Sevdiğimiz bazı insanları neden sevdiğimizi anlatırken aklımıza çok net bir özelliği gelmez bazen o kişinin. Böyle durumlarda onu kendine has olduğu için sevdiğimizi söyleriz. Ama bu kendine has olarak tanımlanan sevginin içinde çoğu zaman karşı tarafa bir serzeniş de vardır. O kişiyi var olan bir defosuna rağmen ve ufak da olsa bir sitemle, her şeye rağmen sevmişizdir sanki. Bunu usulünce anlatmak istiyoruzdur.
Ahmet Tulgar'ın tüm bu kendine haslık içinde özel bir yeri olduğunu düşünürdüm hep. O, defosuz bir kendine hastı. Bunu ardından konuşmanın duygusallığı ile demiyorum, sahiden başka bir çağın insanıydı. Dünyayı çoğu zaman asık suratlıların, eli sopalıların değil de sazlı sözlü bir neşeye sahip insanların da kurtarabileceğinin kanıtıydı sanki. Tüm bu neşenin içinde yer yer kendini gösteren hüznü ya da kederi, kırılganlığı -adına ne dersek diyelim- romantizme bulanmış değil, sahiciydi her zaman.
Son konuşmalarımızdan birinde artık kimsenin “yazı-çizi işleriyle” ilgilenmediğini düşünmeye başladığını ve bu yüzden suçluluk hissettiğini söylemişti. Telefonu “hiçbir şey olmasa da suç ortağı oluruz ne olacak” diye bir orta yol bularak ve gülerek kapatmıştık. Zaten eminim böyle kapatmasak bile bir süre sonra hayatın akışı, daha önce birçok kez olduğu gibi yazı ile kendisinin iki ayrı şey olmadığını bir şekilde ona da fark ettirirdi.
Dünyanın en güzel insanlarından birinin, insanları hata payı bırakmadan seven birinin ardından daha ne denir bilmiyorum.
"Suç ortaklığın" için teşekkürler Ahmet Abi... Hep buralarda olacaksın!