Ev ile ilişkilenmemiz, Kahramanmaraş depreminin yarattığı şok etkisine kadar, belki de Gaston Bachelard'ın Mekânın Poetikası’nda anlattığı gibiydi; ev, evrende yaşanan dramların farkında değildir ve çatıdan düşen kiremit, evine geç kalmış yoldan geçen birilerinin ölümüne yol açsa da, suçlu, evin sakinleri değil, çıkan rüzgâr kabul edilir. Çok alışıktık halbuki evcilik oynamaya ve bu evcilik oyununun içten içe yarattığı rehavete, suçu kiremite ve yağmura, rüzgâra yüklemeye. Kahramanmaraş merkezli deprem, evin içinde dolanan zihnin kısır düşün oyunlarına kocaman bir darbeydi oysa. Çöken binalar, yıkılan evler, “salonları” sere serpe meydanlara dökmüştü. En mahrem alanlar, kamusaldan getirilip saklanıldığı sanılan ve özel mülkleştirilen eşyalar, sorumlulukların devredildiği liderlerin parmak salladıkları ekranlar, taşın toprağın içerisindeki keşmekeşte almıştı yerini. İnsanlar, sevdiklerinin bedenlerinin ölümleri karşısında ve bu ihtimal dahilinde, önceden belki de ses etmedikleri hükümet görevlilerine karşı, kimi yerlerde öfkelerini dillendirebilmişlerdi. Kapanılan dört duvar mahallerin aslında hiç de özel olmadığı gerçeği, fizikî bedenin varlığının tehdit altında kalmasıyla, uluortalaşmıştı. Öncesinde, politik olanı evin içindeki fısıltılardan öteye taşımayı reddeden, korkan insanlar, bu sefer, ölüm düşüncesinin getirdiği kaygı ve şok ile mi, yoksa yeniden doğma olasılığını barındırdığı için mi gerektiğinde valilere, belediye başkanlarına dahi isyan edebiliyor, medyanın karşısında muhalif duruşlarını korkmadan sergileyebiliyorlardı?
Ne oluyordu? Heidegger olsa, evin içinde bile aslında diğer herkesle birlikte var olmaya alışmış ve yalnız kalmaktan, kendine dönmekten, düşünmekten ürkmüş insanın tedirginlik, kaygı ve tekinsizlik dolayısıyla içine düştüğü irrasyonel hal olarak açıklardı bu durumu. Kamusal alanda görünmenin ve söz söylemenin önemine inanmasalar dahi, bu insanlar, doğanın itici kuvveti ile, yani deprem ile politik eylemsellik içine mi “çekilivermişlerdi”? Heidegger kamusal alanda görünen insanın bu kamusal olma nedenini, ölümlü varlığını unutmak için katıldığı otantik olmayan arayış olarak tanımlıyordu. Şimdi ne olmuştu öyleyse? İnsan, ölümlü varlığını “hatırlamış”, odalarının toz toprak içine serilmesi ve bedenlerinin taşlar arasına sıkışıp kalması ile kamusal alanda söz söylemeyi, muhalefet etmeyi mi tercih etmişti?
Aslında Kahramanmaraş merkezli depremde gördüklerimiz ve şahit olduklarımız, Arendt'i doğruluyordu; insan, kamusal alanda eyleyerek, söz söyleyerek var olabilen, kamusal alanda diyalog vasıtası ile benliğini kuran ve böylelikle, gerçek anlamda “doğan” bir varlıktı. Dört duvar odaların içerisine kendisini, sesini sözünü hapseden insan, aslında yoktu. Evet, Heidegger'in savunduğu üzere, insan ölüme yönelik bir varlıktır ve fakat bu hakikat, kamusal dünyanın gevezeliği tarafından bulanıklaştırılmaz; aksine ölüm düşüncesi, farklı ihtimal ve olasılıklarla yeniden doğmak isteyen insan için, kamusal alanda görünür olmak için hakiki bir itkiyi de oluşturur. Deprem sonrası, insanların yıkıntılar arasında bir araya gelip yüzlerini toplumsal olana dönmeleri ve yaşama dair söz söylemeleri, geleceği birlikte kurmaya dair umudu barındırıyor içinde. Aynı zamanda, olası suç ortaklıkları ile yüzleşme cesaretini... Cioran şöyle yazar Var Olma Eğilimi'nde: “Mağlubu kendine acıyan biri sanmayın; o, karşı karşıya geldiği tehlikelere karşı kendini savunacak enerjiye sahiptir.”
Evin içinde kurulan dünyaların, farazi bir şekilde üretilen iç/dış tasavvurlarının, son kertede insanın var olma arayışında, zihninde kurguladığı cümlelerdeki noktalara, virgüllere tekabül ettiği bir gerçek. Kendini bu cümlelerin öznesi kılmaktan, başkaları ile bir araya gelme olasılığını durdurmaktan kaçınan insanların gelişigüzel vurgulanmış kesikli cümleleri, sonunda, harabeler halinde bir kent, harabeler içinde insanlar getirip koyuyor egemenlerin karşısına. Bu dağınıklığın hükmedenin literatüründeki karşılığı gayet sarih; bir avuç “yığın”... Sanatçı JR ve Alice Rohrwacher’ın, büyük şirketler karşısında iflas etmiş çiftçilerin “ölümünü” anlattıkları Omelia Contadina adlı çalışma bana bu minvalde çok etkileyici gelir. Çiftçiler, temsilî bir ölünün devasa boyutlardaki maketini omuzlarında taşıyarak, kocaman bir mezara gömerler. Bu ölü, kocaman yüzü, yargılayan bakışları ve bedeninin “oradalığı” ile, hikâyesi ile karış karış toprağı kaplar ve yas tutanlar, bu bedenin başında kamusal olanın nasıl çürüdüğü üzerine “söylenirler”. İktidar ve oligarşik düzenin hitabında bir yığındırlar ama mekânı kaplayan gözleri ve yüzleri ile, anlatacak farklı hikayeleri olan, yargılayan, hesap soran, yüzleşmeye çağıran insanlardır onlar.
Umudu kamusal alanda birlikte inşa etmenin ve böylelikle gerçek anlamda “doğmanın” yolu, başkalarının kurdukları, kimi “ev sahipliklerinde” hazırlanmış masalardan kalkmak olmalı ilkin. Doğanın itkisini beklemeden, evden çıkıp sokağa “inmeli” biraz…