16 Nisan’dan bu yana sürmekte olan, küratörlüğünü Joanna Zielińska’nın üstlendiği “Hayvanların Yaşamı” sergisi kapsamında, Dr. Mine Yıldırım tarafından hazırlanan “İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri” başlıklı arşiv ve araştırma sergisi 10 Ağustos 2025’e kadar Salt Beyoğlu’nda görülebilir.
- Serginizde, kendi ifadenizle “1910 Hayırsızada Vakası’ndan günümüze, beş bölüm halinde, Cumhuriyet tarihimiz boyunca İstanbul’da sokak köpeklerinin yaşamını etkileyen köpeksizleştirme adını verdiğiniz siyaset doğrultusunda, şiddet ve ihtimam ilişkilerinin seyrini” irdeliyorsunuz. Köpeksizleştirme siyaseti Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşme süreçlerinde nasıl bir yer ve anlama sahip, gelişimini biraz açıklar mısınız?
- Köpeksizleştirme siyaseti, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan modernleşme tecrübesinin hem bir ürünü hem de kurucu dinamiklerinden biri olarak değerlendirilebilir. Bu siyaset, sokak köpeklerinin kent yaşamından sistematik biçimde uzaklaştırılmasını, yerinden edilmelerini, öldürülmelerini veya tecrit edilmelerini kapsayan çok boyutlu bir tahakküm rejimi üretmiştir. 1910 yılında 80 binden fazla sokak köpeğinin İstanbul’un en uzak ve küçük adası Sivriada’ya tehcirle ölüme terk edilmesini ifade eden Hayırsızada Vâkâsı, bu sürecin başlangıç noktası ve sembolik kırılması olarak düşünülebilir. Bu olay, yalnızca bir itlaf politikası değil; aynı zamanda İstanbul’un yüzyıllardır süregelen insan-köpek ilişkisini dönüştüren travmatik bir kırılmadır. Modern şehir tahayyülünde sokak köpeklerine yer olmadığını ilan eden bir eşik olarak işlev görmüştür.
Hayırsızada sonrasında köpekler yalnızca fiziksel olarak değil, sembolik ve duygusal düzeyde de kamusal yaşamdan dışlanmıştır. Kuduz ve kolera gibi salgın hastalıklar üzerinden inşa edilen korku iklimi, sokak köpeklerinin “tehlikeli” ve “sahipsiz” olarak sınıflandırılmasını ve kamusal mekânın dışında konumlandırılmalarını meşrulaştırmıştır. Bu süreçte, sahipli-sahipsiz ayrımı, yalnızca idari bir tanım değil; aynı zamanda hayvanların hangi yaşam biçimlerine dahil olabileceklerini belirleyen toplumsal bir kod halini almıştır. Hijyen, düzen ve modernlik söylemleriyle örülen bu dışlama siyaseti, şehrin temiz, öngörülebilir ve kontrol edilebilir bir alan olarak inşa edilmesini amaçlamıştır.
Cumhuriyet dönemiyle birlikte bu siyaset kurumsallaşmış; yerinden etme, kitlesel tehcir, peyderpey imha, barınaklarla tecrit ve çeper alanlara terk gibi uygulamalarla süreklilik kazanmıştır. Ötanazinin teknik ve tıbbi bir müdahale olarak tartışılması, barınakların inşa edilmesi ve yaşam hakkına dair kararların belediyeler eliyle verilmesi, köpeksizleştirmenin yalnızca fiziki değil, yönetsel ve hukuki bir rejime dönüştüğünü göstermektedir. Bu pratiklerin her biri, insan-hayvan ilişkisini, kamusal alanın sınırlarını ve toplumsal belleği yeniden şekillendirmiştir.
