Hastalık ve Siyaset

Tarih boyunca lider ya da lider adaylarının hastalıkları toplumların ilgisini çekmiştir. Hatta kimi hastalıklar kralların, liderlerin, padişahların hastalığı olarak adlandırılmıştır. Bu bağlamda verem hastalığı ile firavunlar arasındaki ilişki gayet iyi bilinir.

Daha yakın örneklere baktığımızda İskoçya Kraliçesi Mary’nin “gizemli hastalığı” akıllara gelebilir. Hatta oğlu İskoçya Kralı IV. James’in de genetik aktarım nedeniyle annesi gibi ağrı, kusma, hezeyanlar, kasılma nöbetleri ve melankoli ataklarıyla seyreden porfiri hastalığından mustarip olduğu bilinir. Kanda oksijen taşınmasını sağlayan hemoglobin molekülünün kalıtsal hastalığı olan porfiri, İngiliz kraliyet ailesinin laneti olarak adlandırılmıştır.[1]

1837-1901 tarihleri arasında Birleşik Krallık tahtında oturan ve kız çocukları ve torunlarını Avrupa’daki kraliyet aileleri ile evlendirerek kendisi ve kızlarında bulunan hemofili hastalığının yayılmasına ve hatta Rus Romanov Hanedanı’nın tarihten silinmesine neden olan Kraliçe Victoria’nın hastalığını da bu başlık altında unutmamak gerekir.

Osmanlı

Avrupa siyasi tarihinin hastalıklarla ilişkisini kısa kesip gözümüzü yaşadığımız topraklara çevirirsek tıpkı firavunlarda olduğu gibi Osmanlı padişahlarının da verem ile haşır neşir olduğunu fark edebiliriz.

Göğüs hastalıkları alanının duayen hocası olan Yusuf İzzettin Barış’a göre İkinci Mustafa, Birinci Mahmut, Üçüncü Osman ve Üçüncü Mustafa’nın kambur olmalarının nedeni pek muhtemelen verem hastalığıydı.[2] İzzettin Barış hoca, verem hastalığının 18. yüzyılın sonlarından itibaren Topkapı Sarayı’na “demir attığını” söyler. Ona göre Rusların Kafkasya’yı işgali sonrası başlayan göçün etkisiyle geçim sıkıntısına düşen Kafkasyalı ailelerin kızlarını İstanbul’daki kadın pazarlarına satmaları neticesinde Çerkez ve Gürcü kadınlar vasıtasıyla Topkapı Sarayı’na verem girmiştir. Kuşkusuz bu açıklama hastalıklar ile sosyal belirleyiciler arasında neden/sonuç ilişkisi kurması açısından dikkate değerdir.

Öte yandan Abdülmecid’in, pek muhtemelen İkinci Abdülhamid’in ve hatta Osmanlı padişahları arasında otopsisi yapılan tek padişah olduğu için tütün kullanımına bağlı iskemik kalp hastalığından ölmüş olduğu kesin olarak gösterilen Vahdeddin’in de akciğerlerinin geçirmiş olduğu verem hastalığı nedeniyle ağır biçimde tahrip olduğu bilinmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti

Kuşkusuz bu topraklarda liderler ile hastalıklar arasındaki tarihsel bağlantı verem ile başlayıp padişahlar ile bitmez. M.Ö. 1500 yılına tarihlenen Eber Papirüsü’nde adından söz ettiren ve hatta Büyük İskender’i 33 yaşındayken ölüme sürükleyen sıtma hastalığı -hem de bugünlerde- Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm nedeni bağlamında yeniden ilgiye mazhar olmuştur. Mustafa Kemal’in alkol kullanımına bağlı olmayan bir nedenle siroz olduğunun düşünülmesinin ardında -farkında olunan ya da olunmayan- Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının yarattığı muhafazakâr hegemonyanın ne kadar etkisi vardır bilinmez ama Atatürk’ün bilinen sağlık sorunları olan difteri, kuş palazı, şaşılık, böbrek hastalığı, kulak egzaması ve kalp krizlerinin yanına hiperreaktif malaryal splenomegali sendromu da böylelikle eklenmiş oldu.

Son olarak yakın geçmişte hasta mahremiyetini yok edecek biçimde gündeme gelen Bülent Ecevit’in ve şimdilerde nedendir bilinmez ama pek gündeme gelmeyen Recep Tayyip Erdoğan’ın hastalıklarını da unutmamak gerekiyor.

