Aktüaliteye girmeden önce sizin meclis içi ve dışı siyaset hakkındaki fikrinize değinmek isterim. Sizin, Habermas’ın liberal demokrasiyi içi boşaltılmış bir demokrasi olarak gören eleştirisine katıldığınızı biliyorum. “O halde başka bir demokrasi aramalı,” diyorsunuz. Mecliste siyaset yapmanın anlamının kalmadığı, temsilî demokrasinin çağını doldurduğu eleştirisini de diri tutarak, nasıl bir demokrasi sorusuyla başlamak isterim?
Öncelikle siyaseti, devletten ayırmak lazım. Siyaseti, devletten ayırıp kamusal alanda yapmak lazım. Türkiye’yi bırak bir tarafa, siyaset budur zaten. Kamusal alandaki bu siyasete de herkesin katılması lazım. Aktif yurttaşlık dediğimiz, katılımcı demokrasi dediğimiz şey bu. Bunların hepsini birlikte ele almak gerek. Temsilî demokrasi artık yürümüyor, Türkiye’de hiç yürümüyor. Türkiye’de başka bir problem var, Türkiye’de zaten meclis işlevini yitirdi. Türkiye OHAL KHK’larıyla yönetiliyor. Hele bu seçimde Erdoğan kazanırsa, giderek daha fazla yitirecek. Bu Başkanlık Sistemi yürürlüğe girerse, meclis büsbütün işlevini yitirecek. Mecliste siyaset yapmanın zaten olağanı yok ve olmayacak. Bir de başka bir siyaset anlayışı yerleştirmek lazım. Daha demokratik, daha katılımcı, daha çoğulcu bir siyaset anlayışı. Türkiye’deki bu kutuplaşmayı sona erdirecek bir diyalog kültürü yerleştirmek lazım. Yani öteki, senden olmayan, senin dışında olan, senin öteki diye gördüğünle diyalog kurmayı öğrendiğin, insanların bunu öğrenebildiği, dışıyla temas edebildiği yeni bir diyalog kültürü yerleştirmek lazım. Türkiye’de lidere ve güce tapınma şeklinde bir lider kültü var. Oysa, lidersiz ya da liderlerin rolünün küçültüldüğü, buna karşılık halkın rolünün büyüdüğü bir demokrasiyi, katılımcı bir demokrasiyi kurmayı düşünmeliyiz.
Bu kültten devam edersek, OHAL altında bir seçime gidiyoruz. Buna ne dedir? Baskın seçim mi mesela?
Bunun altyapısı, daha önceden hazırlandı. Seçim Kanunu değiştirildi, ittifak yapıldı, YSK değişiklikleri yapıldı, OHAL uzatıldı, Doğan Grubu ortadan kaldırıldı, yazılı ve görsel medyanın neredeyse %95’i kontrol altına alındı, bütün altyapı hazırlandı, sistematik olarak hazırlandı, ondan sonra seçim baskını ilan edildi. Burada ekonomik durumun kötüleşmesi, koşulların ağırlaşması tabii ki bir faktör ama olmasaydı bile Erdoğan erken seçimin sonucunu belirleyecek şeyler yapmaya başlamıştı. Doğan Ajans’ın satışı da başka bir mesele. Örneğin, biz seçimleri iki kaynaktan takip ediyorduk. Anadolu Ajansı ve Doğan Ajans. Ama artık tek bir kaynaktan öğreneceğiz. Sandık başında olanlar için de demotivasyon yaratacak bir şey bu.
Basın özgürlüğü ile beraber toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı sınırlamaları, HDP’li vekillerin durumu ve safdışı bırakılması bu seçimi nasıl etkileyecek?
