Depremin Ardından: Toplumsal Eşitsizlik Halleri ve Çingene Karşıtlığı

6 Şubat 2023 günü Kahramanmaraş/Pazarcık merkezli iki büyük, yıkıcı deprem yaşadık. Aradan bir ay geçti. Afet gibi olağanüstü durumların toplum üzerinde yaratığı travma ve şok, depremin yaklaşık iki dakikayı bulan korkunç sarsıntısını bizatihi yaşayanlar ve uzaklarda hiç sarsılmayanlar üzerinde derin izler bıraktı. Dayanışma ya da yardım duygusuyla harekete geçen herkes, başka ülkelerden kurtarma ekipleri, uzak şehirlerden yardıma koşan gönüllüler ve sivil toplum kurumlarının çoğu geri dönse de hâlâ yardıma ihtiyacı olan, en önemlisi dayanışmaya ihtiyacı olanlar, yalnız olmadıklarını bilmek isteyen insanlar çadır alanlarında, hasarlı evlerinde, sığındıkları güvenli yerlerde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor.  

Bu tür kitlesel afet durumlarının toplum üzerinde yaratığı etki, ilk günlerde toplumun tüm kesimlerini eşitleyip homojenleştirse de bu süreç çoğu kez kısa sürer ve sosyoekonomik olarak toplum kesimleri arasındaki fark gün geçtikçe belirginleşir ve heterojenleşme başlar. Afetin üzerinden zaman geçtikçe, her yanı saran o kaotik sis aralanınca aslında felaketin toplumun her kesimi için etkilerinin farklı olduğu, afet sonrası sürecin de her kesime farklı yansıdığı gerçeği belirginleşmeye başlar.   

Deprem gibi fiziksel hasar ve zarara sebep olan bir afet öncelikle evlerde, barınma ve çalışma alanlarında hasar ve yıkıma sebep olduğu için, bu alanların fiziksel dayanaklığı can kaybı ve yaralanan insan ve diğer canlı sayısına etki eder. İlk günlerin şoku atlatıldıktan sonra kayıpların sosyoekonomik durumları belirginleşmeye başladığında, aslında toplumsal olarak dezavantajlı olan toplum kesimleri ve kırılgan bireylerin kayıplarının da bu dezavantajlılık sebebiyle daha çok olduğu anlaşılır. Bu tür felaket anları sonrası süreç de bu toplum kesimleri için daha zor geçer. Pek çok kez kayıpları kayıt altına alınmaz, zararları telafi edilmez, yıllarca bin bir emekle edindikleri evleri ve diğer birikimleri bir anda yitip gider. Ayrımcılık en çok da bu zor zamanlarda çirkin yüzünü gösterir; ihtiyaç sahiplerinin yardıma ulaşmaları zorlaşır, hizmetlere erişimleri, en temel insani hakları dahi göz ardı edilir.  

Çingeneler (Rom, Dom, Lom ve diğer alt gruplar), göçmenler, mülteciler gibi dezavantajlı toplum kesimlerinin uğradığı ayrımcılık sadece afet, kitlesel göç, savaş gibi olağanüstü zamanlarda var olmaz, bu zamanlarda durum daha da kötüleşir. Yaşanılan yoksulluk, damgalanma, ötekileştirme, marjinalleştirme gündelik yaşamın her alanında karşılarına çıkar. Ayrımcılık hayatın her alanında;  önyargı içerikli sözlerin ötesinde, bakışların, parmakla göstermelerin, dışlayıcı, ötekileştirici tavırlar gibi gündelik hayatta sürekli yüz yüze kaldıkları dışlanmanın yerini derinleşen yoksulluk, açlık ve kimi zaman da şiddet alır.

Normal zamanlarda, toplumda, bu topluluklara karşı var olan önyargılar onlarla olan mesafenin açılmasına sebep olur. Onların yaşadıkları mahalleler damgalanır ve görünmez kılınır, oralara yerel yönetim hizmetleri ya hiç gitmez ya da sadece gidiyor görünür. Doğal olarak bu önyargılar, kalıp yargılarla da birbirini tamamlayarak güçlenir, eğer bununla mücadele edilmezse ayrımcılığa dönüşür, onu taşıyan bireylerle birlikte gündelik hayatta ve tüm kurumların içine de sirayet eder. Sosyal damgalamaya maruz kalmış bu toplum kesimlerinin yaşadığı mahalleler artık korku duyulan alanlardır.  

