Umudu Tazelemek… Bu Bahar ve Her Bahar

2017 yılının ilk sabahına, gece gerçekleşen Reina saldırısının şokuyla uyanmıştık Türkiye olarak. Naif umutların yenilendiği bir gecenin sabahında yaşanan bu şokun akabinde, Birikim’de Tanıl Bora’nın “Her Şeye rağmen” başlıklı yazısı “Her şeye, her şeye rağmen; her meşrebe göre, her makamdan bir Her şeye rağmen ruhu” dileğiyle bitiyordu. Bu yazıdan sonraki yaklaşık altı buçuk yılda, bu yazıya sığındığım, umudumu tazelemek için açıp okuduğum kaç olumsuzluk yaşamışızdır, kaç cesaret kırıcı ana tanıklık etmişizdir, bilinmez…

14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ertesi sabahının da bu anlardan biri olduğunu düşünerek uyandı ülkedeki çoğunluk. Anlamaya, anlamlandırmaya çalıştı. Düşen gardını nasıl kaldıracağını, seçimlere hapsolmuş gibi hissettiği kaderinin müstakbel çizgilerinin nasıl şekilleneceğini düşünürken buldu kendini. Seçim öncesi dönemde ülkeye yayılmış “kaygılı ama coşkulu heyecan” duygusu, yerini kurşun gibi ağır bir kaygıya bırakmıştı sanki.

Gerçekten öyle mi peki?

Kemal Kılıçdaroğlu’nın "İlk turda bitirelim" kampanyası kabul edelim ki bir kumardı, tutsa muhalefet adına en ideal sonucu verecekti, ancak tutmadığı için sanki bir yenilgi havasında muhalefetteki herkes. İlk turdaki seçim sonuçları, ülkedeki çoğunlukta en kolayından bir “Nasıl hâlâ bu oyu alırlar?" hayal kırıklığına yol açtı.

Fakat…

Öncelikle uzun vadeli siyasal ve toplumsal eğilime bakıldığında itiraz edilen tek adam rejiminin sandıkta da güç kaybettiği ortada. Hem de yirmi bir yıllık iktidarın getirdiği tüm avantajlar, tüm fırsatlar, tüm eşitsizlikler, tüm propagandalara rağmen! Dolayısıyla, “Nasıl hâlâ bu oyu alırlar?" yerine, “tüm adaletsizliklere rağmen yüzde 50’yi bulamayan iktidar” şeklinde bir okuma, ülke şartlarında daha faydalı bir tercih olacaktır.

Ayrıca, bir başka yanılgının da sandık sonuçlarının toplumun röntgenini çektiği argümanı olduğunu düşünüyorum. Elbette sandıktan çıkan sonuç, yarışan siyasi partiler ve adayların profilleri, bölgesel ve demografik dağılımlar gibi değişkenler üzerinden okunarak topluma dair çıkarımlar yapmamıza izin verir, ancak tam anlamıyla gerçekçi bir fotoğrafını çekemez. Tıpkı seçim anketlerinin seçim sonuçlarının fotoğrafını çekemediği gibi. Bu doğrultuda, sandık sonuçlarının toplumdaki mevcut ve devam eden progresif dönüşümü tam anlamıyla yansıtmadığını, toplumda aslında daha büyük bir dönüşüm olduğunu ama iş sandığa oy kullanmaya geldiğinde, bambaşka duygusal ve/veya stratejik değişkenlerin devreye girebildiğini hatırlatmak ve dolayısıyla, işin kolayına kaçarak Aziz Nesin, Aysun Kayacı alıntılamak yerine, topluma dair bu iyimser tespitime tutunmak istiyorum.

