Bugün 84 yaşında olan Gençay Gürsoy, hayatı boyunca siyasî mücadelede aktif olarak yer aldı. 12 Eylül’de “1402’liklerden” olarak kamu görevinden ihraç edilen Gürsoy, 2006’dan 2010’a kadar TTB Merkez Konseyi Başkanlığı yaptı. Anılarını Bir Hayat Üç Dönem kitabında (İletişim, 2021) yayımladı.
***
27 Mayıs'a giden süreçte aktif olarak yer almış birisi olarak -ki Davutpaşa Kışlası'na götürüleli altmış dört sene olmuş- Türkiye'nin bugününe, geleceğine, bitmek bilmeyen kavgalarına ve düşmek bilmeyen tansiyonuna dair söylemek istedikleriniz nelerdir?
Aslında Türkiye’nin bu gerilimli ortam bakımından komşu ülkelerden çok fazla farkı yok. Hatta Ortadoğu’yu esas alırsak komşularımıza göre biraz daha avantajlı bir durumdayız. En azından demokratik bağlamda seçimler yapılıyor, parlamento oluşuyor vesaire. Ancak genel olarak dünyada bir demokrasi krizi yaşandığı malum. Bu bakımdan çok da istisnai bir durum içinde değiliz fakat benzerlerimiz arasında demokrasiden en fazla kopan ülkelerden biriyiz. Bunu tabii net matematik ölçütlerle ortaya koymak mümkün değil. Her ülkenin geçmişi birbirinden farklı. Türkiye komşu veyahut kendini andıran ülkelerle kıyaslandığında, en azından Ortadoğu ülkeleri içerisinde ciddi bir demokratik geçmişe sahip diyebiliriz.
27 Mayıs’a dair ise aslında 27 Mayıs'ın öncesini düşünmek gerekir. Bu noktada, 1946 sonrasına bakmak lazım. Bu, benim öğrencilik dönemlerime denk geliyor. Çocukluk dönemimde özellikle babamın gölgesinde tecrübe ettiğim siyasi oryantasyon süreci fena sayılmazdı. Ne olup bittiği ailemizde konuşulurdu. 1956'dan sonra İstanbul'a geldiğim süreçte ise kendimi, sol siyasete temayülü olan, sosyalist çevrelerle temas etmek için fırsat arayan bir kişi olarak tanımlayabilirim.
1950'deki iktidar değişikliği, malum 1946'daki hileli seçim sürecinde başlamıştı. 1950'deki bu değişimde ise demokrasi ikliminin memlekete geldiği düşüncesi -her ne kadar ben öğrenci olarak hissedemesem de- sol çevrelerde yaygındı. 50'den itibaren benim de içinde bulunduğum öğrenci grubunun ortak anlayışı, her şeye rağmen muhalefetten yanaydı. Bu belki de solun genetik özelliklerine dayanan bir durumdu. Hatta öğrenciliğimde -tabii daha sol partiler de ortada yok- Cumhuriyet Halk Partisi'nin Fatih ilçe teşkilatına kısa süren bir üyeliğim de olmuştu. Sanırım ben de muhalif olduğumdan, en güçlü muhalefet partisinde yer almak istemiştim. Ancak o çevreyle çok yakın bir ilişki kuramadım, bir süre sonra uğramaz oldum. Zaten çok aktif bir şekilde faaliyet göstermediklerini de söylemem gerekir. Fakat 1956'dan sonra -ki benim fakültede olduğum dönemdir- Demokrat Parti, gereken demokratik açılımları gerçekleştirmedi. Özellikle muhalefete yönelik büyük bir hazımsızlık ve engelleme politikası güttü. Parlamentodaki muhalefetin, kamuoyunda karşılık bulmaya başladığı bir dönemde kurulan Tahkikat Komisyonu burada önemli bir dönüm noktasıdır. Tek parti döneminin İstiklal Mahkemelerini andıran bu oluşum, iktidar