Örneğin bu mahalleler öğretmenler için sürgün ya da mecburi hizmet yerleridir. Binlerce çocuk buralarda ya devamsızdır ya da kayıt dışıdır. Aslında o kentte yaşayan insanlar bu mahalleri duymuştur, bilir ama oralardan hep uzak durur, buralardan geçen toplu taşıma araçlarına binmez, yolu oraya düşen olursa da en kısa zamanda oradan çıkmak için, çoluk çocuk olur sokakta diye kaygı etmez, basar gaza o dar sokaklarda. Yani o mahaller ve o mahallerde yaşayan binlerce insan yokmuş gibi düşünülür. Öyle ki kuruluş amaçları insani yardım olan örgütler için bile bu mahalleler, harita üzerinde sakıncalı yerler olarak işaretlenir.  

Afet zamanlarında da bu yok sayma, ayrımcılık sürer. Mahallelerine yardım gitmez, kendi başlarının çaresine bakmaya, yaralarını kendileri sarmaya, açlıkla susuzlukla, hastalıkla başa çıkmaya çalışırlar. Kamu kurumlarının, sivil toplum örgütlerinin, yardımseverlerin yardımlarının dağıtıldıkları alanlara alınmazlar. Bu kurumların çalışanlarında da Çingene karşıtlığı, tüm toplum kesimlerinde olduğu gibi güçlüdür, onlar tarafından sıraya konulmazlar, yüzlerine bakılmaz, “Burayı Çingenler bastı, yemek yiyorlar, biz yemek yiyemiyoruz,” deyip kovulurlar. Toplum içinde damgalıdırlar, şiddete uğrarlar. En ufak bir olayda, masum olup olmadıklarına bakılmaksızın, ilk onlar suçlu ilan edilirler. Onlar için, “kötü amaçlı oldukları” düşünülür. Dağıtılan yardım kuyruklarında “Bize yetti de mi, siz pis Çingenelere vereceğiz!”, “Hocam, burada depremzede yok, her yer Çingene çadırı dolu”, “Vali ve Emniyet nerde? Adıyaman Çingene dolmuş, Adıyaman’ı Çingenler istila etti, yarın için çok ciddi tehdit”, “Adıyaman’ımızı Çingenler, yağmacılar bastı, başka illerden gelip evleri soyuyorlar, ölen insanların mallarından faydalanıyorlar, yeter artık sahip çıkın bu sahipsiz memlekete”, “Abi çoğu Çingene, Suriyeli, biraz da maalesef bizim insanımız…” denir. Bu yukarıda alıntılananlar, geçen hafta boyunca sosyal medyada yazılanlar ve deprem bölgelerinde birebir yaşadığımız Çingene karşıtlığı, nefret söylemi ve ayrımcılığın birkaçı.

Son birkaç haftadır duyup yaşadıklarımız deprem illerindeki Dom ve Abdal topluluklarının yaşadıklarının çok az bir kısmı. Çünkü süregelen Çingene karşıtlığı ve önyargılar nedeniyle yağmalama, hırsızlık olaylarında ilk onlar yaftalanır, hedef gösterilir, linç edilirler. Oysa onlar da diğerleri gibi, belki de onlardan önce, bu coğrafyada yaşıyorlardı. Kadim mahalleleri, göç mekânları olan, şehirlerden uzak köylülerin ihtiyaç duydukları orak, tırpan, bıçak, kalbur, elek gibi iş aletlerini; göçebe aşiret üyelerinin bıçak, tüfek gibi aletlerini köylerin obalarının kıyısına kurdukları çadırlarda onlar yapardı. Düğün ve eğlencelerde müziği onlar yapardı. Dişi ağrıyanı, bedeni sızlayanı onlar sağaltırdı. Yüzyıllardır bu coğrafyada, şehirlerden uzak köylere, yaylalara ve diğer yaşam alanlarına hizmet götüren bu zanaatkârlardı, bu sebeple de hep göçebeydiler.  