Muhalefet bloğunun belirlediği aday ve de ilk turdaki sonuçlarla ilgili olarak çok farklı pozisyonlardan çok farklı okumalar yapmak ve tespitlerde bulunmak mümkün. Benim şahsi görüşüm, belirlenen adayın, alternatifler arasında en makul aday olduğu ve beklentilerin ötesinde bir kampanya dönemi performansı gösterdiği yönünde. Bu yorumumun temelinde ülkedeki tek adam rejimi karşısındaki büyük kitlenin demografik yapısı ve iktidarın elinde bulundurduğu propaganda aygıtının kapasitesi gibi gerçekler yer alıyor. Ayrıca, iktidarın, rakip adayı terörle ilişkilendirme stratejisini belediye seçimlerinde de uyguladığını ancak 2019'da bu ölçüde bir karşılık bulmadığını da hatırlamak önemli. Bu seçimde değişen şuydu: Bu kez bu söyleme diğer iki adayın da kendilerini ana muhalefet adayından farklılaştırmak için dahil olması, ortalama seçmen kitlesinde bu ilişkilendirmenin satın alınmasını kolaylaştırdı. Aksi durumda, "koltuğu bırakmamak için karşı tarafı yalan ve montajlarla terör yanlısı göstermeye çalışan" çaresiz bir parti olarak görülecekken, diğer iki adaydan alınan söylemsel destek, bu absürt iddianın makulleşmesini sağladı. Bu şekilde tetiklenen beka kaygısı, ortalama seçmen nezdinde değişim isteğine baskın geldi.

Aday tercihi ve seçimin ilk tur sonuçlarına dair yapılabilecek tüm farklı analizlerden bağımsız olarak, muhalefet adına ikinci tura kalan Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibinden seçimin iki turu arasındaki süreçte beklenen şeyin liderlik olduğunu söylemek lazım. Bahsettiğim parti örgütlerine ve kurmaylara yapılacak bir liderlik değil. Seçimin ilk tur sonuçlarının anlamlandırılmasında yol gösterici olacak, umudu ikinci tura taşıyacak, o ikinci turda yenilgi çıksa bile, 28 Mayıs sonrası Türkiye’sindeki tek adam karşıtı cephedeki insanlara, son süreçteki kazanımları da, hataları da samimi bir şekilde anlatarak bu ülkede yaşama, var olma, mücadeleye devam etme umudu verecek bir liderlik lazım. Yani seçimlerin ikinci turunda zaferi hedefleyen ama daha da önemlisi ikinci tur sonuçlarından bağımsız olarak toplumsal muhalefette bir kırılma yaşanmamasını, burada bir sürekliliğin sağlanmasına yönelik yapıcı bir liderlik…

28 Mayıs'tan sonra ne olursa olsun, artık siyasetin teknik dilinden, üst siyasetin kısıtlayıcı alanına kendimizi sıkıştırmaktan, gündelik hayat ve modumuzda bu denli belirleyici olmasına izin vermekten kurtulmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu denli üst siyaset diline ve oyun alanına sıkışmış bir toplumun, var olma gücü ve motivasyonunu sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmesi mümkün değil.

Seçim öncesi süreçten ve seçim sonuçlarından çıkarılacak öncelikli sonuç şu: Tek adam karşıtı blok ve tek adam rejiminin vizyonundaki ülke tahayyülünden rahatsız olan insanlar bu ülkede var! Eskiden bu gruptaki insanlar için "hiç de az değil" denirdi ama artık "bir hayli çok" diyecek noktadayız. Yaşayarak, sosyalleşerek, üreterek, konuşarak, birleşerek, tartışarak var olmaya, büyümeye, dönüştürmeye devam etmek… Pes etmemek… Varoluşumuzu seçim dönemlerinde sandıktan çıkan sayıların değil, evde, sokakta, okulda, tribünde, sosyal medyada, kısacası canımızın istediği her yerde ve her gün söylediklerimizin ve yaptıklarımızın belirlemesi için yaşamak…

Yukarıda bahsettiğim 14 Mayıs öncesi toplumun genelindeki kaygılı ama coşkulu heyecandaki coşkunun sadece bir seçim kampanyası için üretilmiş bir ruh hali olduğunu düşünürsek büyük hata yaparız. Bu coşku ve heyecanın, “bu topraklarda biz de varız” diye haykıran ve de seçimlerin kısıtlı gündeminin çok ötesinde bir ruh hali olduğunu unutmamanın, bu dala tutunmanın ve onu büyütmenin toplumsal muhalefet ve dönüşüm için önemini anlamak gerekiyor.

Tıpkı Tanıl Bora'nın aynı yazısında örnek verdiği 1992-1995 yılları arasında kuşatma altındaki Saraybosna'da Uluslararası Tiyatro Festivali’ni sürdürenler gibi: “Her neyle meşgulseler, onu yeniden düşünüp yeniden anlamlandırarak. Onu bir dirence, bir şifaya dönüştürerek. Dünyaya boş vererek değil aksine dünyanın çok iyi farkında olarak, her şeye, her şeye rağmen yine ‘işini yaparak’…”