Sergide geliştirdiğim bölümlendirme, bu tarihsel sürecin farklı evrelerine işaret ediyor. Bu evrelerin her biri, hayvanlara yönelik şiddet biçimlerinin yanı sıra, bu şiddete karşı gelişen ihtimam ve dayanışma pratiklerini de görünür kılmayı amaçlıyor. Serginin son bölümü olan “Bugün: Kanunun Kapısında”, 2024 yılında hayvanların kamusal yaşamını sonlandırmaya yönelik yasa girişimiyle birlikte, yasal güvencelerin geri çekilme tehlikesini de ortaya koyuyor. Bu bölümde yer alan tek fotoğraf, Zarife adlı bir sokak köpeğinin barınakta ölüm sırasından kurtarılma anını belgeliyor. O fotoğrafta uzanan ellerin işaret ettiği gösterdiği gibi, köpeksizleştirme siyaseti her ne kadar kurumsal ve süreğen bir tahakküm rejimi üretmiş olsa da, her zaman ona karşı gelişen bir ihtimam siyaseti de varlığını sürdürmüştür.
![]()
- Ayırdığınız dört dönemin birbirleriyle benzerlik ve farkları nelerdir? Her dönemin en öne çıkan olay ve söylemlerini nasıl özetleyebilirsiniz?
- “İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri”, 1910 Hayırsızada Vâkâsı’ndan günümüze, sokak köpeklerinin yaşamını kuşatan şiddet ve ona karşı örgütlenen ihtimam ilişkilerindeki dönüşümü beş ana bölümde (epizod) ele alıyor.
Bu beş tarihsel epizodu, birbirinden kopuk ya da çizgisel ilerleyen dönemler olarak değil; iç içe geçmiş, birbirini çağıran ve kimi zaman yeniden ortaya çıkan siyasal, mekânsal ve duygulanımsal yoğunluklar olarak değerlendiriyorum. Bu epizodlar, köpeksizleştirme siyaseti olarak tanımladığım çok katmanlı dışlama rejiminin tarihsel izlerini sürerken, aynı zamanda bu rejime karşı gelişen ihtimam siyasetinin çeşitlenen biçimlerini de görünür kılıyor.
1910’daki Hayırsızada sürgünü, kitlesel bir tehcirin ve şehrin köpeklerinden arındırılma girişiminin sembolik ve tarihsel eşiğini oluşturuyor. Bu olayın, modern kent tahayyülünde sokak köpeğinin hijyenik, mekânsal ve ahlaki bir tehdit olarak yeniden konumlandığı bir kırılmaya işaret ettiğini düşünüyorum. Kuduz ve kolera gibi salgın hastalıklar etrafında örgütlenen korkular, sokak köpeklerinin “sahipsiz” ve “tehlikeli” olarak çerçevelenmesini ve kamusal mekânın dışına itilmesini mümkün kılmıştır.
Bu kırılmanın ardından gelen bölüm, kitlesel sürgünlerin yerini peyderpey ve yerinde itlaf uygulamalarının almaya başladığı döneme ışık tutuyor. Bu süreçte Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’nin öncülüğünde “fenni” ve “insancıl” itlaf söylemleri ortaya çıkıyor. Ötanazinin tıbbileştirilmiş bir şiddet biçimi olarak nasıl meşrulaştırıldığını ve kamuoyunun gözü önünde gerçekleşen şiddetin biçim değiştirerek nasıl estetize edildiğini bu belgeler üzerinden ortaya koyuyorum.
Üçüncü epizod, 1990’lardan itibaren barınakların sokak köpeklerinin görünmez kılındığı, kamusal tanıklıktan uzaklaştırıldığı yeni mekânsal rejimlere dönüştüğü döneme odaklanıyor. Başlangıçta koruma ve rehabilitasyon iddiasıyla kurulan bu mekânların, kısa sürede sistematik ihmal, tecrit ve ölümün ana sahneleri haline geldiğini düşünüyorum. Bu epizod, aynı zamanda bu şiddet biçimlerine karşı gelişen toplumsal tepkileri ve 2004’te yürürlüğe giren 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun ortaya çıkış sürecini de belgelememe imkân verdi.
