Tarihsel paradigmalar kaçınılmaz bir şekilde siyasi gelişmelerden etkilenir. Örneğin Fransız İhtilali tarihçisi William Doyle, 1917 Bolşevik İhtilali gibi değişik olayların, yirminci asır sırasında Fransız İhtilali’nin yorumlanmasında ciddi etkilerinin olduğunu söyler. Doyle’un verdiği örneklerden biri, 1950’lerde Batılı tarihçilerin, ihtilali “ilerici” gören klasik anlayışa sert biçimde karşı çıkan anti-Marksist yorumlarında, Soğuk Savaş sırasındaki Sovyet tehdidinin doğurduğu Rus karşıtlığının etkisinin görülmesidir.[2]
Türkiye’ye dönecek olursak, AK Parti iktidarının son on yılında (özellikle 2013 Gezi Protestoları’ndan itibaren) gittikçe otoriterleşmesi ve siyasi liberalizmden, dış politikaya, basın özgürlüğünden, kadın haklarına kadar birçok konuda belirgin bir geriye gidişe sebep olması, 2000’lerin başından beri kabul edilen, muhafazakârların (ya da İslamcı/mütedeyyin grubun) Kemalist statükoya karşı bayrak açıp, yanına Kürtleri de alarak Türkiye'yi demokratikleştireceği varsayımlarının ciddi biçimde sorgulanmasına yol açtı. 2022 yazında İletişim'den çıkan ve İlker Aytürk ve Berk Esen'in derlediği Post-Post-Kemalizm kitabı, bu sorgulamayı son derece kapsamlı bir şekilde yapan bir çalışma (ve son olacak gibi gözükmüyor).
Post-post-Kemalizm'e geçmeden evvel, post-Kemalizm'i basitçe tanımlamakta yarar var. Kitapta üç yazısı olan Aytürk’ün tanımlamasına göre post-Kemalizm, “Türkiye'nin demokratikleşememe problemine konulmuş bir teşhis ve önerilen tedavi yönteminden oluşan bir düşünce paketi” (s. 8). Post-Kemalist anlayışa göre, demokratik temeller üzerine kurulmayan “yanlış cumhuriyet”in artık demokratikleşmesi gerekiyordu, bunu da yapacak olanlar modernleşme projesinin dışında bırakılan Kürtler ve muhafazakârlar (yani beyaz Türk olmayanlar). Post-Kemalizm, Şerif Mardin'in merkez-çevre kuramından, 1980'lerden sonra yükselen post-modernizm, post-kolonyalizm gibi akımlardan da yararlanıp, ötekileştirilen kimliklerin ortaya çıkması, çevreden merkeze yürümeleri ile Türkiye'nin demokratikleşeceğini öngören bir okuma sundu.
Post-post-Kemalizm ifadesi, post-Kemalizm'e gerek bir siyasi tepki, gerekse artık akademik çalışmalarda Kemalizm’e getirilen bu eleştirilerin terk edilip başka tartışmalara yönelinmesi gerektiğine dair bir çağrı. Aytürk ve Esen, “2002’den sonra devlet gücüyle de desteklendi”ği tespitini yaptıkları post-Kemalist paradigmada artık yolun sonuna gelindiğini söylerken (s. 12), kitaptaki yazarların paradigmayı aşmak için önerdikleri reçetelerden bazıları karşılaştırmalı çalışmalar yapılması, Kemalizm ve CHP başta olmak üzere birtakım kavramlara özcü yaklaşılmaması, ve günümüzün siyasi meselelerini anlamakta, tek-parti döneminden ziyade soğuk savaş dönemine odaklanılması.