“Çingene/Gypsy” kelimesi dünyada toplumsal bir grubu tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Ortadoğu’daki farklı ülke, coğrafya ve dillerde bu toplumu belirtmek için kullanılan; Karaçi, Abdal, Aşiret, Teber, Qurbet, Garip, Mıtrıp, Aşık, Gewende, Karaçi, Kalaycı, Arabacı, Elekçi, Sepetçi, Gurbet, Garip, Poşa, Boşa, Kıpti, Nawar, Turkman, Zott, Ghajar, Bareke, Beni Murra, Gaodari, Krismal, Qarabana, Tanjirliyah, Haddadin, Haciye, Arnavut, Halebi, Haramshe ve Kaoli gibi jenerik isimler değişse de Çingene adı genellikle bütün bu isimleri kapsar. Bu isimler genellikle “kabile ve meslek isimlerinden” alınarak oluşturulmuş, ancak bazıları topluluklar tarafından daha genel anlamda kullanılır. Genellikle bu terimler aşağılayıcı bir anlam taşır. Örneğin “Nawar” terimi Arap dünyasında en çok kullanılan isimlerden biridir. Kelime hakaret olarak kullanılır. “Çingene” kelimesi, Türkçede de hakaret anlamında kullanılan genel sıfattır. Persler, Kaoli kelimesini de aynı şekilde kullanırlar. Çingene kelimesi yalnızca toplumu tanımlayan bir isim/ad olmanın ötesinde, aynı zamanda bunları değersiz kılan, ötekileştirmek için kullanılan bir “sıfat”tır.

Dünyada üç büyük Çingene topluluğu yaşar ve bunlar kendilerini Dom, Rom/Roman, Lom olarak adlandırırlar. Bunlar dışında Abdallar, Aşkali, Mısırlılar, İrlandalı Çingenler olarak bilinen Irish Travellers gibi peripatetik (göçebe zanaatkâr) alt gruplar da vardır.  

Son yıllarda, topluluklar içinden çıkmış sivil toplum örgütleri ve aydınları Çingene kelimesi yerine, Avrupa'da Roman/Rom, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da "Dom", Ermenistan, Kafkasya ve Kuzey Anadolu’da Lom adlandırmalarını kullanır.

Depremin yaşandığı coğrafya, yüz yıllardır Dom, Abdal ve az da olsa Roman topluluklarının yaşadıkları şehirlerdir de aynı zamanda. Öyle ki depremin etkilediği on bir ilde ve ilçelerinin neredeyse hepsinde Dom ya da Abdal toplulukları birden çok mahallede yaşar. Bu mahallelerin bir kısmı neredeyse illerin ya da ilçelerin kuruluş tarihleriyle eş bir tarihe sahiptir. Yüzyıllar boyunca göçebe bir yaşam süren peripatetik gruplar, özellikle son elli yılda kentlerin çeperlerindeki tarihsel göç mekânlarına yerleşmiş ve bu kadim göç alanları, zamanla derme çatma evlerden oluşan mahallelere dönmüştür. Çingene mahalleleri olarak damgalanan bu mahallelerde yaşayan topluluklar dişçilik, müzisyenlik, kalaycılık, demircilik, kalburculuk, elekçilik gibi zanaatlarını sürdürerek yarı göçebe bir yaşama geçmişlerdir. Geleneksel zanaatlarının geçerliliğini yitirdiği durumlarda ise mevsimlik tarım işçiliği, hurda atık toplayıcılığı, hamallık, ikinci el eşya pazarcılığı gibi geçici ya da günübirlik işlerle geçimlerini sağlarlar. Özellikle mevsimlik tarım işçiliği Dom topluluklarının başlıca geçim alanını oluşturur. Bu topluluk üyesi ailelerin büyük bir kısmı baharın gelmesiyle birlikte mart ayının son haftasından başlayarak, yoksul Kürt halkıyla birlikte mevsimlik tarım işçiliği için Anadolu’nun çeşitli illerine göçe başlarlar. Bu topluluklar, hayatın her alanında olduğu gibi mevsimlik tarım emek piyasasında da ayrımcılığa uğrarlar.

Günümüzde kapitalist ilişkiler ve sanayinin gelişmesiyle birlikte toplulukların geleneksel zanaatları, neredeyse geçerliliğini yitirmiş ve bu topluluklar geçim stratejilerini değiştirmek zorunda kalmışlardır. Geleneksel zanaatların geçerliliğini yitirmesi, toplulukları emek piyasasında en değersiz olan en alttaki işlere yöneltmiştir.

Mevsimlik tarım işçiliği, genellikle çavuş, elçi, dayıbaşı gibi tarım aracıları üzerinden işverenle ilişki kurulduğu için bu topluluk üyeleri, yedek ve ucuz işgücü olarak tarım aracılığı sisteminin dışında iş bulabiliyorlar. Genellikle Orta Anadolu ve Doğu Anadolu’nun yoksul köylerindeki köylülerin işlerini kabala usulü ile yaptıkları ya da aracılarla anlaşamayan çiftçilerin son çare olarak başvurdukları yedek işgücü olarak sürekli olarak o köyden diğerine hareket edip iş bulmaya çalıştıkları “kadim göçebe geleneğini” sürdürüyorlar. Bu durum hane içerisindeki, çocuklar da dahil olmak üzere, herkesin emeğine ihtiyaç duyulan, ayrımcılığa ve sömürüye dayalı gezici tarım işçiliği sistemine dönüşmüştür.

