Deprem Felaketinin İçinden Notlar (IV): Yardıma Erişim Hakkı ve Hak Temelli Yardım

6 Şubat depremi ile birlikte oluşan yıkımın büyüklüğü bize şunu gösterdi ki, yıkımın olmaması için yapı üretim sürecinde gerekli tüm önlemleri almaz ve yapı stokunuzu depreme hazırlıklı hale getirmezseniz, yüz binlerce kişilik arama kurtarma ekibiniz ve makine teçhizatınız olsa da bu denli büyük bir felaketle başa çıkamazsınız. Görünen o ki Türkiye’de projelendirme aşamasından başlayarak, mühendislik ve mimarlık hizmetleri, yapı malzemelerinin standartları, yapı denetimi, yani tüm yapı üretim süreci ve sistemi işlemiyormuş. Ülkeyi yönetenler tüm yapı üretim sürecini, yerleşim yerlerini depreme karşı dayanıklı hale getirmek yerine, kentsel dönüşüm de dahil olmak üzere, bir rant alanı olarak görmüşler ve depreme dair tüm bilimsel çalışımları görmezden gelip vurdumduymazca davranmışlar.

Beklenen an gelip doğal afet olduğunda ise arama kurtarma faaliyetlerinde yaşanan aksaklıklar, devletin afet karşısındaki hantallığı, bu tür zor zamanlar için kurulmuş kurumların işlevsizliği, koordinasyonsuzluk, beceriksizlik ve daha pek çok sebep afetin felakete dönüşmesine yol açtı. Süregelen vurdumduymazlık ve ihmalkârlık can kayıplarının artmasına, on binlerce insanın yaşama hakkının ihlal edilmesine sebep oldu.

O ilk günden bu yana, şanslı olup depremden sağ kurtulan insanların göç edip gittikleri şehirler de dahil olmak üzere, yaşamlarına bakıldığında ise yine bu ülkenin kronikleşen yaralarından biri olan sosyal yardıma erişim hakkı konusunda yaşadıkları, gün geçtikçe, derin yoksulluğa doğru itilme riskiyle karşı karşıya kalacaklarını gösteriyor.

Son iki aydır deprem bölgelerine her gidişimde, depremzedelerin geleceğe dair belirsizlik sebebiyle, yardımlarla yaşamak zorunda kaldıkları için umutlarının tükendiğini, bu belirsizliğin ruhlarında derin yaralar açtığını anlıyorum. Bir kadının koordinasyon merkezindeki yetkililere, kendisine verilen konteyner için, “Bana mutfağı ve tuvaleti olan bir konteyner verin, ben evimde yemek yapmak istiyorum, çocuklarım verdiğiniz yemek ve kahvaltıyla doymuyor, çamaşırları dışarıda elle leğende yıkıyorum, bu yaşıma kadar hiç elde çamaşır yıkamadım, çamaşır makinesi verilemez mi?” diye soruyordu. Yine bir yanı yıkılmış olan evinin bahçesinde kurduğu çadırın içinde tüm ailesiyle yaşayan yaşlı bir kadın “Bizi dilenciliğe alıştırıyorlar, gidip dağıtım yerlerinde saatlerce sırada bekliyoruz, kolinin içinde iki üç paket makarna, bulgur, bakliyat var, bunun için yarım gün bekliyoruz. Her şeyimizi kaybettik, hayvanlarımız telef oldu, onlarla geçiniyorduk, aylardır burada bu çadırda, bu enkazın başında bekliyoruz. Bir ay önce bir geldiler, ondan sonra ne gelen var ne giden, ne olacak, kaldıracaklar mı enkazı bilmiyoruz, herhalde bırakıp buraları gitmemizi bekliyorlar. Nereye gideceğiz? İnsan yardımla ne kadar yaşar?” diye sordu. Sonra da karşı tarafı, yolun diğer tarafındaki kalabalığı gösterip, “Bak parti gıda kolilerini getirmiş üstlerine atıyor, oy istiyor, gitmedim ben, gitsem oradakiler biliyor bizi, onlara oy vermiyoruz, vermezeler bize…” deyip sustu.