Son epizod, günümüzde İstanbul’un çeperlerinde ve ormanlık alanlarında süregiden terk, tehcir ve ölüme bırakma pratiklerine ışık tutuyor. Kısırkaya ve Tepeören gibi mega-barınaklar ve bu barınakların çevresine bırakılan on binlerce köpek, köpeksizleştirme siyasetinin yeni mekânsal mantığını ortaya koyuyor. Ancak burada yalnızca şiddet değil, hukuki güvencelerin geri çekilme süreci de izlenebilir hale geliyor. Bu nedenle serginin son bölümü olan “Bugün: Kanunun Kapısında”, yalnızca güncel bir belgeleme değil, aynı zamanda yasal korumanın sınırında tutulan bir varoluşa tanıklık daveti.
Söz konusu tarihsel çözümlemeyi doktora araştırmam sırasında hem güncel saha çalışmaları hem de arşiv belgeleri ışığında yürüttüm. İstanbul’daki veteriner hekimlerle yaptığım görüşmeler, sokak köpeklerinin günümüzde maruz bırakıldığı etik, duygulanımsal ve kurumsal ikilemleri ortaya koyarken; tarihsel belgeler, bu ikilemlerin kökenini ve sürekliliğini anlamama olanak tanıdı. Arşivde karşılaştığım belgelerle sahada tanık olduğum pratikler arasında hem yankı hem de çatışma ilişkileri vardı. Bu nedenle sergiyi yalnızca geçmişe dair bir hafıza çalışması değil, bugünün tanıklığını da kayda geçiren, geçmişle bugünü birbirine açan bir karşı-arşiv çalışması olarak kurguluyorum.

- Bugün geldiğimiz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hayvanseverlerin bu süreçteki mücadelesini nasıl görüyorsunuz? Katliam yasasına engel olunamamamış olması Türkiye’de hayvan hakları aktivizmi anlamında bir güçsüzlüğe mi işaret ediyor, yoksa bu kadar otoriter bir rejim içinde yürütülmüş olan mücadele yine de bir başarı mıdır? Mücadelenin bugünkü ayağında neler var?
- Türkiye’de hayvanlarla ilişkimiz ve hayvan hakları savunuculuğu açısından bugün geldiğimiz noktayı, köpeklere yönelik şiddetin yalnızca artmakla kalmadığı, aynı zamanda yeniden kurumsallaştığı, şiddetin bu kez kanun eliyle yasal olarak tanımlandığı bir eşik olarak değerlendiriyorum. Belediyelere, barınaklara ve yerel yönetim mekanizmalarına dair tartışmalar, uzun süredir var olan köpeksizleştirme siyasetine yeni bir ivme kazandırdı. Ancak bu yalnızca yeni bir uygulama değil; aynı zamanda şiddetin yasal, idari ve söylemsel araçlarla meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir yeniden kurgu süreci. Özellikle 2024 yazında gündeme gelen yasa tasarısı, sokak köpeklerinin kamusal yaşamdan tümüyle silinmesini hedefleyen yıkıcı bir müdahalenin ifadesi oldu.
Bu süreçte ortaya çıkan toplumsal tepkiyi, yalnızca bir “hayvanseverlik” tepkisi olarak değil; şehir hakkı, birlikte yaşama etiki ve müşterekler mücadelesi açısından da önemli bir toplumsal itiraz hattı olarak görüyorum. Yüz binlerce insanın yasa teklifine karşı gösterdiği tepkiler, meclis önünden sokaklara, sosyal medyadan hukuki platformlara kadar çok katmanlı bir direniş alanı açtı. Bu itiraz hattının yasayı bütünüyle durduramamış olması elbette önemli bir kırılganlığı işaret ediyor; ancak mücadeleye yalnızca yasa geçti/geçmedi ikiliğinden bakmanın yetersiz olduğunu düşünüyorum.