Tabii, bir parti fiilen kapatılmış durumda. Vekillerin vekilliği düşürüldü -ki aralarında parti başkanları, eşbaşkanları var. Bir cumhurbaşkanı adayı cezaevinden seçime katılıyor. Böyle bir şey olur mu? Eşit koşullardan söz edilebilir mi? Yani baskın seçimin sonucunu belirleyecek altyapı önce kuruldu. Şimdi bütün mesele, bu koşullarda, yani OHAL altında, medya/basın özgürlüğünün olmadığı, toplantı ve gösteri özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, halkın bilgi alma hakkının elinden alındığı, bir adayın cezaevinde bulunduğu, eşit olmayan koşullarda yapılan seçimde, Erdoğan seçilirse, bunun meşruiyeti nedir? Birçok devletin anayasasında OHAL durumunda seçim yapılamıyor. Bu anayasada yazıyor ve seçimler OHAL kalktıktan sonra yapılıyor. Bu uluslararası bir seçim kuralıdır. 2017’de Fransa’da yapıldı diyorlar. Evet, yapıldı ama Fransa’da OHAL kalktı, ayrıca Fransa’daki OHAL’le Türkiye’deki aynı değil. Ayrıca Fransa’da yapılan her yanlışı bizim de yapmamız gerekmiyor değil mi? Orada OHAL’in getirdiği sınırlamalarla Türkiye’de getirdiği sınırlamalar aynı değil tabii. Bu işin meşruiyeti nedir? Seçimin, serbest rekabet ve eşitlik ilkesine uygun olması gerekir. Seçimin, fırsat eşitliğine ve serbestlik ilkesine uygun olması gerekir, dürüst olması gerekir. Bir iktidar, seçimden bir ay önce neden Seçim Kanunu’ndaki güvenceleri ortadan kaldırır? Bunun yanıtını seçim günü bulacağız. Ama böyle bir ortamda seçime gidiyoruz. Adil olmayan, eşit ve serbest olmayan bir ortamda seçime giriyoruz. Daha tabii neler olacak? Devletin, tüm imkânları gene bir parti için kullanılacak mı? Her şey bir yana devlet başkanının aynı zamanda parti başkanı olmasının yarattığı bir eşitsizlik var. Meydanlarda çıkıp o parti başkanı aleyhine bir şeyler söylerseniz, aynı zamanda cumhurbaşkanına hakaret suçunun unsurları oluşacak. Böyle bir eşitsizlik, böyle bir asimetri var ortada. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin “seçimler ertelensin” demesi boşuna değildi. Çünkü Avrupa’da uygulama böyle.
Ama biliyorsunuz o da iktidar cenahında “içişlerimize karışıyor, hadsizliktir” denerek karşılandı.
Hayır, içişlerinize karışmıyor. İçişlerine karışmak dediği, uluslararası standartlarda seçim yapılmasını istemektir. Çünkü sen Avrupa Konseyi üyesisin, bir demokratik kulübün üyesisin. O halde o demokratik kurallara uymayı kabul etmişsin demektir. “Eğer bizim içişlerimize karışıyorlar, benim yerli ve milli standartlarım vardır, uluslararası standartları göz ardı ederim,” diyorsan, o zaman demokratik, dürüst ve adil bir seçim yapılmayacak, yapmayacağım diyorsun. O zaman bu seçim uluslararası standardlara uygun olmayan yerli ve milli seçim olacak demektir.
16 Nisan referandumunda da mühürsüz oylar gibi hukuksuzluklar yaşandı. Avrupa’dan bakıldığında, bu “yerli ve milli referandum” nasıl görüldü, 24 Haziran nasıl görünecek?
Referandumla ilgili AGİT’in gözlemci raporu var, işte nasıl göründüğünü tam orada görüyorsun. Nazik bir dille yazılmış, nazik dille yazmazlarsa, bir daha gelemezler çünkü hükümet davet ediyor. Rapor, seçim eşit koşullar, serbest rekabet altında yapılmadı diyor. O günden bu yana koşullar ağırlaştı. OHAL kaç kere uzatıldı, Doğan Grubu ortadan kalktı, Seçim Kanunu değişti. Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklikler, bundan önceki usulsüzlükleri hukukileştiriyor, yasallaştırıyor. Kanun, damgasız oy pusulalarının geçersiz olduğunu yazar, şimdi onu kaldırıyor. Damgasız oy pusulaları geçerli olacak. Bu ne demek yani, bu güvence kalkıyor. Demek ki başka bir şey düşünüyorsun.