Evinden kurtardığı eşyaları kamyonete yükleyip yola çıkmak üzere olan bir aileye, “Nereye göçüyorsunuz?” diye soruyorum. “Otuz yıldır burada çalıştım, babadan, dededen kalanla bir ev alabilmiştim, şimdi o da yıkıldı. Deprem öncesi ben ve çocuklar burada gündelik işlerde çalışıp geçim çıkarıyorduk. Şimdi tüm Nurdağı yıkıldı, konu komşu hep öldü, iş güç yok, gelecekte de ne olacağını bilmiyoruz, en iyisi şimdiden göçüp gitmek, Antep büyük yer, ben çocuklar iş bulur geçim çıkartırız. Ne zamana kadar devletin verdiğiyle karnımızı doyuracağız, zaten yardımı verenler şimdiden bize dilenci gibi davranmaya başladı. Adamı olana konteyner ev çıkıyor, içlerini tıkabasa koliyle dolduruyor. Onlardan olamayana bir şey yok, kapıda kovuluyorsun, demek burada kısmetimiz bu kadarmış,” deyip arabaya binip uzaklaştı.

Son dönemde, deprem bölgelerindeki bu türden şikâyetler, ülkedeki sosyal yardımların yapılış şekli ve prosedürleri üzerine ve sahadaki uygulamalara dönüp bakmamızı gerekli kılıyor.

Türkiye modern sosyal politika geçmişi 1980’den çok da gerilere gitmeyen bir ülkede, sosyal yardımlar bir hak olmak bir yana, taraftarlarını tutmanın ve taraftar kazanmanın bir aracına dönüşmüş durumda. Bu alanda yapılan çalışmalar, yazılan kitaplar, özellikle son on yılda, sosyal yardımların neoliberal programın tamamlayıcısı olduğunu ve hızla siyasallaşıp, devlet hayırseverliği adı altında dinselleştiğini gösteriyor; zaten sahadaki mevcut pratik de bunun böyle olduğunu gösteriyor.  

6 Şubat depremi, on bir kenti, bu kentlerin ilçe ve köylerini etkiledi, özellikle Antakya’dan başlayıp Antep, Maraş, Adıyaman ve Malatya güzergâhında büyük yıkıma yol açtı. Antakya gibi neredeyse tamamen yıkılan şehirler ve ilçelerde yaşayan milyonlarca kişi bugün ya çadır ya da konteyner kentlerde yaşamlarını sürdürüyor, evsizlik başta olmak üzere, kazanılan her şeyin enkaz altında kaldığı bu durum, Türkiye gibi gayrimenkulün en önemli mülk olduğu bir ülkede, yoksullaşmayı ve mülksüzleşmeyi de beraberinde getirecek olan sosyoekonomik dönüşümün de başlangıcı olacaktır. Bu süreçle değişen ekonomik ve sosyal koşullar beraberinde sosyolojik bir dönüşüme sebep olacaktır. Özellikle, Antakya-Malatya hattı, sosyoekonomik olarak toprağa ve tarımsal üretime bağımlı nüfusun yoğun olduğu bir alan ve önümüzdeki dönem yoksulluğun daha da artığı bir yere dönüşme riski yüksek. Yine on bir şehir içerisinde depremden en az etkilenen Antep gibi şehir merkezleri, sahip oldukları sanayi ve üretim kapasiteleri sebebiyle diğer illerden göç alan, Suriyeli mültecilerden sonra, depremzedelerin de yedek işgücü olarak emek piyasasında yer almak için sığındıkları bir kent olacaktır. Antep gibi geniş kayıtdışı emek piyasasının olduğu bir kentte bu insanlar, kayıtdışı ve sürekliliği olmayan bir alana itilme riskiyle karşı karşıya kalacaklardır. Diğer yandan deprem sonrası göç alan Mersin, Adana gibi şehirlerde depremzedelerin yedek işgücü olarak, emek piyasasına girmesi, mülteci işgücüyle rekabetin arttığı ve mülteci karşıtı siyasi hareketlerin yükseldiği bir kutuplaşmayı artıran bir atmosferde yaratabilir. Bu konu üzerine önümüzdeki dönemde, seçim sonrası, çok konuşulup yazılıp çizilecek.

