Gayrimedeniler Çatışması

Hakikaten medeniyetler çatışması mı? Hem bu tarafta hem diğer tarafta bu kurmacaya rağbet gösterilmesi, bilhassa savunulduğu iddiasında olunan medeniyetin gerçek durumunu unutma, ve vicdan rahatlığıyla heyecan ve coşku verici kimlik mülahazalarına kalkışma imkânı sağlamaktadır. Bu gülünç mağrurlar yarışmasında (civilization pride?), çeşitli hiçlik muhafızları asıl sorunu unutuyor: Bir harabenin başında nöbet tutmaktalar.

On iki yıl once yayımlanan Respectez la joie (“Neşeye saygı duyun”) başlıklı yazısında, Philippe Murray şöyle soruyordu: “Bütün olağanüstü, çoğu zaman da canavarımsı dönüşümleri içinde, olduğu haliyle görme çabası bile göstermediğimiz bir medeniyetin savunulması üzerine nasıl spekülasyon yapılır?” İslamcı düşmana, onun “Batı”dan nefretine karşı, “ifade özgürlüğü”, “mini etekler”, “çokpartililik”, “seks” ya da “domuzpastırması”nı değerlendirmekten başka neyimiz var? Fazla bir şey yok. Bu saydıklarım da bizzat yanıltıcı: “Tek sıkıntı,” diye yazıyor Murray, “bu sözcüklerin kapsadığı şeylerin, son yirmi-otuz yılda, artık hiçbir şeye işaret etmeyecek derecede değişmiş olmasıdır.” Tıpkı bir medeniyet ilerlemesi olarak (ki bizatihi karşı çıkılabilirdir) bayraklaştırılmış cinsel özgürlük gibi; oysa fiiliyatta git gide azalmaktadır: “Cinsiyetler-arası ticareti suçlaştırarak bunu yok etmeye ve baştan çıkarıcı ya da hafifmeşrep her girişimin üzerinde tecavüz zannının ağırlığını hissettirmeye bizzat Batı medeniyetinin giriştiği, fakat bu arada en büyük özgürlük taraftarlığının da bırakılmadığı, dolaysız bir biçimde kabul edilmelidir.”    

Batı kendi ayağına iki kurşun sıktı

Postmodern Batı, bireysel özgürlüklerin ve eleştirel düşüncenin Batı’sı olan modern Batı’nın hakkından gelmiştir. Modern Batı da bizatihi geleneksel Batı’nın; onun medeniyetinin, tarihinin ve Hıristiyanlığın yok edilmesinden doğmuştu. Postmodern Batı bir çifte cinayetin ürünüdür: Önce, içerdiği bütün geleneksel simgesel temsillerle birlikte, gerektirdiği ontolojinin bütün hiyerarşik tasarımıyla birlikte, ilahi hukuka dayalı krallığı öldürmüştür. Sonra da bireyin krallığını. Yaşlı bir liberal olan Murray, elbette bu ikinci cinayetten daha çok müteessir olmuştur: Gerçekten özgür birey –yani: özgür olmanın zihinsel olanaklarına malik olan birey– artık yoktur. Başkalarıyla birlikte Sorbonne’daki tüm yeni-Kantçı ekolün de, medeniyetimize özelliğini veren şeyin, bir tarafta ortaçağ “barbarlığı”nın, diğer tarafta da grubun ve Site’nin bireyden daha önemli olduğu bir dünyaya hâlâ hapsolan diğer medeniyetlerdeki “gecikme”nin aksine, birey saygısı olduğunu tekrarlama yarışına girmelerini engellememektedir bu. Oysa gerçek acıdır ve böbürlenecek bir şey yoktur: Medeniyetimiz, eski dünyadan onca zorlukla koparılmış olan, gerçekten özgür bireyi öldürmüştür sonunda.

Tuhaf bir paradoks sonucu, tam da özgürleştirmek isterken köleleştirmişizdir bireyi. Nitekim, bireyin siyasal ve zihinsel özgürlüğünün, onun bütün toplumsal belirlenmelerden; bütün ailevi, kültürel, dinsel, zihinsel kökleşmelerden koparılmasını gerektirdiği minvalli ilerlemeci tezi benimsemişizdir. Etkin olması için “çocukları aile ortamlarından alabilecek; akrabalık bağlarını, yerel ve bölgesel gelenekleri, bir yerde kök salmanın bütün biçimlerini zayıflatabilecek bir eğitim programını ya da bir toplumsal süreci (ya da ikisini birden) önceden gerektiren” özgürlüğe, sadece köksüzler erişebilirdi. Burada Christopher Lasch tarafından özetlenen o eski tez (Kitle kültürü mü halk kültürü mü?) hâlâ geçerli: Milli Eğitim eski bakanı Vincent Peillon, “öğrenciyi bütün ailevi, etnik, sosyal ve zihinsel belirleyiciliklerin elinden çekip almak” istendiğini böyle ilan etmiştir.