Bu raporların, Avrupa Konseyi, AGİT görüşlerinin sizce hükümet nezdinde hâlâ bir anlamı var mı?
Tabii var, bu otoriter yönetime karşı direnişi iki düzeyde görmek lazım: Bir ulusal düzeyde, iki uluslararası düzeyde. Yani bu iki düzeyi, iki düzlemi birbirine eklemlemek lazım. Uluslararası düzeydeki direnişle, ulusal düzeydeki direnişin birbirine eklemlenmesi gerekiyor, bunlar arasında yakın bağlantı kurmak gerekir. İçeride baskı arttıkça, dışarıdaki söylemlerin de önemi artıyor.
Normal takviminde 2019’da olacak bir seçim vardı, on dokuz ay kadar kendi görev sürelerinden kısarak seçime gidiliyor. Ama bu da, “makamda gözümüz yok” şeklinde lanse ediliyor. Bu algı, seçimler nezdinde ne söylüyor?
Evet, ama seçildikten sonra “her şey” olacak. Kazanan her şeyi kazanacak, kaybeden her şeyi kaybedecek. Bu yolla bir beş yıl daha uzayacak. Meclisi feshederse, bir kere daha aday olabilecek. Bu daha bir on yılı garantilemek demek. Dolayısıyla o on dokuz ay, on yılın garantisi gibi.
16 Nisan referandumdan önce Cumhuriyet’te “Yüzde 51’le başkanlık sistemi kabul edildi. Yüzde 49 ne olacak? Böyle bir toplum yaratmak ne kadar akılca bir şeydir; ne kadar doğru bir şeydir?” diye sormuştunuz. Tam da bu oldu. O süreçten buraya ne oldu? Referandumdan da çok kısa bir süre sonra böyle bir seçime gitmek ne demek? Böyle bir toplum yaratmanın krizleri mi?
Birkaç tane soru var, birincisi bu parti 2002’den bu yana iktidarda. On altı sene oldu, tabii ki yorulacak, yıpranacak, metal yorgunluğu dahil her türlü yorgunluk olacak. Neden iktidara bu kadar yapışıyor? Bu tabii biraz tek adamın, kendi iktidar özlemlerinden çıkıyor, biraz bir dava var, bu projenin uygulanması gerekiyor, uygulanma aşamasında bunu bırakmak istemiyorlar. Bu kadar yapışınca, baskı da doğuyor. Bu otoriterlik öyle bir yoldur ki bir kere içine girince, geri dönemezsin, sadece ileri gidebilirsin. Yani hiçbir yerde bir örnek gösteremezsin ki otoriterlik yoluna girmiş bir iktidar ya da tek adam, geri dönsün de demokrasiye koşsun. Bundan sonra giderek daha baskıcı, daha fazla şiddete başvuran bir iktidar olmak zorundalar. Koşullar ağırlaştıkça bu baskı artacaktır. İkinci bir şey, ne diye insanlar demokrasi içinde yaşamaktan vazgeçerler, bütün özgürlüklerin bastırıldığı bir yönetim için oy verirler? Bütün bunları düşünmek lazım. Antonio Gramsci’nin “konsent/rıza nasıl alınır?” sorusu üzerinden düşünmek lazım. Konsent, ideoloji ile alınır, sadece baskıyla değil, ideolojiyi benimseterek alınır. Eğitimle, topluma nüfuz etmekle alınır. Türkiye’de rızanın alınmasındaki en büyük etken din faktörü, onu kullanarak, bazen istismar ederek rıza alınır. Şu da var ki yeni bir orta sınıf elindekini kaybetmek istemiyor ama bir yandan da yeni orta sınıf elindekini kaybedecek çünkü ekonomik durum giderek kötüleşiyor. Bunu görmesi lazım.