Bugün yürütülen mücadeleyi, otoriterleşmiş bir siyasal düzlemde, giderek daralan sivil alan koşullarında yükselen bir kolektif çaba olarak görmek gerek. Birlikte yaşama fikrini canlı tutan, sokakları yalnızlaştırmaya ve hayvanları görünmezleştirmeye karşı bir hak savunusu hattı olarak şekillenen bu mücadele, bana göre yalnızca savunma değil, aynı zamanda çok kuvvetli bir gelecek tahayyülünün de ifadesi. Bugünün ihtimam siyasetinde sahadaki doğrudan kurtarma pratiklerinden kamuoyunu bilgilendiren medya çalışmaları, hukuki mücadelelerden tanıklık mekanizmalarına kadar çok sayıda aktör ve yöntem yer alıyor.
Bu nedenle, gelinen noktayı ne yalnızca bir başarısızlık ne de mutlak bir zafer olarak görüyorum. Tarihsel bir sürece, katliama tanıklık ediyoruz. Kanun eliyle yürütülen, cezadan muaf hayvanlara yönelik şiddete karşı radikal bir ihtimam siyaseti olarak görüyorum. Aksine, siyasal baskının yoğunlaştığı koşullarda dahi hayatı savunma ısrarının kendisini, hafife alınmaması gereken bir kolektif direnç olarak görmek gerektiğini savunuyorum.

- Bundan sonrası için beklentileriniz nelerdir? Belediye ve devlet kurumları köpeksizleştirme uygulamaları bağlamında karşı karşıya geldikçe neler yaşanacak?
- Bundan sonrası için temel beklentim, sokak hayvanlarının yaşam hakkını gözeten, yerinden etmeye değil yerinde yaşatmaya dayalı bir anlayışın, hem yasal hem de yerel politikalar düzeyinde yeniden inşa edilmesi. Ancak mevcut koşullarda bunun kolay ya da kısa vadede gerçekleşebilir olduğunu düşünmüyorum. Tam tersine, belediyeler ile merkezî yönetim arasında giderek derinleşen politik ve idari ayrışmaların, hayvanların yaşamını doğrudan etkileyen uygulamalarda daha sık ve görünür biçimde çatışmalara yol açabileceğini öngörüyorum.
Özellikle büyükşehir belediyeleri, kamuoyunun hayvan haklarına dair hassasiyetini gözetme eğilimindeyken; merkezi yönetim, köpeksizleştirme siyasetini “nihai çözüm” olarak sunma arayışında. Bu farklı yönelimler sahada da çatışmalı sonuçlar doğuruyor: Hayvanların bir belediye sınırından toplanıp başka bir ilçe sınırına bırakılması, büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasında yetki tartışmaları, veteriner müdürlüklerinin baskı altında bırakılması gibi örnekler, bu gerilimin yalnızca idari değil, doğrudan hayvanların yaşamını belirleyen bir politik çatışma olduğunu gösteriyor.
Önümüzdeki dönemde, bu çatışmaların iki yönde evrilebileceğini düşünüyorum. Birincisi, merkezi yönetimin baskısının yerel politikaları da belirleyici hale getirmesi ve daha otoriter bir merkezileşme ile barınak, itlaf ve toplama politikalarının yaygınlaşması. İkincisi ise, toplumun artan duyarlılığı ve sivil toplumun örgütlü direnciyle, yerel yönetimlerin daha katılımcı, şeffaf ve hayvanlarla müşterek yaşamı esas alan modelleri savunmak zorunda kalması.
Bu süreçte dikkatle izlenmesi gereken şey, yalnızca uygulamalar değil, bu uygulamaların nasıl meşrulaştırıldığı. Hayvanların sokaktan toplanmasını destekleyen dil, genellikle “güvenlik,” “kamu sağlığı,” “düzen” gibi kavramlar etrafında şekilleniyor. Bu kavramların nasıl işlev gördüğünü ve hangi toplumsal hassasiyetleri bastırdığını analiz etmek de önemli olacak.