Post-Post-Kemalizm kitabı, kadın çalışmalarından liberalizm tartışmalarına, askeri vesayet eleştirisinden dış politikaya, kültürden siyasi partilere kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan değişik alanların önde gelen isimleri tarafından yazılmış, post-Kemalizm paradigmasını eleştiren her biri 20-50 sayfalık on yazıdan oluşmakta. Post-Kemalizm’e yapılan eleştiriler genellikle CHP, ideoloji, kültür, vesayet vb. konulardaki toptancılık, indirgemecilik eleştirileri olarak adlandırılabilir. Ersin Kalaycıoğlu ve İlker Aytürk, Kemalist ideolojiye, Tanıl Bora Kemalist kültüre atfedilen aşırı öneme karşı çıkarken, Berk Esen ve Şebnem Yardımcı-Geyikçi Kemalizm’in vesayetçilik ile özdeş tutulmasını ve CHP’ye yapıştırılan darbeci/vesayetçi/Kürt karşıtı/İslam karşıtı yaftalamalarını eleştiriyor. Sencer Ayata, Yüksel Taşkın, İlhan Uzgel ve Zana Çitak'ın ortak eleştiri konusu liberaller. Liberallerin İslamcılarla girdiği ittifakı sorgulayan bu isimler, liberallerin aslında pek tanımadıkları, geçmişlerini bilmedikleri İslamcılara açık çek vermiş olmaları ve demokrasinin onlardan geleceğini ummuş olmalarını eleştirmekte.
Kitaba yapacağım temel eleştirilere geçmeden önce, post-post-Kemalist yazarların bu kitap vasıtasıyla dikkatimize sunduğu önemli noktaları belirtmek istiyorum. Bunların başında CHP'nin konumu, merkez-çevre vb. analizler, ve bir asırdır sürdüğü iddia edilen vesayetçi/darbeci aktörlerin karşısında konumlanan demokratik aktörler bulunmakta. Kitaba katkı sunanlar, post-Kemalist paradigmayı eleştirirken, artık ana akım haline gelen ve pek sorgulanmayan şu temel anlatıya haklı olarak karşı çıkmaktadır: Post-Kemalist anlatıya göre CHP vesayeti, AK Parti ve öncesindeki muhafazakâr partiler demokrasiyi temsil etmektedir. Fakat, bu anlatıya göre, yapısı gereği darbeci/vesayetçi, ve halka uzak olan “CHP zihniyetinin” değişmesi mümkün değildir. Tek-parti döneminden, hatta İttihatçılıktan günümüze kadar CHP, ve dolayısıyla da devletin şekli böyle süregelmiştir. Bunu akademik bağlama oturtmak isteyen post-Kemalist yazarlar, Şerif Mardin'in 1973 yılında yazdığı meşhur makalesinden hareketle, CHP'yi merkezle, AK Parti’yi ve ondan evvel gelen sağ partileri ise çevreyle özdeşleştirir. Fakat CHP merkezin tek öğesi değildir; bürokrasiden, ordu ve yargıdan destek alarak vesayetin ve statükonun temsilciliği yapmaktadır. Yani, CHP doğası gereği vesayetçi ve anti-demokratiktir. Muhafazakârlar (ve onların güncel temsilcileri olan AK Parti) ise memleketin gerçek sahipleridir ve halkı temsil etmektedir. Onların çevreden merkeze yürümesi ile anti-demokratik olarak kurulan cumhuriyetin demokratikleşme sürecinin başlayacağını savunmuştur post-Kemalistler.
Post-post-Kemalist yazarlar, son derece makul argümanlarla bu büyük anlatıya karşı çıkmaktadır: Siyasi partiler monolitik yapılar değildir; zamanla değişim ve dönüşüm geçirirler (s. 441). Bu bağlamda CHP de cumhuriyet tarihi boyunca birçok dönüşüm geçirmiş, 1970'lerde Ecevit önderliğinde “Ortanın Solu” açılımı ve İslamcı MSP ile koalisyon yapmaktan (s. 271), 1990'larda Kürtler ile ittifak yapıp meclise girmelerini sağlayan Erdal İnönü'nün SODEP ve SHP tecrübelerine kadar değişik kimliklere bürünmüştür (s. 449-52). Dahası, CHP'nin vesayetin temsilcisi olarak ordu ile ilişkilendirilmesi de sorunludur, zira bu yaklaşım, Adalet Partisi ve ANAP gibi merkez-sağ partilerin ordu ile iyi ilişki kurmalarını göz ardı etmektedir (s. 442 ve 450-51).