Muhalifler nezdinde bakıyorum, Demokrasi İçin Birlik gibi platformlar ya da muhalif partiler, seçim beklenenden erken olacağı için bir zaman baskısı altındalar. Onların hareket alanının azaltılması söz konusu. Bu takvimde ne yapmak gerekir?
O yüzden çabuk hareket edebilmek lazım. Muhalefet çabuk hareket etmeli. Ama muhalefet de homojen bir blok değil, o yüzden arada birliktelik kurabilmek için siyasi partiler olsun, sivil toplum olsun bir müzakere süreci gerekiyor. Bir taraftan birbiriyle görüşme ihtiyacındalar, öte taraftan zaman çok dar. Onun getirdiği bir zorlama var tabii, zaman baskısı var ama müzakere, konuşma ve diyalog kurmak zorunluluğu var. Burada yanlış olan baskın seçim yapılmış olması. Halkın iradesinin sandığa doğru dürüst yansımasını önleyecek, bırakın diğer her şeyi, süre bakımından önleyici bir durum var. Demek ki büyük bir korku var, iktidar zorunluluk duyuyor. Ekonomik durum mu çok kötüleşecek? Sıkı ekonomik tedbirler alınacak deniyor, emekli maaşları, memur maaşları, işçi ücretleri düşecek gibi söylentiler var. Bunlar hep kötüleşen bir ekonomin belirtileri.
Öte taraftan seçim gündemi içinde, muhalif ittifakta da gene sağ blokun ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Buna ne dersiniz? Muhalefetin içine kaçmış bir tür iktidar dili mi?
CHP’nin şunu görmesi lazım, Ekmeleddin İhsanoğlu örneğindeki gibi, hep “Karşı taraftan nasıl oy alırım?” sorusunu düşünüyor. Böyle basit bir mantık mı var? “Türkiye’de muhafazakârlar sayısal bakımdan daha çoktur, çoğunluktadır, o zaman ben ancak karşı taraftan, muhafazakâr kesimden oy alırsam iktidar olabilirim” mantığı. Ama bu böyle değil. Bir kere büyük bir siyasi partinin inandırıcı olması için kendinin belkemiği olması lazım. Kendi duruşunun sağlam bir zeminde olması, ideolojik zemini olması lazım. CHP kendini nasıl tanımlıyor? Nasıl tanımladığını ben bilmiyorum doğrusu.
Referandum için çok fazla emek harcayan hukukçulardan birisiniz. Başkanlığın, tabuta son çivi çakmak olacağını söylüyordunuz. Bu çivi çakıldı mı yoksa 24 Haziran mı belirleyici olacak?
Bu sistem eğer yürürlüğe girerse, zaten gücü elinde toplamış tek adam rejimi cumhurbaşkanlığı sistemiyle cumhurbaşkanı olursa, Türkiye’de artık hiç demokrasiden söz edilemez. Otoriterlik başka bir evreye girecek Türkiye’de. İşte tam kitabına uygun otoriter-totaliter rejimle idare edilecek.
O halde 25 Haziran sabahı belirleyici denebilir mi?
Tabii, bu Türkiye’nin kaderi olacak. Türkiye’nin kaderi 25 Haziran sabahı belli olacak, bundan sonra Türkiye’nin nasıl bir ülke olacağı, tamamen otoriter, baskıcı, hegemonik bir rejimle mi idare edilecek yoksa demokrasiye geçiş mi olacak? 25 Haziran, yeni bir Türkiye’nin başlangıcı da olabilir.
İki ayaklı sorayım, olumsuz olursa ilk adımı tekrar nereden atmak gerekiyor, olumlu olursa orada bir süreklilik sağlamak, onu kaybetmemek için ne yapmalı?
Olumsuz olursa, o zaman birlikteliğin bir direniş hareketine, kolektif bir direnişe dönüşebilmesi lazım. Ortak bir direniş hareketi olabilmesi lazım. Olumlu olursa da yeni Türkiye’nin kurulması hareketine dönüşebilmesi lazım. Her ikisinde de ortak hareket etmek gerek.
