaklar gerektiren taleplerde bulunduğunuzda, direniş de artar, bu da stratejinizin değişmesi gerektiği anlamına gelir.
Sorun şu ki, hareketin bir kısmı –siyah orta sınıf– tam da iş dünyasından gelen direniş artarken geri çekildi. Koalisyon daraldı. Ayrıca, ekonomik yeniden bölüşüm mücadelesi siyah işçi sınıfı tarafından tek başına kazanılamaz. Siyah işçilerin tamamını örgütleseniz bile, gerçek şu ki, 1965’te siyah Amerikalılar nüfusun yalnızca yüzde 12’sini oluşturuyordu. Bu, dünyanın en güçlü egemen sınıfına karşı çok küçük bir işçi azınlığı demekti. Bu sınıfa karşı başarılı olma şansınızın olması için, ekonomik hedeflerinize ulaşabilmeniz için beyaz işçi sınıfını da dahil etmelisiniz. Başka bir yolu yoktur.
Yani endişeniz sadece siyah Amerikalıların kaderiyse bile, hareketi siyah bir hareketten yoksul halkların hareketine dönüştürmek zorundasınız. Çünkü beyaz işçileri dahil etmezseniz, ırk hedefleriniz gerçekleşmeyecektir. King’in farkına vardığı şey buydu. Irksal adaletle ilgileniyorsanız bile, artık evrenselci bir yaklaşım benimsemek zorundasınız. Sınıf siyasetini, ırksal adalete ulaşmanın bir aracı olarak görmelisiniz.
Ama onlar bu farkındalığa en kötü zamanda ulaştılar. Sendikalar gerilemeye başlıyordu, ilerici güçler savunma pozisyonundaydı ve kemer sıkma politikaları uygulanıyordu. Nihayetinde, siyah elitler kontrolü ele geçirdi. 1980’lerin ortalarına kadar Kongre Siyahiler Topluluğu (Congressional Black Caucus) hâlâ bir ölçüde sosyal demokrat bir güçtü. Ama 1980’lerden sonra siyah politikacılar büyük ölçüde kurumsal çıkarlara bağımlı hale geldi. Bu noktada King ve Rustin’in ırksal adalet vizyonunun yerini siyah elitlerin ve siyah orta sınıfın ırksal adalet versiyonu aldı. Bu versiyon, siyah işçileri ve daha sonra Latin işçileri tamamen dışarıda bıraktı. Ve bugün kimlik siyaseti olarak adlandırdığımız şey ortaya çıktı.
Melissa Naschek: 1970’lerde işçi hareketi gerilemeye başladı ve yerini sivil toplum kuruluşları (STK’lar) almaya başladı. İşçi sendikalarının yerini STK’ların alması, kimlik siyasetinin yükselişi ve ırksal adaletin elitler tarafından ele geçirilmesi üzerinde nasıl bir rol oynadı?
Vivek Chibber: Bunun bir rol oynadığı kesin. Günümüzde basında oldukça popüler bir görüş var: STK’ların dar bir kimlikçi gündemi savunan birer suçlu olduğu görüşü. Ben bunu tam olarak böyle ifade etmezdim. Onların birer piyade olduğunu, ama generallerin her zaman büyük bağışçılar olduğunu söyleyebilirim. Bu, asla değişmeyecek. Amerikan siyasi sistemi paraya bağlı olduğu sürece, her iki partinin de temel istikameti büyük sermaye tarafından belirlenecek. Şu anda da durum bu.
Bunu şu şekilde anlamak lazım: Yeni Düzen dönemi sırasında ve sendikaların bir miktar güce sahip olduğu zamanlarda bile Demokratlar her zaman müesses sınıfa bağımlıydı. Ama işçi sınıfı bir miktar gerçek etkiye sahip olduğu için, iş dünyası onların çıkarlarını da dikkate almak zorundaydı. Demokratlar bir düzen partisi olmalarına rağmen, işçi sınıfına biraz yer vermek zorunda kaldılar – ve ana destekçileri olan kapitalist sınıf bunu kabul etmeye razıydı. İşte bu dönemde, ırksal adaletin işçi sınıfının ihtiyaçlarıyla temelde bağlantılı olduğu anlayışı hâkim oldu.