CHP'nin post-Kemalist yazında vesayetçi, darbe destekçisi ve halka uzak olarak resmedilmesinin tamamlayıcısı, onun karşısındaki AK Parti (veya genel anlamda İslamcı kökenli muhafazakâr hareketlerin) demokrat olarak konumlandırılmasıdır. Post-post-Kemalist yazarlar buna da haklı olarak karşı çıkmaktadır. Bu noktada, AK Parti ve çevresini ötekileştirilmiş kimlikler olarak gören liberallere eleştiri getiren Sencer Ayata, haklı olarak, ötekileştirilmenin kimseyi doğrudan demokrat yapmayacağını belirtir ve liberallerin bunu göremeyip AK Parti ve muhafazakar cenaha açık çek verdiği tespitini yapar (s. 255). Kemalizm’i, vesayetçilik veya otoriterliği tanımlamak için bir çatı terim olarak kullanmak da, post-post-Kemalistler’in haklı olarak belirttiği üzere, sorunludur. Bu bağlamda, Aytürk her şeyin arkasında Kemalist ideoloji aramanın doğru olmadığını söylerken (s. 236); Çıtak, AK Parti'nin özgürlükten İslamcılığa kaydıkça Kemalistleştiği analizini, “Her yol Roma’ya/Kemalizm'e çıkar” ironisiyle eleştirmektedir. (s. 329-30). Buna belki, kimi liberallerin her türlü baskı rejiminin arkasında İttihatçılık aramasını da ekleyebiliriz.
Post-Kemalist yazında çok sık geçen merkez-çevre analizi de kitaptaki yazarlarca eleştiriye tâbi tutulmaktadır. Yardımcı-Geyikçi ve Esen, Şerif Mardin'in analizinin eski olduğunu ve ampirik veriye dayanmadığını belirtirken (bu eleştiri elbette sorgulanabilir), kitaptaki yazarların çoğu merkez-çevre analizinin suistimal edildiği konusunda hemfikir (s. 260, 442 vd.), ki bu konudaki yüzde yüz haklılıkları, son yıllarda ana akım kanallara çıkan Erdoğan yanlısı “uzman”ların, sokak hareketlerinden seçimlere, finansal krizden basın özgürlüğüne kadar, iktidara gelen her türlü eleştiriyi “AK Parti otoriterleşmiyor, merkezdeki elitler ayrıcalığını kaybederken çevre yükselişe geçiyor” şeklinde defetmelerinden anlaşılabilir.
Post-Post-Kemalizm kitabına getirilebilecek önemli bir eleştiri, kitaptaki bazı yazarların, bir yandan post-Kemalist yazında sıkça karşımıza çıkan tek-parti eleştirisine dair argümanlara cevap verirken, aslında bir yandan da tek-parti dönemine dair Kemalist anlatıyı meşrulaştırıyor olmasıdır. Bu konu önemli olduğu için üzerinde durmak gerektiği kanısındayım. Örneğin Sencer Ayata, “Ortaçağ kurumlarının dayattığı cemaat baskısı”ndan (s. 265) söz edip, cumhuriyet reformlarının etkisinin demokrasinin gelişmesi olduğunu öne sürmektedir (s. 265-69). Ayata'ya göre evrensel oy hakkı ve muntazam aralıklarla yapılan seçimler, demokrasi kültürünün yerleşmesini sağlamıştır. Ayrıca müstakil grubun varlığı ve CHP içindeki değişik görüşten insanlar, çok sesli bir yapının kanıtıdır (s. 265-66). Ayata buna ek olarak, o dönemdeki Avrupa rejimlerinin de otoriter olduğunu, ve yirmi birinci asrın ileri demokrasileriyle tek-partinin değerlendirilemeyeceğini öne sürer (s. 265-67). Kitapta benzer görüşleri seslendiren başka yazarlar da bulunmakta.