Cumhur İttifakı’na dönüp bakarsak, bu oportünist bir çıkar ittifakı mı yoksa bu partiler arkalarını birbirlerine dönecek kadar müttefikine güvenebilirler mi?
Oportünist bir çıkar ittifakı tabii. Tek başına meclise girme umudu olmayan bir sağ partiyle, iktidarı kaybetme korkusu içinde olan bir iktidar partisinin ittifakı. O yüzden biz DİB olarak diyoruz ki karşı tarafta bir çıkar ittifakı var, o halde burada ilkesel bir ittifak, ilkesel bir birliktelik olmalı. Ama bu birliktelik hiçbir muhalefet partisini dışlamamalı. Dışlayıcı değil, birleştirici olmalı. O nedenle DİB olarak bir ilkeler bildirisi hazırladık. O ilkeler bildirisini açıkladık. Çıkar birliğinin ötesinde ilkesel bir demokrasi bildirgesinin etrafında birleşmek önemli.
AB’den son yılların en sert raporlarından biri çıktı, Dünya Basın Özgürlüğü endeksinde de Cumhuriyet gazetesi cezalarından sonra iki adım daha gerileyerek 180 ülkede 157. sıraya geriledi. Bunlar bize ne söylüyor bu seçime ilişkin?
Türkiye’nin gösterdiği tepki çok garip. Hem demokratik devletler kulübünün bir üyesi olacaksın, hem de demokrasiden uzaklıştığın için seni eleştirenlere devamlı tepki göstereceksin. AB raporuna tepki, Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi raporuna tepki, İzleme Raporuna tepki, AİHM’e tepki, devamlı tepki gösteriliyor. Oysa, biraz geri çekilip, bir şeyde de yanlış yapıyoruz, bir yerde bir yanlışlık var diye kendine bakmak daha sağlıklı bir davranış değil mi? Bu kadar kurum aynı şeyi söylüyorsa belki bir doğruluk payı vardır diye düşünmek gerekmez mi? Nerede yanlış yapıyorum diye sormayı neden reddediyoruz? Bunu yapmaktansa bambaşka bir söylem sunuluyor. Çünkü tam tersine çevrilmiş her şey. İnsan hakları devlete karşı korunacak yerde; devlet, insan haklarına karşı korunuyor. Otoriter ve totaliter yönetimler her zaman, gerçeği tersine çevirip kendi halkına sunar. Gerçekle iktidar arasındaki makas gittikçe açılıyor. Gerçeği halka söyleyebilmek lazım. Özgürlük gerçekle birlikte gelir. Gerçeği söylemek, aslında özgürlüktür. Eğer bir özgürlük mücadelesi veriliyorsa, gerçek nedir, onu da halka söyleyebilmek lazım.
Ama bir taraftan da %95 iktidar kontrolü altında olan bir medya ile, bu çağa hakikat sonrası çağ da deniyor biliyorsunuz, Gerçek, eğilip bükülen bir şeyse, gerçeği nereden öğreneceğiz?
İşte sosyal medya gerçekten çok önemli, kendi kanallarımızı yaratmak çok önemli. Yerele gidebilmek çok önemli. Halk meclisleri, mahalle meclislerine giderek, insanlara ne olup bittiğini anlatabilmek lazım.
DİB’e döneyim, kuruluşunda “Siyasetin seyircisi değil oyuncusu olmak” şiarından bahsetmişsiniz. Haziran 2016’da Gezi’nin yıldönümü diyebileceğimiz bir süreçte DİB ortaya çıktı, mahalle meclisleri ve sempozyumlar gibi sivil girişimlerle de devam ediyor. Peki, sizce, bu geçen süreçte siyasetin oyuncusu olabildi mi?