1980’lerden sonra sendikalar gerilemeye başladığında, partinin kurumsal hakimiyeti denetimsiz hale geldi. Bu denetimsizlik yüzünden, siyah, beyaz ya da kadın fark etmeksizin işçi sınıfı çıkarları için yapılan talepler geri planda kaldı. Sonuç olarak, ırk ve cinsiyet kavramları, elitlerin bakış açısıyla yeniden şekillendirildi; gündem artık elit kadınlar ve elit azınlıklar tarafından belirleniyordu.
STK’lar işte burada devreye giriyor. Bir kez kurumsal bağışçılar bu temel çerçeveyi belirledikten sonra, bu “kurumsal” ırk adaleti ve cinsiyet adaleti vizyonuyla tutarlı bir program ve seçim stratejisi geliştirmek zorundasınız. Kime başvurursunuz? Sendikalara başvurmazsınız. İlk olarak, onlar artık yok oluyorlar ve zaten orada olmamalarından memnunsunuz. Onları istemiyorsunuz.
Başvurduğunuz yer, ırk ve adalet dilini kullanan ancak bu dili, hitap ettiğiniz banliyö ve yüksek gelirli seçmenlere uygun bir şekilde ifade eden kuruluşlar oluyor. Bunlar STK’lardır. Bu kuruluşların bütün amacı budur.
Ayrıca başka bir anlamda da piyade rolü oynuyorlar. Artık kapı kapı dolaşıp propaganda kampanyaları yürüten sendikalar yok. Cumhuriyetçilerin kilisesi var. Demokratların kimi var? Eskiden bu işi sendikalar yapıyordu. Onlar yok artık. Şimdi STK’lar bir ölçüde devreye giriyor çünkü seçim çalışmaları için gereken insan gücüne sahipler. ACORN [Association of Community Organizations for Reform Now- Acil Reform Taraftarı Topluluk Örgütleri Derneği] bunun 1990’lardaki mükemmel bir örneğiydi. Bunlar, seçim çalışmaları ve programınızın ifade edilmesi için başvurduğunuz insanlar. Ve bu kuruluşlar, genellikle Doğu Yakası’ndaki beşeri bilim üniversitelerinden ve Ivy League üniversitelerinden çıkan gençlerle dolu.
Şirket sektörüne gitmek istemiyorlar çünkü o sektör kötü. Daha iyiliksever işler yapmak istiyorlar. STK’ların üniversite mezunları için cazibesi, sosyal adalet için çalıştıklarını sanmalarıdır. Ama esas önemli olan, ırk ve cinsiyetin elit tanımının, kendi sınıfsal içgüdüleriyle doğal olarak uyumlu olmasıdır. Bunlar, inançlı insanlardır. Ve seçim çalışmalarınızı sizin için yürüten, iyi maaş alan inançlı insanlardan daha iyisi yoktur çünkü onları mikro düzeyde yönetmeniz gerekmez.
Dolayısıyla STK’ların söz sahibi ya da karar verici olması gibi bir durum söz konusu bile değil. Yaptıkları şey, kendilerine sunulan bir fırsattan faydalanıp bunu ileri götürmek. Rolleri asla göz ardı edilmemeli. Çok önemlidirler. STK’lar, ilerici siyaset diye adlandırılan şeye büyük zarar vermiştir. Ama onların yaptıkları, yalnızca gerçek güç sahipleri olan kurumsal sınıf tarafından açılan bir kapıdan geçmektir.
