İnsan onun kaleminde doğanın bir parçasıydı. Uğuldayan rüzgarın, başı karlı dağların, bulutsuz gökyüzünün, efsaneleri taşıyan denizin, güneş altında kızışmış kayaların, o kayalardan başını kaldıran, kıvrıla kıvrıla ilerleyen parlak derili yılanların... Şahmeran'ın... Anadolu köylüsü dedemin, bir apartman içinde bir göz odasında uyanıp da, sabah saatlerce rüyasında dağlarda tek tek hangi otu topladığı anlatabilen nenemin dilinden...Yine de bunun ötesinde çocukluğumun geçtiği coğrafyadan tanış olmadığım başka bir dil de vardı romanlarında. Bakırın tadını, Çukurova'nın sıcağını, dağlara yaylara hasret ovada ölüp giden Türkmen gelinlerini, öcü alınmazsa hortlayan babaları, malına çökülen Ermeni'yi... ve eşkıyayı...kah yiğit, kah kahpe... ve göçebenin, köylünün dilinden zalim Osmanlı'yı..ve sonra kasketli şalvarlı köylülerin giremediği Ankara'yı hep Yaşar Kemal'den öğrendim. Devletin ve doğanın insana hep daha zalim davrandığı coğrafyanın dili... Ne acayip ki o dil, o kültür, o geçmiş...Türkçe'nin en büyük yazarı, ozanı olarak içinden bir Kürt çocuğunu, Yaşar Kemal'i çıkardı. 4,5 yaşında yetim, bir gözü kör, çocukluğunda yaşadığı dehşetten kekeme Yaşar Kemal... Bir o kadar dehşeti de hapishanelerde yaşattığımız Yaşar Kemal.. Balçıkla sıvanamayan bir yeteneğin insanı, elinin, tek gözünün emeğiyle efsane olan Yaşar Kemal...nur içinde yatasın, çocukluğunun masallarına karışasın.