Dolayısıyla bundan sonrası için mücadele, yalnızca pratik sonuçlara değil; aynı zamanda kavramsal ve politik çerçevenin yeniden kurulmasına da bağlı. Şiddeti görünür kılan, ama aynı zamanda ihtimamı örgütleyen her çaba —arşiv, tanıklık, kamusal anlatı, yerel politika— bu anlamda hayati öneme sahip.
- ‘Köpeksizleştirme’ sizin kullandığınız, New School’daki doktora tezinizde geliştirdiğiniz bir kavram. Sizi bu konuda çalışmaya iten neydi? Hayvan hakları aktivizmi doktora öncesinde de hayatınızda mıydı? Bu konuyu bilimsel olarak çalışmaya hangi yollardan geldiniz; bir başka ifadeyle, tezinizdeki temel yaklaşım ve argümanları hangi teorik köklerden geliştirdiniz?
- “Köpeksizleştirme” tabirini, 1910 Sivriada sürgünlerine yol açan tıbbi dünya görüşünün aktörlerinden ve İstanbul’daki sokak köpeklerinin sürgün yoluyla itlaf politikasının mimarlarından biri olan Paris Pasteur Enstitüsü yöneticisi Doktor Paul Remlinger’in 1910 yılında yayımladığı makaleden ödünç alıyorum. 2016 yılında İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde sevgili Ekrem Işın’ın küratörlüğünde sergilenen Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri sergisinin kataloğunda, Catherine Pinguet’nin aktarımıyla kullanıyorum. Remlinger, 1910 yılında Genel Hijyen ve Uygulamaları Dergisi’nde (L’hygiene generale et appliquee) “La Decanisation a Constantinople” başlıklı bir makale yayımlamıştır. Makalenin başlığında geçen ve İstanbul’daki köpek sorununu nihai olarak çözülmesini ifade eden “de-canisation” kavramını, Fransa’da o dönem şehri farelerden arındırmak anlamında kullanılan deratisation ifadesinden türeterek ilk kez bu makalede kullanmıştır.
Doktora çalışmalarım sırasında decanisation’ı köpeksizleştirme olarak Türkçeleştirdim ve Türkiye’de sokak hayvanlarına yönelik siyasetin kurucu paradigması olarak düşünmeye başladım. Dératisation, kentlerde istenmeyen, “zararlı” olarak kodlanan türlerin —özellikle kemirgenlerin— yok edilmesi ya da uzaklaştırılması için kullanılan bir terim. Ancak bu yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda sembolik ve siyasal bir süreçtir: Bir türün zararlı ilan edilmesiyle birlikte, onun kentteki varlığı meşruiyetini kaybeder. Ben bu kavramsal zemini, İstanbul’daki sokak köpeklerine yönelik uzun 20. yüzyıl boyunca uygulanan dışlama, tehcir, itlaf ve tecrit politikalarını anlamak için genişlettim. Köpeksizleştirme, yalnızca fiziksel bir uzaklaştırma değil; aynı zamanda sembolik, mekânsal ve duygulanımsal düzeylerde köpeği kentten silmeye yönelik bir siyaseti tarif eder.
Bu konuya yönelmemin ardında hem kişisel hem akademik motivasyonlar vardı. Hayvan haklarıyla ilişkim doktora öncesine dayanıyor; yıllar boyunca sokakta yaşayan köpeklerle gönüllü olarak ilgilendim, kurtarma süreçlerine dâhil oldum, barınaklara gittim. Fakat zamanla bireysel deneyimlerin bir yapısallık içerdiğini fark ettim. Belli semtlerde köpeklerin ortadan kaybolması, kimi belediyelerin barınakları kapalı birer ölüm mekânı gibi işletmesi, yasa metinlerinin “sahipsiz hayvan” söylemini yeniden üretmesi — bunların rastlantısal olmadığını, belirli bir siyasi tahayyülün parçası olduğunu düşünmeye başladım.