parlamento üyelerinden oluşan bir ideolojik komisyona yargılama yetkisi tanıyan hukuk dışı bir durum arz ediyordu. Tabii bu çok kolay hazmedilebilecek bir şey de değildi. En azından Demokrat Parti'nin iktidara geldiği süreçte zımnen vaat ettiği ortamla hiç bağdaşmayan uygulamalardı. Muhalefetin gösterilerine karşı uygulanan şiddet, laiklikten adım adım uzaklaşma, milliyetçi-mukaddesatçı düşüncenin yavaş yavaş palazlanması gibi durumlar tepkilerimizi derinleştirmişti. Tabii şunu da söylemem gerekir ki bugünle kıyaslandığında bu uygulamalar nispeten masum ve makul gelebilir ancak bugün çok alışık olduğumuz sorunların tohumları olan bu ilk uygulamalar, o günlerde tepkimizi çok çekmiyordu. Cumhuriyet’in tek partili döneminde yetişen o nesil o güne kadar laikliği, taşınması zor bir yük olarak gören bir iktidara şahit olmamıştı. Örneğin ezanın tekrar Arapçaya döndürülmesi bizi çok tedirgin etmişti diyebilirim.
Tabii şurayı atlamak istemem. Demokrat Parti'nin 6-7 Eylül olayları karşısındaki sahtekâr ve riyakâr, bu olayda devletin oynadığı rolü örtbas etmeye çalışan tavrı bardağı taşıran son damla oldu. Gençliğin muhalif tavrına karşı olan sert müdahaleler de kolay kolay affedilebilir şeyler değildi. O dönemde CHP, zımnen de olsa bir askerî müdahale ihtimalini bir kenarda tutuyordu.
CHP döneminde yıpratılmaya başlanan köy enstitülerinin kapanması da büyük bir kırılma noktasıydı. Her ne kadar halktan yana bir söylemle geldiyse de Demokrat Parti’nin köy enstitülerini hızla ortadan kaldırması kısmen de olsa, köylüyü toprak ağaları karşısında yalnız bırakmak içindi. Ayrıca bu enstitülerin kapatılması, oradan yetişen bölgenin öğretmenlerini de ağalar karşısında zayıf konuma itmişti. Böyle bir ortamda 27 Mayıs sürecine girildi.
O dönemin genç subayları hakkında şunu söyleyebilirim ki kapasiteleri çok fazla olmayan fakat reform ve Türkiye'nin kalkınmasını isteyen, iyi kötü bir eşitlik duygusu taşıyan, köylüyü sevmeye çalışan, onlarla ortak bir kültür normu edinmek için çabalayan ve Batı kültür hayatına da açık olan kişilerdi.
Bu bakımdan 27 Mayıs'a yaklaşırken dönemin eski tüfekleriyle ve sol çevrelerle yakınlık kurmuş birisi olarak, o çevrede de reformla simgelenen sosyalizmin iklimini yansıtan yaklaşımların paylaşıldığını söyleyebilirim. Eski tüfeklerin hemen hemen hepsi 27 Mayıs'a yandaşlardı. Hikmet Kıvılcımlı'nın Vatan Partisi buna bir örnektir. Kimse askerî vesayetten endişe etmedi o dönem.
Fakat Türkeş'in başını çektiği 14'ler için bu endişe o zaman da vardı sanıyorum?
Tabii, ona karşı bir endişe en başından beri vardı. 1962'de Mehmet Ali Aybar'ın İşçi Partisi'nin başkanlığına getirilmesinden sonra eski tüfeklerle yakın ama ayarlı ilişkiler kurulmaya çalışıldı. Fazla yakın bir ilişki TİP’in kapatılmasına sebep olabilirdi. O dönemde benim tanıdığım ve çok saygı duyduğum eski komünist siyasetçilerimizden Müntekim Ökmen bana "bu askerden hayır gelmez" minvalinde bir uyarı yapmıştı. Bunu hatırlıyorum.