Yukarıda bahsedilen tüm değişim ve dönüşüm süreci, taşıdığı riskler sebebiyle depremzedelerin maddi yaşam koşullarının değişmesiyle oluşan dezavantajlılık, sosyal yardımları bu toplum kesiminin bir bölümünün geçimlerinin ayrılmaz bir parçası haline getirecektir. Çünkü, depremle birlikte yaşanan sosyolojik dönüşüm ve değişim sosyal yardıma, hiç olmazsa bir süreliğine ihtiyaç duyan geniş bir toplum de yarattı. Bu sürecin seçim dönemine denk gelmesi, geçerli sosyal yardım sisteminin sorgulandığı, hak temelli sosyal yardım ve desteklere erişimin bir hak olduğunun tartışılacağı politik bir zemin de yaratmış oldu. Partilerin art arda yayımladıkları seçim beyannamelerinde, refah devleti bahislerini öne çıkardıkları ama sosyal politikalar konusuna yeterince yer vermedikleri görülebilir. Kapitalist sistemin tarihsel gelişimi ve sıklaşan ekonomik kriz dönemleri refah devletine erişimi imkânsız kılsa da sosyal politikaların refah devleti olmadan da var olabileceğini unutmamak gerekir. Bu konuda, özellikle pandemi döneminde, Derin Yoksulluk Ağı ile çok önemli çalışmalar yapan sevgili Hacer Foggo’un çabaları önümüzdeki dönem yol gösterici olabilir.

Tarihsel olarak sosyal politikalara bakıldığında, sosyal yardımların yoksulluğu yeniden üretecek bir anlayışın ötesinde bir yeniden üretim sürecini başlatacak bir alana evrilmesi, afetler sonrası bir geçiş dönemi “ilk çare” koruma tekniği olarak kalması gereklidir. Yoksa yardımlar yoksulluğun kuşaklararası aktarımının bir aracı olarak, toplumun bu kesimini kendine bağımlı hale getiren, onları üretimden koparan, yoksulluğu süreklileştiren bir araca dönüşebilir.

Deprem sonrası mevcut durum bize ne gösteriyor? Öncelikle sosyal yardımın ve sosyal yardıma erişimin bir hak olarak görülmekten öte başta siyasal-ideolojik, dinsel, mezhepsel, cemaate mensupluk, hemşerilik, akrabalık, etnik ayrışma ve benzer kümelenmeler ve aidiyetler üzerinden verildiği görülüyor. Kimseyi geride bırakmayan bir sosyal yardım sisteminin çok uzağında olduğumuzu görebiliyoruz.

Öncelikle, ihtiyaç ve geçim dengesi gözetilerek, ihtiyaç analizleri ve sosyal yardımlara erişim süreci, ihtiyacı olanların, sürece müdahil olabilecekleri, ihtiyaç analizi sürecinin bir acındırma, yoksulluğunu ispat etme, insan onurunu kıran, damgalanmasını sağlayan, belli bir aidiyet, inanç, politik düşünce içine itme zorunluluğu oluşturacak bir tarzla değil, sosyal yardıma erişimin bir hak olduğu gerçeği üzerinden ilerlediği eşitlikçi bir prosedürle yürütülmelidir.  

Mevcut uygulamanın taşıdığı birkaç riskten de bahsetmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Yaklaşık on iki yıl önce, Suriye’den bu illere kitlesel göç ile gelen mülteciler sebebiyle yeni gelenlere sosyal yardımların arttığı bir süreç yaşanıyordu ama şu bilinmelidir ki bu on iki yıllık deneyim, ne yazık ki, hak temelli bir anlayışla yapılmayan, ihtiyacı olana yardımın ulaştırıldığı bir sistemden öte büyük ölçüde profesyonel yararlanıcılar yaratan, ihtiyacı olanın yardım ve desteğe eriştiği bir tarzdan ziyade olanağı olanın, teknoloji ve prosedürleri bilenin, politik, dinsel, siyasal, ideolojik ağları olan küçük bir azınlığın yardıma ulaştığı bir sosyal yardım sistemi yarattı ve ne yazık ki son iki aylık süreç göçle bağlantılı olarak bu alanda çalışan ulusal ve uluslararası STK’ların mevcut yöntem ve prosedürlerle depremzedelere sosyal yardım götürdükleri bir pratikle sürdürülüyor.