Amaca ulaşıyor mu bilmiyorum ama çok büyük bir önem taşıyor. Geçen günlerde DİB’in OHAL’le ilgili ilanı çıktı gazetede. Türkiye gibi sivil toplum geleneğinin bulunmadığı, sivil toplumun çok zayıf olduğu bir ülkede böyle ilanlar verilmesi bile çok önemli bir şey. Sivil toplum aslında bu direnişin çok temel bir unsuru haline geldi. DİB gibi platformlar da sivil toplumu güçlendirir. Burada önemli olan iki türlü bir birliktelik kurabilmek: Bir yatay ve bir dikey birliktelik. Yatay birliktelik kurabilmek önemli. Demokrasiden yana olan STK’larla ortak hareket edilen, iktidardan bağımsız bir hareket çerçevesi bulabilmek lazım. Aynı zamanda sivil toplumla da, aşağıdan yukarı birliktelik kurabilmek lazım. Yereldeki halkı da, direniş göstermek için uğraşan sivil toplumla bütünleştirmek lazım. Buradaki oyunun adı, halkı siyasi mücadelenin içine çekebiliyor musun? Halkı siyasetin öznesi yapabiliyor musun? Oyunun adı bu. Halkı siyasetin öznesi yaptığın ölçüde, Türkiye demokratikleşecektir. O yüzden yereldeki demokrasi, yerelde kurulacak dikey birliktelik son derece önemli. O halk meclisleri, hayır platformları, mahalle meclisleri, yereldeki insan çok önemli. DİB toplantısına yaşlı bir kadın geldi. “Valla bu söylediklerinizi ben bilmem, ama mahallede biz çok iyi anlaşıyoruz, oturuyoruz kendi meselelerimizi tartışıyoruz, kendi kararlarımızı veriyoruz,” dedi. Bu çok önemli bir şey. Yapılması gereken bu. Yani aktif yurttaşlık bilincinin uyandırılması ve halkın siyasetin öznesi haline gelebilmesi gerek. İnsanların şuna inanması, şu bilince varması gerekir ki Türkiye’deki değişimin motoru, insanların kendisidir. Bu özgüvenin bilinmesi lazım. Türkiye’de bazı şeylerin değişmesini istiyorsan, bunu yapacak olan sensin. Bu güveni verebilmek lazım insanlara.
Ama öte taraftan gözaltı furyalarından nasibini almayanın kalmadığı, kriminalizasyon ağının sürekli tetikte olduğu bir iklim varken, bu nasıl olacak?
Müthiş bir korku var ama buna rağmen ne kadar yer varsa, o yeri doldurmak lazım. Sosyal medya olsun, kapalı toplantılar olsun, yerele gidip yerelde insanlarla, mahalle mahalle, ev ev konuşabilmek lazım. Ama bunu yaparken de “ben sana bir şey öğretiyorum” şeklinde üstten bir bakışla olmamalı. Karşılıklı bir öğrenme süreci çünkü bu. Senin de onlardan öğreneceğin çok şey olduğunu bilerek. Bir tür etkileşim, karşılıklı ve eşitler-arası bir iletişim. Eşitlik çok önemli. Bu birlikteliği kurarken, dikey ya da yatay, yani siyasi partilerle, sivil toplum arasındaki birlikteliği kurarken de ve insanlarla da o eşitliği sağlayabilmek lazım. Bunu, bir ağın eşit düğümleri olarak görebilmek gerekir. Bir ağ şeklinde örgütlenip, herkesin de kendisini o ağın eşitlik düğümü olarak görmesi elzem. En önemli şey bu.
Bu eşitlik düğümünü nasıl kurmak gerekir, bu ağı nasıl harekete geçirmek gerekir?
İletişimle, diyalogla, konuşarak, anlatarak, dinleyerek. Bireyi seçmenden yurttaşa dönüştürerek.
Erdoğan sonrası bir Türkiye nasıl bir Türkiye olacak?