27 Mayıs'ın devrimden darbeye dönüşümüne gün gün şehadet ettiniz. Sol kimliğiniz, hâlâ devrimlerin toplumu hür kılan süreçler olduğunu düşünüyor mu? Yoksa bugün reformizme mi daha yakın hissediyorsunuz? Çünkü Kuruçeşme Toplantıları içerisinde de yer almıştınız ve bu, sürecin temel ayrım noktalarından birisi olarak öne de çıkmıştı. Demokrasiye dışarıdan bir müdahale, hiç gerçekleşmemesinden daha mı iyi bir seçenektir?
Hani şöyle eski bir söz vardır ya: “İnsan gençliğinde komünist, orta yaşta iken sosyalist ve ihtiyarlığında reformisttir.” Bu bir oranda doğruyu yansıtıyor diyebilirim. Ama ben şunu söyleyeyim, dünya devrimlerini heyecanla izlememe ve bunun infantil heyecanını duymama rağmen hiçbir devrimin tahayyülündeki toplumsal değişimi başarabildiğine şahit olmadım. Ama ne 27 Mayıs'ta ne de 1960 sonu 70 başı silahlı sol mücadele döneminde Kışlık Saray'a yapılan Bolşevik akınına benzeyecek bir Çankaya akınına ihtimal vermedim. Yani şunu da itiraf edeyim ki, Türkiye'de en başından beri halk ayaklanması ile zuhur edecek bir devrime ihtimal vermedim. Devrimci çevrelerle beraber işbirliği halinde olduğumuz dönemde dahi içimden "bu olacak iş değil" diyordum. Belki de çocukluğumdan beri köylüyü daha iyi tanıdığımdan dolayı böyle düşündüm. Bizim toplumumuzda bu derecede gözü kararmış bir toplumsal harekete imkân verecek bir yapıya tanık olmuş da değilim. Evet, geçmişimize baktığımızda Anadolu'da da bugün açıklamakta zorluk çekeceğimiz büyüklükte ve kapsayıcı halk hareketleri de olmuştur ama 1923 sonrasındaki konjonktürde buna imkân ve alan bırakılmadı diye düşünüyorum. Yani mesela İstiklal Savaşı'nın da öyle büyük halk desteğiyle gerçekleştiğini düşünmüyorum. Elbette yer yer halk işgal güçlerine karşı çıkmış ve bir derecede mukavemet göstermiştir fakat buradaki temel motiflerden birinin, tehcir ve daha korkunç yollarla başka topluluklardan elde edilmiş varlıkları kaybetme korkusu olduğunu düşünüyorum. Yine de, elbette, vatan savunması arzusunu da göz ardı edemeyiz.
Sivas Kampı özelinde 27 Mayıs'ın bir diğer yüzünü görebiliyoruz. Hayatınız boyunca muhalif kimliğinizi sakınmamış birisi olarak "konforlu muhalefetin" bugünün Sivas Kamplarına göz yumması hakkında ne düşünüyorsunuz?
27 Mayıs Darbesi’yle birlikte Kürtlerin önde gelen kişilerinin enterne edildiği Sivas Kampı, bizi ilk şaşkına çeviren ve askerî harekete karşı güvensizlik duymamıza sebep olan olaylardan birisiydi.
Bugün de devlet bütün kurumlarıyla Kürtlere ve hele ki Kürtlerin ileri gelenlerine yönelik ayrımcı, dışlayıcı ve hatta tecrit edici uygulamaları sürdürüyor. Şu an cezaevlerinde binlerce Kürt siyasetçisi olduğunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca bugünden yarına bir iktidar değişikliği de beklemiyorum. Bu tek adam iktidarının daha da derinleşerek devam edeceğinin endişesini taşıyorum. Bundan kurtuluşun da ancak eğer gerçekleşecekse -ki o kadar da kötümser değilim, ilelebet böyle gitmeyecektir- muhalefette bir zihniyet dönüşümü olursa gerçekleşeceğini düşünüyorum. Buna dair ufak da olsa işaretler yok değil. CHP, bugün yürüttüğü siyasetlerle gösteriyor ki en azından Kürt kimliğinin tanınması konusunda epey mesafe katetmiştir. Kürt halkı da geçtiğimiz iki seçimde stratejik oy kullanma ferasetini gösterebilmiştir. Kürt siyasi hareketinden insanlar da eskiye nazaran daha uzlaşmacı ve eski milliyetçi çizgilerinden daha uzaklar.