Melissa Naschek: Şu anda ilginç bir noktadayız: Demokratlar bu stratejiyi, en azından solu ezmekte büyük bir başarıyla kullandılar. Ama bu durum, partinin yoksullar için mücadele etme iradesi ve algısı üzerinde büyük bir olumsuz etki yaratıyor. Demokrat Parti'nin kimlik siyasetini uygulama biçiminin bu kadar itibarsızlaştırıldığı göz önüne alındığında, solun kimlik siyasetiyle nasıl bir ilişki kurması gerekiyor?
Vivek Chibber: Sol, cinsiyet, ırk ya da cinsellik temelinde olsun, her türlü toplumsal tahakküme karşı çok aktif ve kararlı bir şekilde mücadele etmelidir. Ama bunu, zenginlerin çıkarlarının ötesine geçerek ve çalışan insanların –ister çalışan kadınlar ister işçi sınıfından azınlıklar olsun– çıkarlarını gerçekten ele alacak bir şekilde yapmalıdır.
Sol, bu fırsattan yararlanarak ırksal ve toplumsal cinsiyet adaletini, 1960’lardaki görkemli günlerindeki haline döndürmelidir. O zamanlar, bu adalet anlayışı işçi sınıfı hareketinin aktif bir bileşeniydi. Solun bu ülkede ırkçılık ve cinsiyetçilik konusunda gerçekten değişim yarattığı, milyonlarca azınlık ve kadının hayatını somut olarak etkilediği bir dönemdi.
Bence Bernie Sanders ve United Auto Workers’ın (Birleşik Otomotiv İşçileri) inanılmaz şahlanışının arkasındaki Shawn Fain ve Sara Nelson gibi sendika liderleri, şimdiden bu çalışmayı yapıyorlar. Bu kişiler, bu ülkedeki inanılmaz ırksal ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ele almamız gerektiğini söylüyor. Ama bunu yapmanın yolu, kaliteli ama ucuz konutlar inşa etmek, sağlık hizmetlerini bir hak haline getirmek, kötü eğitim ve kötü işlerin siyahları nesiller boyu yoksulluğa mahkûm ettiği gerçeğiyle yüzleşmektir. Çözüm, kendimizi yalnızca temsili artırmak ve ayrımcılıkla mücadele etmekle sınırlamak değil, işlerin kalitesini ve temel ihtiyaçların erişilebilirliğini ele almaktır.
Bunu yapmak için hareketleri profesyonel sınıfların ve genel olarak elitlerin etkisinden kurtarmamız gerekiyor. Uzun zaman oldu. Bir zamanlar sosyalistler, dar elitlerin bu hareketleri ele geçirme çabalarına küçümseyerek bakardı. Hayalim, solun bu ahlaki özgüveni ve toplumsal ağırlığı yeniden kazanmasıdır. Bunun olmasının tek yolu, solun sesi olarak akademisyenler, politikacılar, sivil toplum kuruluşu sözcüleri ve medya ünlüleri yerine sosyalistlerin öne çıkmasıdır. Ve bu sosyalistlerin, çalışan kesimlerden, kadınlardan ve azınlıklardan gelen topluluklardan çıkması gerekiyor, çünkü bu kişiler daha burjuva figürlere geri adım atmalarını söyleme güvenine sahip olacaklar. Bu yeni liderler, adlarına mücadele ettikleri nüfus kesimlerinden çıkacaktır.
Seçimlerde işçi sınıfı adaylarını desteklemeye devam etmeliyiz. Sendikaları inşa etmeye çalışmaya devam etmeliyiz. Talepleri bu ırk ve toplumsal cinsiyet hatları üzerinden ifade edenlerin onlar olmasını sağlamaya devam etmeliyiz. Bu talepler akademisyenlerden, medya ünlülerinden veya politikacılardan gelmemeli; çünkü bu kişiler her zaman talepleri dar elit çıkarlara yönlendireceklerdir.
İngilizceden çeviren: Barış Özkul
* Söyleşi ilk olarak Jacobin’de yayımlanmıştır.