Dilemma

Siyasi figürler ile hastalıklar arasındaki bu tarihsel ilişkide hastanın kişisel mahremiyeti ile liderin hastalığının toplumda yarattığı kaygı ve merak bakımından hassas bir denge noktası bulunuyor. O nedenle siyasi liderlerin sağlık sorunları karşısında üç maymunu oynamak da, her şeyin ortaya döküldüğü bir transparanlık da çıkar yol değil.

Hele ki hastaların hastalıklarını ve bu kapsamda ifade ettikleri sırları saklamaları gereken hekim ve sağlık çalışanlarının bu bilgileri ortalığa boca etmesi ve hatta televizyonlara malzeme yapması hiç kabul edilebilir değil.

Kanaatimce bu konuda sergilenmesi gereken tutum liderin ya da lider adına konuşan bir kurumsal yapının, hastalıktan mustarip hastanın mahremiyetini bozmadan, liderin sağlık durumu hakkında gerekli, sınırlı ve düzenli bilgilendirmeyi toplumla paylaşmasıdır.

Akıl Hastası

Nispeten uzak siyasi tarihte rejime muhalif olanların “akıl hastası” olarak tanımlanmasını bir kenara bırakırsak ABD’nin geçmiş başkanı Donald Trump bağlamında “akıl hastalığı” yeniden siyaset arenasında gündeme geldi.

Hatırlanacağı üzere o dönem Yale Üniversitesi Tıp Okulu’ndaki bir konferansta, psikiyatrist John Gartner, “Donald Trump’ın tehlikeli akıl hastalığı konusunda halkı uyarmak açısından etik bir sorumluluğumuz var,” açıklamasında bulundu. Gartner, yaptığı açıklamada Trump’ın, “bir yalancı ve narsist olmasından daha kötüsü, paranoyak, hayal dünyasında yaşayan ve abartan bir insan” olduğunu da belirtti. New York Üniversitesi psikiyatri bölümünden James Gilligan da aynı konuda, “Tehlikeyi bir kilometre öteden tanırım,” açıklamasıyla meslektaşı Gartner’e destek verdi.

Konuyu dağıtmamak için Trump bağlamında konunun, 1964’teki başkanlık seçimlerine dayanarak şekillenen ve hiçbir psikiyatristin hastası olmayan ve onam almadığı sürece kamuoyunca tanınmış kişilerin akıl sağlığı hakkında kamusal görüş açıklamasını önleyen Goldwater Kuralı ile 1969’da Tatiana Tarasof isimli bir üniversite öğrencisinin öldürülmesine dayanarak şekillenen ve yakın –açık bir tehlike karşısında toplumun iyiliğinin öncelikle gözetilmesini gerekçelendiren– Tarasoff Kararı ışığında tartışıldığını belirtmekte yarar var.

Bununla birlikte “akıl sağlığı” konusunun siyaseten çok kullanışlı ve meşru bir gerekçeye dönüştüğünü fark etmek gerekiyor. Hatta bu kapsamda akıl sağlığının durumu kamuoyunun önünde uzun bir süre tartışıldığı için mağdur olan Trump’ın, kendisine “hastalık derecesinde şişman” diyen Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’ye, “Pelosi hasta bir kadın, ciddi akıl sağlığı problemleri yaşıyor,” demekten imtina etmediğini ve hatta Donald Trump ile Kuzey Kore lideri Kim-Jong’un birbirlerine “akıl hastası” dediğini de vurgulamak gerekli.

Ayrıca tarihsel olarak ABD başkanlarından John Adams, Andrew Jackson, Theodore Roosevelt, Woodrow Wilson, Lyndon Johnson, Richard Nixon ve Bill Clinton’ın akıl sağlığı sorunları yaşadığı iddia edilir. Konu hakkında BBC Türkçe’de yayımlanan bir habere göre ABD başkanlarının yüzde 27’si başkanlık görevini sürdürdüğü dönemde akıl hastalığı sorunu yaşadı.