Bu illerde yaşayan toplulukların bir diğer geçim kaynağı ise hurda atık toplayıcılığıdır. Ekonomik krizle birlikte çöpteki hurda ve atıkların azalmasıyla bu alanda çalışan aileler derin bir yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürüyor. Diğer yandan hurda atık toplayıcılığı işi son dönemde bu alana mülteci emeğinin de yoğun olarak girmesiyle birlikte giderek daha rekabetçi bir alana dönüşüyor. Özellikle çöpün ranta dönüştüğü son dönemde belediyelerin bu sektörü kontrol edip rantı kendinden olanlara dağıtma girişimleri ve onlarla birlikte hareket eden kooperatif ve dernek gibi yeni yapıların oluşması, resmî izinler ve diğer prosedürler bu topluluk üyesi kişilerin bu alandan dışlanıp ayrımcılığa uğramasına, deyim yerindeyse açlığa mahkûm edilmesine yol açmıştır.

Topluluklar içinde bazı grupların geleneksel zanaatı olan müzisyenlik ise sokak düğünlerinin yasaklanması ya da form değiştirip düğün salonları ve otellere yönelmesi ile geçim kapısı olmaktan çıkmış, topluluk içindeki küçük bir kesim genç sanatçının icra ettiği bir mesleğe dönüşmüştür.

Depremin ilk gününden itibaren yaşanan göçle birlikte, depremden sağ kurtulan insanlar güvenli alanlar bulmak umuduyla yaşadıkları şehirleri terk etmeye başlamıştır. Bu sayı kimi kaynaklara göre 3 milyonu aşmıştır. Büyük oranda üst ve orta sınıftan insanların göç ettiklerini sahadaki gözlemlerden anlayabiliyoruz. Yine sahadan yoksul emekçi mahalleri, göçmen mülteci mahalleri ve Dom–Abdal topluluklarının yaşadığı mahalleler, yani gidecek yeri olmayanların kaldıkları, seyrelen şehirlerde bu dezavantajlı toplum kesimlerinin görünür oldukları bir gerçekle karşı karşıyayız.

Depremin ilk gününden itibaren bölgedeki dondurucu soğuk hava, Dom ve Abdallar için zaten hep var olan barınma, beslenme, temiz suya erişim gibi ihtiyaçlar açısından bir sorun yarattı; onları bir duyarsızlıkla karşı karşıya bıraktı. Evleri yıkılan, hasar gören, ya da artçı sarsıntılar sebebiyle evsiz kalan bu insanlar herkes gibi günlerce hiçbir hizmete ulaşamadılar. Zaten günübirlik geçinebilen bu insanlar açlıkla, susuzlukla ve soğukla baş etmeye çalıştılar. Kayıplarını kendileri gömdüler, yaralarını kendileri sardılar. Derme çatma çadırlarda hâlâ yaşamaya çalışıyorlar. Günler geçti ve hiç kimsenin aklına bu insanların yaşadıkları mahalleler gelmedi, yardımlar herkese geç ulaştı ama onlara hiç ulaşmadı.

Bu mevcut durumda, yardım ve hizmetlere ulaşamayan bu insanların depremden etkilenen diğer toplum kesimleri gibi yaşayabilmeleri için yardım ve hizmetlerin olduğu çadır yerlerine ve mahallelere gitmeleri kadar doğal bir şey olamaz.

Dezavantajlı, çoklu kırılganlıkları olan bu topluluklar, deprem gibi büyük bir afetin yaşandığı bu dönemde daha da dezavantajlı duruma düşmüş, şiddetle yüz yüze bırakılmışlardır. Önyargıların, ötekine karşı nefretin, ırkçılığın yaratığı bu hastalık bu tür afet durumlarında herkese daha çabuk bulaştı ve afetin yarattığı şokla birlikte hepimizi hasta etti. Ama hepimizin iyileşmeye ihtiyacı var; bizi ancak bu gayri insani duruma ve geçerli sistemin yarattığı ayrımcılığa karşı durarak farklılıkları zenginlik olarak kabul edeceğimiz, kendi kimliklerimiz kadar diğer kimlikleri de önemsediğimiz, birbiriyle dayanışan, birbirine saygı duyan, farklılıkların bir arada yaşadığı, haklara ve farklılıklara saygı duyulan bir ülkenin hayali iyileştirebilir.


Fotoğraflar: Kemal Vural Tarlan