Sizden okuyana kadar benim bildiğim "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyası, 1930'ların gergin ve ideolojik olarak keskin dünyasına hapsolmuş köhne bir hareketti. Ancak 27 Mayıs sonrasında bu hareketin yeniden canlandığına şahitlik etmişsiniz. Bu akıl alır gibi değil. Bugün de Z kuşağında buna benzer damarın canlandığını görüyoruz. Ne düşünüyorsunuz?
Doğru, 27 Mayıs sonrasında biz bile buna pek şaşırmadık. Kendi hesabıma doğup büyüdüğüm yerde de azınlıkların uğradığı kötü muamelelerle daha erken tanışmış olmama rağmen olayın büyüklüğünü daha sonra keşfetmiştim. Artık bu problemlerin neredeyse çözüldüğünü düşündüğüm zamanlarda çevremdeki azınlıklardan hâlâ birçok problemin ne kadar canlı olduğunu gösteren şeyler dinledim. Tabii Türkiye 6-7 Eylül'ü, 1915'i yaşamış bir ülke. Ben bu toplumsal yapının zor değiştiğine inanıyorum ama bugünlerde tüm yapısal kötümserliğime rağmen dinamik ve çabuk değişen bir toplum olduğumuza ve yaşadığımız tüm acı tecrübeleri atlatabileceğimize inanmak istiyorum. Bugün Türkiye'de en azından %30 civarı bir kitlenin, insanı tüm özellikleriyle ve olduğu gibi kabul eden sağduyulu bir anlayışı geliştirdiğini düşünüyorum.
27 Mayıs duruşmalarını canlı olarak seyretmişsiniz. Kaç defa gittiniz? Duruşmalarda Menderes'in çok ezgin şekilde, Bayar'ın ise mağrur bir eda ile yer aldığı söylenir. Bunu doğruluyor musunuz?
Evet, iki defa gittim. Maalesef bunun aynen doğru olduğunu söylemek durumundayım. Celal Bayar, o dönemki muhalifleri dahi etkileyen bir dirayet göstermişti. Bu, İttihatçı gelenekten gelmiş bir komitacı olması ile de açıklanabilir.
Sizce Tahkikat Komisyonu CHP'yi kapatacak mıydı? Çünkü 25 Mayıs 1960 tarihli raporda muğlak bir ifade vardır. O günün hissiyatı nasıldı, ben bu kapatma eylemini muhtemel görmüyorum.
Evet, size katılıyorum. Bence bu, tehditten öteye gitmeyecek bir şeydi. Demokrat Parti'nin yeniden tek partili bir hayata dönmesi olacak iş değildi.
Elbette bu bir spekülasyon olur ama böyle bir senaryoda çok kısa bir süre daha beklenseymiş iktidarın organik bir yolla değişmesi ile Türkiye'nin demokratik gelişiminin tamamlanabileceği görülüyor. Çünkü CHP'nin bir sonraki seçimi kazanacağı kamuoyundan da belliydi. Yani askerî müdahale o an için Türkiye'yi kurtarmış olsa bile gelecek altmış küsur yılı tıkamış olabilir mi? Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Doğru, buna katılırım. Ama ekonomi de çıkmaza girmişti, bunu başlarda gayet Amerikancı olan Menderes'in can havliyle Sovyet Rusya'ya dahi yakınlaşmaya çalışmasından da görebiliriz. Bu ve başka konjonktürel gelişmelere bağlı olarak darbe sürecine girildiğini ve darbenin ileriye dönük riskleri planlamadan, ayrıntılı bir plan çizilmeden gerçekleştiğini düşünüyorum.