2021 yılında The New School’da tamamladığım doktora araştırmamda bu gözlemler, sokak köpeklerine yönelik şiddetin hem tarihsel izini sürmeye hem de güncel uygulamalarını anlamaya yöneltti beni. Araştırmamda bir yandan arşiv belgeleriyle Hayırsızada Vakası’ndan başlayarak 20. yüzyıl boyunca köpeklere yönelik kamusal müdahaleleri inceledim; diğer yandan güncel olarak İstanbul’da sokak köpeklerinin yaşamını kuşatan kentsel büyüme dinamiklerini, kent çeperlerindeki tahribat ve yıkımı, bu tahribatın içinde kırsal mahallelerde yaşayan yoksullarla sürgün edilmiş köpekler arasındaki değişen ilişkileri ele alan etnografik saha araştırmaları yürüttüm. Bu çok katmanlı yöntem, bugünün pratiklerinin yalnızca bugüne ait olmadığını; geçmişten devralınan idari, ahlaki ve duygusal bir mirasla iç içe yaşandığını ortaya koydu.
Köpeksizleştirme, bu bağlamda yalnızca bir analitik kategori değil; aynı zamanda tanıklığa dayalı, politik sorumluluk içeren bir kavram. Şiddeti yalnızca belgelemek değil, bu belgelerin içinden ihtimamın, müşterek yaşamın, birlikte var olma ısrarının izlerini de sürmek istedim. Sergi de bu nedenle, akademik bir çözümleme kadar politik bir müdahale ve hafıza çalışması olarak şekillendi.
Hayvanların yaşamına ve ölümlerine dair verilerin olmadığı, şiddetin kayıt dışı bırakıldığı Türkiye’de sokak köpeklerine yönelik şiddet ve ihtimam pratiklerini ortaya koymak için çok katmanlı, disiplinler ötesi araştırma ve düşünme yöntemleri geliştirmeniz gerekir. Kuramsal olarak karşı-arşiv metodolojilerinden hayvanları kapsayacak tarihsel etnografi çalışmalarına, gündelik yaşam ve kent tarihi çalışmalarından veterinerlik ve tıp tarihinin öne çıkan alanlarına, hayvan tarihi ve eleştirel hayvan çalışmalarının kesişimlerinde ortaya çıkan ve ‘şimdi ve burada’nın tarihi’ yaklaşımıyla şekillenen dinamikleri okuma protokollerine, oto-etnografinin etkisiyle bir hayvan hakları savunucusu ve araştırmacısı olarak kendi ilişkilenme biçimlerine dair çalışmalarından etkilendim.
İhtimam kavramını özel olarak kullanıyorum. Bakım etiki olarak çevrilegelen bir kavram seti yerine, ‘care’ kavramının Türkçe karşılığı olarak, hayvanlarla ilgili bağlamda, emek, özen ve tekil ilişkilenmeyi öne çıkardığını düşündüğüm ihtimam kavramını kullanıyorum. Bu kavramı, hayvan hakları alanına taşıyan ve geliştiren bir araştırmacı olarak, hayvanları koruma çalışmalarının devletin hayvanlar üzerindeki soykırım siyasetine, kitlesel imha pratiklerine karşı ihtimamın tek tek ilişkilenme pratiklerini etik ve politik olarak önemli buluyorum ve öne çıkarıyorum. Feminist etik, transcinsiyet, queer, transkimlik ve eleştirel etik çalışmalarının ışığında bir kavramsallaştırma bu.
Dört Ayaklı Şehir ile birlikte hazırladık sergiyi. Başta sevgili üyelerimiz Bilge Uğurlar ve Bige Örer’in sanatsal ve estetik önerileri, birlikte çalıştığımız yılların ve dostluğumuzun üzerine SALT Beyoğlu’ndan davet almamız üzerine bir arada düşünme ve çalışma pratiği, Dört Ayaklı Şehir görsel iletişim direktörü sevgili Uğur Ceylan’ın desteğiyle, böylesine bir kuvvetli, çok katmanlı ve açık uçlu metodolojilerin ve disiplinlerin ışığında gelişen serginin görsel-estetik boyutunu da ortaya çıkarmamı sağladı. Dört Ayaklı Şehir’in Türkiye’de hayvan hakları savunuculuğu, eleştirel hayvan çalışmaları ve güncel sanat alanındaki çalışmaları, yıllardır sahada ve arşiv çalışmalarında edindiği birikim ve tecrübe sayesinde ortaya çıktı sergimiz.