Dikkat edilirse pek muhtemelen tıp kurumu ve ideolojisinin her yere sızan yapısı nedeniyle son dönemde totaliter ve otokrat liderlerin sergiledikleri tutumlar onların akıl ve ruh sağlığı dikkate alınarak irdeleniyor. Kanaatimce bu yaklaşım akıl sağlığı yerinde olmayan liderlerin yönetimsel erki elinde tutmasından da büyük tehlike içeriyor. Çünkü söz konusu bakış açısı, totaliter rejimlere yol açan yapısal nedenleri göz ardı ederek konuyu liderin kişisel yapısına indirgiyor. Daha önemlisi liderin halet-i ruhiyesine dayanarak rejimi tarif eden bu yaklaşım, kutuplaşmış bir toplumda âdeta plebisitlere dönüştürülen seçim süreçlerine bağlı olarak meşruiyetlerini ilan eden demokrasi dışı rejimleri var eden dinamikleri ve bu bağlamda siyasetin içini boşaltan neoliberal tahribatı yok sayıyor. Öte yandan hiç kuşku yok ki liderler tarihte olumlu ya da olumsuz roller üstlenmişlerdir. Ancak üstlenilen roller, liderin tarihin sahnesine çıktığı ülkenin geçmişinden, siyasi yapısından ve kültüründen azade olmadığı gibi her şeyi, her durumu ve her sorunu tıbbın bir nesnesi haline getiren medikal bakış açısına indirgenerek de ele alınmamalıdır.

Unutmayalım medikalizasyon, sadece sağlığın tıbbileştirilmesi değildir. Aksine tıbbileştirme, yaşama içkin olan her şeyin tıbbi miyopik gözlüklerle ele alınması, onun var ettiği kavramlarla irdelenmesi, tıp kurumunun meşruiyeti sayesinde sosyal kontrol mekanizmasına tabi kılınması ve bu sayede hayatın bir iktidar pratiğine mahkûm edilmesidir.

Hiç kuşku yok ki yapıların karşısında kişilerin ön plana çıktığı üçüncü bin yılın dünyasında toplumsal siyasi figürlerin hastalıkları sayesinde siyasetin medikalize edilmesi, demokrat olmayan liderlerin toplumlara getireceği tehlike riskinden daha büyük bir karanlığı bünyesinde barındırmaktadır.

Pennsylvania Senato Seçimleri

ABD’nin Pennsylvania eyaletinde Amerikan Senatosu için yarışan Dr. Mehmet Öz’ün rakibi olan John Fetterman’a karşı seçimi kaybetmesi, Donald Trump’ın desteklediği bir Cumhuriyetçi adayın eksilmesinden öte bir anlam taşımaktadır.

Neden mi?

Bilindiği üzere Mehmet Öz Türk asıllı Müslüman olmanın dışında bir tıp doktorudur, ABD’nin en ünlü kalp cerrahıdır. Aynı zamanda şovmendir. Hollywood Yıldızlar Bulvarı’na adı işlenmiştir. Tıpta mucize olmadığını ifade etmek yerine mucize diyet haplarını öven bir “pazarlamacı”dır kendisi. Milyonlarca insanın sağlık güvencesine sahip olmadığı, yeterince parası olmayanların en basit sağlık hizmetine ulaşmasının dahi mümkün olmadığı bir ülkede koca bir yalan olan Amerikan Rüyası’na inanan ve bu rüyanın gereklerini yerine getirdiği için “Milenyum İyileştiricisi” unvanını almış bir “tıp girişimcisi”dir o.

Zaten tam da bu nedenlerden dolayı World Economic Forum tarafından “Yarının Küresel Lideri” seçilmiştir.

Ama tüm bunların ötesinde Dr. Öz, sabah kuşağı sağlık programlarında bu dünyada nasıl sağlıklı olacağımızı, sağlıklı kalmak için kaç adım atacağımızı, kaç saat uyuyacağımızı, yılda kaç kere sevişeceğimizi,… bıkıp usanmadan anlatan bir sağlık uzmanıdır.

Sözün kısası Dr. Öz “sağlık”tır.

Oysa Pennsylvania eyalet seçimine de yansıdığı üzere John Fetterman “hastalık”tır.

Seçim sürecinde “sağlığı” temsil eden Dr. Öz’ün de dahil olmasıyla öğrendik ki Fetterman’a 2017 yılında bir kardiyolog hekim tarafından kalp ritim sorunu tanısı konulmuştur. Ancak bu hastalık Senato seçim sürecinde geçirdiği felce kadar kimse tarafından bilinmiyordu.