Halbuki inşa etmiş olduğumuz piyasa toplumunun gerçekliği bunun tersini söylemektedir. Lasch’ın dikkat çektiği gibi, “mahremiyeti yok eden; eleştirel ruhu yıldıran ve bireyleri –ihtiyaçlarını tatmin ettiği varsayılan– tüketime bağımlılaştıran; hayalgücü ve zekâ üzerinde ağırlık eden eski dayatmaların ortadan kaldırılma imkânlarıyla şöyle bir ucunu görmüş olduğumuz özgürleşme imkânlarını yıkan bir kitle piyasası gelişmektedir”.

Fransa’da İslam vakası

O zaman sorunlu mahallelerde yan yana tespit edilen genel okumaz-yazmazlık ve sıradanlaşmış şiddet olgularının nesine şaşıralım? Yabancı işçilerin ikili köksüzleşmesinin etkilerinin nesine şaşıralım? Topraklarından koparılmış (ya da kendileri kopmuş), kültürlerini bırakmış, dillerini unutmuş ve çocuklarına artık aktaracak hiçbir şeyi kalmayan kimselerdir bunlar. Köksüzleşme yoluyla özgürlük tecrübesinin kusursuz kobayları, bir Peillon’un sayıklayan ideolojisinin ideal özneleri olan bu çocuklar, insan-sonrasının ilk numuneleridir. 

Kökleri yoktur ve kısa zamanda, cumhuriyet okulundan geçtikten sonra, bilgileri ve yeni memleketleriyle bağları da olmamaktadır. Kendi kendini sabote eden bir medeniyette kök salabilme olanağı da onlara tanınmaksızın kökenlerinden kesilip atılmış olduklarından, post-modernlik ideologlarının hayalledikleri bağlantısız ve göndermesiz/referanssız yeni-insanı en yüksek derecede cisimleştirirler. Dolayısıyla banliyölerdeki köksüzleşmişler, Fransa’ya yabancı sıfatıyla sorun çıkarmazlar; yeni Fransa’nın, kendini inkâr eden Fransa’nın kusursuz ürünleridir.

Etkileri kaotik olan bu herşeye-sıfırdan-başlama hükümdarlığı, en bilinçli bireylerde muayyen bir rahatsızlığa yol açmıyor da değildir. İstediğiniz kadar köksüzleştirin, gerçeklik kalır: Kök salmak insanlığın temel bir ihtiyacıdır. Oraya daima dönülür, şu veya bu şekilde. “Köksüzleşme herşeyi yok eder, kök ihtiyacı dışında,” diye yazıyor Lasch. Aslında itaatkârca tüketmenin küreselleşmiş hali olan ve “Batılı” diye adlandırılan “yaşam tarzı”na bir alternatif arayışıyla açıklanabilir bir tekrar-kök-salma süreci olan tekrar-islamileşme olgusu da buradan gelmektedir.

Yaygın medya dilinde, tekrar islamileşmiş ya da selefileşmiş Arap çocuklarının başlarına en çok kakılan şeyin, tasarladıkları ya da kalkıştıkları saldırılardan da fazla, “Batılı yaşam tarzını reddetmeleri” olduğunu saptamak da ayrıca eğlencelidir. İğrenç! Bundan daha korkunç bir küfür hayal edilebilir mi? “Ezber düşünceli nasıl olunur?” diye soruyor Murray. Her ne kadar ahı gitmiş vahı kalmış olsa da bu harikulade demokratik şenlik âleminde kusur bulmak için çocuk (tercihen Yahudi) katili tiksinç bir İslamcı mı olmak lâzımdır yani?

Eski Batılı modellerin çöküşü karşısında, bizim ürettiğimiz köksüzler tekrar kök salmaya uğraşmaktadır. Bazılarının kendilerine geleneksel ve anlamlı görünen bir model gibi İslam’a doğru dönmeleri, kültürel köksüzleşmenin modernizmine bir tepki gibi anlaşılmalıdır. “Batılı yaşam tarzı”na her alternatif barbarca bir gerileme gibi sunulduğu ölçüde, tekrar-islamileşmenin radikalliği, onun bilhassa Selefilik –ama sadece Selefilik değil– anlamında gerçekleşmesi olgusu kaçınılmaz görünmektedir: Yeni-Batı kendisinden kaçılmasına olanak tanır, ama muhaliflerine hazırladığı çıkmazlara düşülmesi şartıyla.