Bazı liberal ve İslamcı yazarların/tarihçilerin yaptığı gibi bir Osmanlı güzellemesine düşmeden, “dönemin koşulları gereği tek parti” argümanının göründüğü kadar basit olmadığını ve sorgulanması gerektiğini belirtmek isterim. 1923 ve sonrasındaki gelişmeler –yani Mustafa Kemal’in muhaliflerinin ikinci meclis listelerinde yer almaması, Cumhuriyet’in ilanının oldu-bittiye getirilmesi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması, basının susturulması, 1926 İzmir suikastı sonrası eski İttihatçıların temizlenmesi, 1927’de CHP tüzüğünde yapılan değişiklikle vekillleri bizzat Mustafa Kemal’in seçmesi, 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması, ve nihayet 1931’de anayasaya, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir tek-parti yönetimi olduğunun eklenmesi– Sencer Ayata’nın ve kitaptaki başka yazarların iddia ettiğinin aksine, tek-parti dönemi gelişmelerinin demokrasiyi hazırlama değil, engellemeye hizmet ettiğini açık şekilde göstermektedir.
Bu noktada Esen, Kemalist anlatıda çok sık geçen bir argümanı tekrarlayıp, post-Kemalist yazarların analizleri için “o dönemki sosyo-ekonomik koşullar ve siyasi faktörler göz ardı edilerek ve uluslar arası bağlamından kopartılarak yapılan anakronik analizler”dir (s. 357) demektedir. Bu yorumun bir yere kadar doğru olduğu elbette varsayılabilir. Ancak şu da var ki, 1945-50 arası dönemde, yani Demokrat Parti’nin kuruluş aşamasında mecliste yapılan tartışmalarda, serbest seçim isteyen ve rejimin dönüşmesi gerektiğini söyleyen vekiller, sık sık 1908 dönemine ve 1921 Teşkilat’ı Esasiye’ye referans vermiştir.[3] 1908 seçimleri –ki çok sesli basını ve Ermeni/Rum/Kürt dernekleri ve kadın hareketleriyle bu dönemin çoğulculuğu hatırlanmalıdır– Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i ilhak ettiği, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan ettiği, ve Girit’in imparatorluktan ayrılıp Yunanistan’la birleştiği bir dönemde yapılmıştır. 1921’de ise Milli Mücadele devam etmektedir. Son derece ağır iç ve dış koşulların olduğu bu ortamlarda yaşatılabilen göreli özgürlük ortamının 1925’te hayata geçirilemeyeceğini, Şeyh Sait isyanı karşısında Takrir-i Sükun ilan etmenin “koşullar gereği” zorunlu olduğunu öne sürmek anlamlı değildir.
Tek-parti dönemini, Kalaycıoğlu’nun “CHP'nin tek-parti uygulamasının olduğu koşullarda, dünyada demokrasiler bunalımdadır” (s. 91) diyerek meşrulaştırmak da sorunludur. Kemalist literatürde sıklıkla tekrarlanan bu argümanın bir an için doğru olduğu varsayılsa bile –ki o da sorgulanmalıdır– günümüz dünyasında geçmişe dair apolojilerin terk edildiği düşülürse, bu tür mazeretler ile geçmiş otoriterliği meşrulaştırmak problemlidir. Benzer şekilde, Duverger’in vesayetçi tek-parti analizini kullanarak, CHP’nin “koşullar gereği” otoriterliğe yöneldiği, nihai amacın demokrasi olduğu, ve koşullar uygun hale gelince demokrasiye geçildiğine dair teleolojik anlatı da tarihsel gerçeklerle uyuşmaz. 1945-50 arası meclis tartışmaları sırasında muhalif fırka kurulmasını talep edenlerin “vatana ihanet”le suçlandığı düşünürlürse, sürecin geri döndürülemez olmadığı ve CHP’nin gerek DP’nin varlığına, gerek 1950’deki serbest seçimlere istemeye istemeye razı olduğu anlaşılabilir.[4] Tek-partiyi meşrulaştırmaya yönelik argümanların bir çoğunun, zaten CHP’nin o dönemde kendini savunmak için ortaya koyduğu iddialar olduğu, ve muhalefetin hiç olmadığı bir ortamda kök salarak daha sonra da sorgulanmadan benimsendiği unutulmamalıdır.