Deprem bölgesinde sosyal yardımların, bu insanların yeniden şekillenen emek piyasasına girmelerini, emek piyasasının yeniden kurulduğu güne kadar geçinmelerini sağlaması, onların işgücü piyasasının dışına itilmelerini, çalışmaktan vazgeçmelerini engellemesi gerekiyor. Seçimin yaklaştığı bu dönemde gelecek dönem yönetime talip olan siyasetçilerin yaklaşık on üç milyonluk nüfusa sahip deprem bölgesinde yaşayan insanlara, onların üreterek insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmeleri için bir strateji sunmaları gereklidir.

Bir diğer dikkat edilecek husus, günümüzde sosyal yardımlar toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştiren oldukça işlevsel bir araç olarak kullanılıyor. Kadınların yardım alanlar içerisinde önemli bir oranı temsil ettiği sistem, kadını hane içine hapseden, onun emek piyasası içerisinde yer almasını önleyen bir anlayışla yol alıyor. Özellikle sivil toplum kurumlarının yaşam becerilerini geliştirme adı altında yürüttükleri meslek edindirme programları kadınların eviçi üretimini destekleyen, onları hem ev içindeki gündelik işleri yapmaya zorlayan hem de ucuz emek olarak sömürülmelerini sağlayan, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üreten, onları kanaatkâr hale getiren bir anlayışla kurgulanıyor.

Son olarak, sosyal yardımlara erişememe, ayrımcılığa uğrayan toplum kesimleri üzerinde belli bir süre sonra umutsuzluğa yola açıyor ve onları derin yoksulluk içine itiyor. Örneğin, bu bölgede yaşayan Çingene topluluğu olan Domların bugün derin bir yoksulluk içinde olmaları, açlık sınırının çok altında bir yaşam sürmeleri topluluğun başta sosyal yardımlar olmak üzere temel hizmetlere ve haklara erişememelerinden kaynaklıdır. Bugün eğitime erişememe sebebiyle yüz binlerce okul çağında çocuk ve genç okuma yazma bilmiyor, emek piyasasında en alttaki işler olan atık ve hurda toplayıcılığı, mevsimlik tarım işçiliği, günübirlik işler dışında emek piyasasında yer bulamıyorlar. Son yıllardaki ekonomik kriz topluk üyesi bireyleri, özellikle de çocukların gıdaya erişmedikleri, azami yaşam şartlarının dahi sağlanamadığı şartlar içinde, depreme en dayanıksız olan konutlarda yaşamaya mecbur bırakmıştır.

Hepimiz biliyoruz ki önümüzdeki dönem, deprem sonrası yeni normal olarak da tanımlanabilecek bir sürece evirilecek. Depreme bağlı olarak ölüm, yaralanma, sakatlanma, kimsesiz, dul, yetim, öksüz, engelli ve yakınlarını kayıp etmiş, yani iş gücü kaybı yaşayan, on binlerce hane oluştu. Depremle birlikte yıkılan köy, mahalle ve şehirlerdeki yerinden edilme sonucu yıllardır kurulu olan dayanışma ilişkilerinin çözüldüğü bu dönemde, sosyal yardımların bu hanelere, ihtiyaç ve geçim dengesi ile dezavantajlılık ve kırılganlık gözetilerek, ayrımcılık ve ötekileştirmeden uzak durularak, yardım ve desteğe erişimin bir hak olduğu unutulmadan, ihtiyacı olan herkesi kapsayacak bir yöntemle yapılması ana hedef olmalıdır.


Fotoğraflar: Kemal Vural Tarlan