Ortada öyle büyük enkaz var ki onu toparlamak kolay iş değil. Ama bunu yapabilmek lazım. Enkazı kaldırmak lazım, yeniyi inşa edebilmek, yaratabilmek lazım. Nasıl ve hangi yollarla inşa edilecek bunu söylemek ve yeninin ne olduğunu söylemek lazım. Yeni Türkiye nedir, nasıl bir Türkiye istiyoruz, bunu söylemek lazım. Bu kutuplaşmayı nasıl kaldıracağız? Senin ötekinle nasıl diyalog kuracağız. “Ortaklıkçı bir demokrasi” nasıl kurarız? Arendt Lijphart’in “ortaklıkçı demokrasi” önerisi Türkiye için önemlidir ve bunu iyi okumak lazım. Kelime kelime uygulamak gerekmez ama demokrasi için bir ortaklık yaratmak lazım. Çünkü demokrasi paylaşılan bir kavram. Demokratik iktidar, paylaşılan bir şeydir. Bizde çok büyük bir güç yoğunlaşması var, demokrasiyi bu güç yoğunlaşmasından çıkarıp, paylaşılan bir iktidara dönüştürmek lazım. Muhalefetle, basınla, sivil toplumla paylaşılan bir iktidar lazım. Demokratik iktidar böyle olur. O zaman bunu nasıl yaratacağız? Yerel ve katılımcı demokrasiyi nasıl sağlayacağız? Çoğulculuğu, herkesin farklılıklarıyla eşit yaşadığı bir ülkeyi nasıl sağlayacağız? Toplumun ortasında bugün bir duvar çekilmiş durumda. Duvarın öte tarafı diğer tarafını duymuyor, işitmiyor, görmüyor. Bunlar arasında bir diyalog nasıl kuracaksın ve başka bir Türkiye’yi birlikte nasıl inşa edeceksin bunu düşünmek lazım. Yeni bir Türkiye yaratabilmek lazım. Kafamızı sadece aktüel siyasete değil, buna da yormamız lazım. Direniş çok önemli, otoriterliğe karşı direniş nasıl olur bunu düşünmek, en iyi yolları bulmamız lazım. Bununla beraber bir alternatif ortaya koyabilmek, o alternatifi düşünmek lazım. Yani şu yoktur, “Erdoğan giderse biz 2002’den önceki Türkiye’ye hemen dönebiliriz,” gibi bir şey yok. Çünkü 2002’den önceki Türkiye yaşamamakta, artık öyle bir Türkiye de yok, öyle bir dünya da yok. Onun için Erdoğan’dan sonraki Türkiye’nin nasıl bir Türkiye olacağının, o direniş hareketinin içinden çıkması lazım. Direnişle beraber de alternatifinin getirilmesi lazım. Biz bu Türkiye’de yaşamak istemiyoruz, yani Erdoğan’ın Türkiye’sinde yaşamak istemiyoruz tamam ama nasıl bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz, nasıl bir demokraside yaşamak istiyoruz. Temsilî demokrasiden katılımcı demokrasiye geçen yolları döşemek lazım. Temsilî demokrasiyi de birden kaldıramazsın ama bunun bir karışımını bulabilmek lazım. Temsilî demokrasi ile katılımcı demokrasinin birleştiği optimum bir karışımı bulabilmek lazım. Bunu yapabilmek gerekir.
Son olarak, önümüzdeki dönemler için Türkiye siyasetiyle ilgili ne söylemek istersiniz?
Tekrar edelim, Türkiye’de tüm iktidarın tek elde toplanmasının adı demokrasi, keyfiliğin adı hukuk devleti, basın özgürlüğünün adı terör örgütü, insan haklarının adı teröre yardım ve yataklık, Türk parasının değer yitirmesinin, işsizliğin, enflasyonun adı ekonomik gelişme, savaşın adı barış. İktidarın gerçeklerine karşı çıkmak, gerçekleri söylemeye çalışmak ise, başlı başına bir suç. İktidarın gerçeklerinden oluşan, yapay bir yalan dünyasında yaşamak zorundasınız. Bu yüzden, bu seçimin kazanılması lazım, bu seçimde bir değişiklik olması lazım. Türkiye bu yükü kaldıramaz. Türkiye’de bir değişikliğin zamanı gelmiştir. Bu değişikliği yapabilecek güçleri, yeni güç merkezlerini ortaya çıkarmak lazım. İşte bu güçler ağ şeklinde, halkı siyasete çeken bir örgütlenme ile ortaya çıkarsa değişim gerçekleşir.