Tabii olaya bütünüyle negatif bir yönden de bakmamak gerekir. 61 Anayasası’nın getirdiği demokratik özgürlükçü açılımlar da Türkiye tarihinde bir ilk olmuştu. Bu anayasayla Türkiye, çok kısa bir sürede evrensel standartları yakalamıştı. Askerlerin anayasayı hukukçu hocalarımıza hazırlatmaları mühim bir noktaydı. Kurumsallaşma açısından, hele ki geniş sendikal haklar bakımından bu anayasa çok önemli bir işlev gördü. Öte yandan aynı anayasayla ileriki dönemlerin askerî darbelerinin yolunu döşeyen Milli Güvenlik Kurulu adlı vesayet kurumu ortaya çıkmıştı.
Peki 28 Nisan 1960’da protestolar sırasında Sıddık Sami Onar'ın yerlerde sürüklendiğini bizzat gördünüz mü? O dönemde tekelleşmiş medyanın yarattığı fısıltı gazetesiyle aslında iktidara da zarar verdiğini düşünüyor musunuz?
Aynen gördüm tabii. O sıralarda üniversite bahçesindeydik. Yanımızdan bir jip birini sürükleyerek geçti. Sonradan öğrendim ki o Sıddık Sami imiş. Aynı günün akşamı Beyazıt kampüsünün bahçesinde etrafımız tellerler çevrilmiş, bizler yerlere çökmüşüz. Ardından cemselere bindirilip Davutpaşa kışlasına götürülmüştük. Bir yandansa aramızda Ankara’da öğrencilerin kıyma makinesinden geçirildiği söylentileri dolaşsa da yol boyu marşlar söyledik.
Bir de Kadir Mısıroğlu'nun "yargılanışını" görmüşsünüz, böyle bir anınız vardı sanırım?
Evet, bu Beyazıt'ta bizim hukuk fakültesinin merkez binasının kantininde yaşandı. Uzun yıllar boyunca öğrenci hareketlerinin mayalandığı bir noktadır orası. Kadir Mısıroğlu orada yuvarlak bir masaya getirildi. Bizim hukukçu arkadaşlardan birisi savcı rolündeydi. Sorular soruldu, cevaplar alındı. Bu, bir halk mahkemesini andıran bir tabloydu. Mısıroğlu'nun korkup sinmediğini ve oldukça cesur davrandığını ve çıkarken tartaklanmış olmasına rağmen "Bir gün döneceğim," dediğini anımsıyorum. O, sarsıcı bir şeydi.
Mahkeme sürecinde davaların ciddiyetsizliği hep eleştirilmiştir, bunların 27 Mayıs'ın kimliğine zarar verdiğini düşünüyor musunuz ve sizce idamlar, Milli Birlik Komitesi üyelerinin o gün ters tarafından kalkmış olmalarının bir sonucu muydu yoksa toplumsal bir karşılığı var mıydı?
Tabii ki. Şu an bakınca yaşanan birçok şeyin akıl alır şeyler olmadığını düşünüyorum. Ama itiraf edeyim ki, o dönemki gençlik içinde bu davalardaki olayın trajik yanı bize pek ulaşmadı. İkinci soru önemli bir soru. Buna net bir cevap vermek güç fakat korkarım ki toplumsal bir karşılığı vardı. Menderes'in asılmasından memnun olan bir toplum kesimi de vardı diye düşünüyorum. Aksi takdirde buna kolay cesaret edemezlerdi. Toplumun hiç onaylamadığı bir adım attıklarını söyleyemeyeceğim. Bugün halen halka sorsanız idam cezasının varlığını destekleyenler Türkiye'de çoğunluk olabilir mi endişesini ben taşıyorum.