- Bir önceki sorudan devam edersek bize biraz Hayvan Çalışmaları disiplininden bahseder misiniz? Hangi disiplinlerin birleştiği bir kavşak bu? Dünyada ve Türkiye’deki durumu nedir, geleceğini nerelerde ve nasıl görüyorsunuz?
- Hayvan Çalışmaları, insan-merkezli bilgi üretim biçimlerini sorgulayan, türler arası ilişkileri tarihsel, kültürel, etik ve politik yönleriyle inceleyen çokdisiplinli bir araştırma alanı. Bu alan yalnızca hayvanlara dair bilgi üretmekle kalmaz; insan olmanın, hak kavramının, kamusal alanın, şiddetin ve bakımın yeniden tanımlanmasını da zorunlu kılar. Bu nedenle Hayvan Çalışmaları'nı yalnızca akademik bir alt disiplin olarak değil, aynı zamanda epistemolojik bir müdahale alanı olarak düşünüyorum.
Alan; siyaset bilimi, antropoloji, tarih, hukuk, edebiyat, coğrafya, felsefe ve veterinerlik gibi pek çok disiplinden beslenirken, özellikle queer kuram, transkimlik çalışmaları, feminist etik, ekolojik etik, afekt teorileri ve posthümanist düşünceyle güçlü kavramsal ittifaklar kuruyor. Hayvanların öznellikleri, yaralanabilirlikleri, müşterek yaşam pratikleri içindeki yerleri üzerine yapılan tartışmalar, feminist bakım etiki ile ekolojik adalet kavramlarını sıkça kesiştiriyor. Özellikle queer hayvan çalışmaları, türler arası ilişkilerde normatif sınırları, üreme ideolojilerini, sahiplik biçimlerini ve yaşam hakkı tahayyüllerini radikal biçimde sorgulayan önemli bir damar sunuyor.
Transkimlik teorileri ise, hem biyolojik determinizme karşı açtığı alan hem de kimlik, geçiş ve tanınma meselelerini bedensel ve türler arası düzeylerde yeniden düşünmeye çağırmasıyla, Hayvan Çalışmaları ile derin bir yankılanma içinde. Bu kavramsal zemin, yalnızca farklı türlerle değil, farklı bedensel varoluş biçimleriyle müşterek bir yaşamı mümkün kılacak duyarlılıkları geliştirme çabasıyla da örtüşüyor.
Türkiye’de Hayvan Çalışmaları henüz kurumsallaşmış bir akademik alan olmasa da, hem bireysel hem kolektif düzeyde büyümekte olan güçlü bir entelektüel ve politik ilgi alanı. Bu alandaki araştırmalar özellikle kent hakkı, çevresel adalet, etik şiddet, hafıza politikaları ve hayvan aktivizmi gibi kesişim noktalarında şekilleniyor. Ben bu alanın geleceğini yalnızca akademik üretimde değil, aynı zamanda saha temelli tanıklık biçimlerinde, karşı-arşivlerde, yerel direnişlerde ve müşterek yaşam tahayyüllerinde görüyorum.
Hayvan Çalışmaları, bana göre, sadece türler arası adaletin değil; aynı zamanda toplumsal adaletin, duygusal özenin ve müşterek yaşamın da bilgisini üretmeye çalışan bir alan. Ve bu üretim, yalnızca bilgiye değil; etik sorumluluğa, politik cesarete ve duyusal açıklığa da dayanmak zorunda.