Bitirirken, Post-Post-Kemalizm kitabının çok önemli bir amaca hizmet ettiğini belirtmek isterim. Kitabın giriş kısmında Aytürk ve Esen, haklı olarak post-Kemalizm’in “akademik paradigma olmaktan çıkıp siyaseten çok kullanışlı bir silaha, bir aydın ritüeline dönüştüğü”nü belirtip, “bir ortodoksi yerine başka bir ortodoksiyi koyduk” tespitini yapıyorlar (12). Tek-partiden, hatta İttihatçılık’tan günümüze düz bir çizgi çekip, siyasi partilerin/hareketlerin geçirdiği dönüşümleri göz ardı ederek “CHP zihniyeti”ni İttihatçı/Kemalist/darbeci/vesayetçi/ ilan edip, karşısındaki AK Parti’yi de sürekli merkez-çevre vb. analizlerle meşrulaştırmak ve her türlü otoriterliği “Kemalizm” diye açıklamak son yıllarda iyice yaygınlaşan bir tavır. Akademik tembelliğin siyasi art niyetle birleşmesi sonucu ortaya çıkan bu tür analizlerin acilen terk edilmesi gerekiyor. Bunu somut ve yanlışlanması zor örneklerle açıkladıkları için post-post-Kemalist yazarlara minnettarız. Ancak bu yapılırken, tarihsel gerçeklerle uyuşmayan “dönemin şartları” apolojisine sığınmamak, tek-parti meşrulaştırmasından da ivedilikle kaçınmak gerek.
Eleştirisinin eleştirisi elbette yeri geldiğinde elzemdir, ancak bunun bir rövanşist kısır döngüye yol açıp, yeniden türemekte olan neo-Kemalizm ve hatta neo-İttihatçılık değirmenlerine su taşımamasına gayret gösterilmelidir. Kitaptaki yazıların çoğunda son yıllardaki gelişmelerinin etkisi olduğu düşünülürse, post-post-Kemalizm tartışmaları revizyonizmden çıkıp rövanşizme dönüşme potansiyelini haizdir. Erdoğan rejimi’nin iyice otoriterleştiği bir ortamda ihtiyacımız olan paradigma rövanşizm değil, geçmiş otoriterliğin –kitabın yazarlarının haklıca önerdikleri üzere yeni yaklaşımlarla tek-parti dönemine ve onun öncesine ve ötesine götürülerek– günümüz otoriterliğine nasıl tesir etmiş olabileceğine odaklanmak olmalıdır.
[*] Yazının ilk taslağını okuyarak yaptıkları yorum ve eleştirilerle önemli katkılarda bulunan sevgili Alp Yenen, Güldeniz Kıbrıs, ve Kaya Akyıldız’a minnettarım.
[2] William Doyle, The French Revolution: A Very Short Introdcution (Oxford: Oxford University Press), s. 98-102.
[3] Bu konuda Cemil Koçak’ın 1945-50 arasını inceleyen altı ciltlik Türkiye’de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları isimli devasa eserine bakılabilir. Birkaç örnek için bkz. İkinci Parti (İstanbul: İletişim, 2010), s. 314-15; İktidar ve Demokratlar (İstanbul: İletişim, 2012) s. 194; Uzlaşma (İstanbul: İletişim, 2016) s. 477; ve CHP İktidarının Sonu (İstanbul: İletişim, 2017), s. 367.
[4] İkinci Parti, s. 433.