İslam medeniyetindeki irtifa kaybı

Tekrar İslamileşmedeki radikalleşmenin bir başka nedeni daha vardır. İslam’ın medeniyet olarak düşüşüne bağlıdır. Tıpkı Batı gibi, onun peşinden ve onun nüfuzu altında, genel olarak Doğu, özel olarak da İslam, modernliğin ve siyasal alt üst oluşların etkilerine maruz kalmaktadır.

Tarihsel ve siyasal olarak bu önce kendi ağırlığı altında ezilen Osmanlı hilafeti üzerindeki Batı baskısıyla yapılmıştır. Müslüman-Arap dünyasının Aydınlamacılar’la 1798’den itibaren, Napolyon’un Mısır Seferi sırasında temasa geçtiğini unutmayalım. Fransa, devrimini yapar yapmaz, göz korkutucu bir teknik üstünlükle bunun ilkelerini ihraç etmeye kalkışmıştı. Britanyalılar, ama daha ufak bir ölçekte Fransızlar da, bunun peşinden durmadan milliyetçiliklerin temayüzünü yüreklendirdiler, Arap halklarında Türk hâkimiyetine karşı başkaldırı arzusu uyandırdılar: Modernliğin dilini kullanıp milliyetçilikleri öne sürerek, bu şekilde düşünülmeyen bir sorunu ortaya koydular. Daha sonra, bu sefer de Amerikalılar İslamcılık’tan yararlandı. Bu etkenlere, Vahhabiliğin (ki o da başından beri İngilizler’den destek almıştır) hizmetine koşulan petrol vanasının ortaya çıkışını ve İran İslam devrimini eklemek gerekir: Elbette yabancı müdahalelerin etkisi olmuştu, ama Sanayi Devrimi trenini kaçırmış olup Batılı güçler tarafından geride bırakılan Osmanlı İmparatorluğu’nda muayyen bir soluklanma ihtiyacı da vardı.

Güçlü toplumsal yapıların yokluğundan, kısa sürede bizzat geleneksel İslami düşünce çöktü. Batılı güçlere karşı, Müslümanlar iki zıt biçimde tepki gösterdiler. Eşsiz tarihçi Arnold Toynbee bunları “zelotizm” (kendini uyarlamanın reddi) ve “herodyanizm” (taklikçilik) diye nitelemişti. Müslümanlar’ın Batı hâkimiyetine tepkileriyle Yahudiler’in Roma İmparatorluğu’na tepkileri arasında bir benzerlik kuran Toynbee, yabancıdan gelen her alt üst oluşun, tarihsel olarak bir yandan içe-kapanmaya, diğer yandan da yeni efendilere tam bir biat ve boyun eğişe yol açtığını açıklar. Ama her iki durumda da, geleneksel alandan çıkılır: Zelodyenler de Herodyenler de geleneksel İslami düşünceyi temsil etme iddiasında bulunamazlar. Karşılıklı İslam kavrayışları, belirlenmiş tarihsel koşullara bağlıdır ve kendinden emin bir medeniyetin huzur içinde düşünerek bulduklarının sonucu değildir artık.

Çağdaş İslamcılığın çok sayıda tezahürü, bir tepki İslamı’nın çok sayıda çeşididir. Aslında dünyanın —post-modern anlamda— batılılaşması olan küreselleşme ve onun sonuçlarıyla yan yana yürüdüğünde, bu tepki sonunda, Olivier Roy’nın çalışmalarında harikulade bir biçimde tahlil ettiği, yeni-toplumlara uyarlanmış bir kitle İslamı üretmiştir. Küreselleşen İslam’da, yeni İslam’ın ne anlamda köksüzleşmişlere yönelik köksüz bir İslam olduğunu ve tekrar-islamileşmenin ne anlamda bir kültürsüzleşme sürecinin, yani batılılaşmanın bir biçimi lehine kökendeki kültürlerin silinmesi sürecinin parçası olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sözde “medeniyetler çatışması”nın durumun kusurlu bir tahlilinden ileri geldiği açıkça görülür. Medeniyetler çatışması yoktur, zira birbiriyle çatışabilecek medeniyetler kalmamıştır; bütün medeniyetler, küreselleşmiş ve tekbiçimlileşmiş bir “kültür”ün lehine biçimde ortadan kaybolmuşlardır; bu “kültür”ün çeşitli unsurlarının birbirinden ayırt edilebilmesi ise, ancak hafif ve zararsız renk farklılıklarıyla mümkün olmaktadır. Dolayısıyla gördüğümüz durum, daha ziyade bir gayri-medeniler çatışmasıdır, bir köksüzleşmişler çatışmasıdır.

 

Fransızcadan Çeviren: Haldun BAYRI

Özgün metin için bkz. http://philitt.fr/2014/11/20/le-choc-des-non-civilisations/