Peki ama bilinmesi mi gerekiyordu?

Felçle birlikte Fetterman’ın sağlık sorunları kamuoyunun ilgisini çekti ve sağlık geçmişi masaya yatırıldı. Fetterman, seçim sürecinde rakibi olan “sağlıklı” Dr. Öz tarafından tıbbi kayıtlarının açıklanması için basınca maruz kaldı. Üçüncü bin yılın dünyasında “ideal” ve “normal” olanın sağlık olduğu dikkate alınarak Fetterman’ın normalden ne zaman sapmalar gösterdiği sorgulandı. Ne de olsa karşısındaki aday ideal ve norm olan “sağlık”tı!

Ne kadar ve ne zaman kilo kaybetmişti Fetterman? Ne zaman ve neden “yere çökmüş”tü? Sorun sahiden basit bir “sıcak çarpması” mıydı? Senato seçimleri devam ederken felç geçirerek hastaneye yatmak zorunda kalması ve hastanede kalp ritmini düzenleyen cihazlar takılması kalbinde kalıcı bir hasara yol açmış mıydı? Defibrilatör cihazının takılmasının nedeni basit bir kalp ritim sorunundan ziyade kalp kasının yaygın hasarı mıydı?

Sorular ve sorgulamalar birbirini kovaladı. “Hastalık”, sağlık karşısında kaybediyordu Senato seçimlerini… Fetterman’ın “sağlıklı” olduğunu açıklaması ve “ilaçlarını alıp, sağlıklı beslenip, egzersiz yaparsa iyi olacağını” söylemesi pek muhtemelen bu kaybı önlemeye yönelik yansımalardı.

Peki ama özeleştiri neredeydi? Ne de olsa sağlığına Dr. Öz gibi iyi bakmamıştı. Sorumlu ve suçlu kendisi olmalıydı. Kendisine, kendi sağlığına iyi bakmayan birisi Senato görevlerini layıkıyla yerine getirebilir miydi? Beklenen oldu: Fetterman, 2017’de kalp ritim sorunu yaşadığı dönemde doktora gitmediği ve ilaçlara devam etmediği için pişman olduğunu açıkladı.

Sözün Sonu

Amerikan Senato seçimlerinde John Fetterman’ın hastalığı nedeniyle yaşadığı zorluklar, siyasi bir figür olarak seçileceği görevi layıkıyla yerine getirip getiremeyeceği merak ve kaygısından kaynaklanmıyor ne yazık ki. Aksine sağlık kavramının kendisi yaşadığımız çağda âdeta bir hastalığa dönüşmüş durumda olduğu için Fetterman bunca sorun ve sıkıntıyı yaşadı.

Öte yandan Dr. Öz, olumsuz hiçbir şey yapmasa dahi “ideal” ve “norm(al)” olan sağlığı temsil etmesi nedeniyle Fetterman’ı zımnen “anorm(al)” olarak kodlama olanağına sahipti. Ancak Dr. Öz ve ekibi, bu “avantajla” yetinmeyip sürdürdükleri kampanyayla Fetterman’ı sağlık konusunda zora düşürmeyi hedeflediler.

Dr. Öz, bir yandan Fetterman’ın yaşadıklarına karşı empati duyduğunu açıklayarak toplumsal statüsünü merhamet temelinde yükseltmeyi hedeflerken, diğer yandan Fetterman için “Hayatında bir sebze yemiş olsaydı felç geçirmezdi,” diyerek hastalığının nedenini rakibinin sorumsuz tutumuna bağlamaktan çekinmedi.

Kuşkusuz Dr. Öz’ün bu mesajının altında kendi sağlığı konusunda dahi sorumsuz olan bir kişinin üstleneceği siyasi görev konusunda ne kadar çok sorumsuz olabileceği uyarısı saklıydı. Bu bağlamda örneğin verem hastalığının bir zamanlar -özellikle üst sosyoekonomik kesimlerde- Dr. Öz’ün zımnen vurguladığı sorumsuzluğun aksine hasta açısından insani bir duyarlılığa, nezakete, adına istinaden ruhsal inceliğe ve hatta çekilen sevdanın büyüklüğüne işaret ettiği düşünüldüğünde, milenyum çağının değişen sağlık algısında hastalıkların anlamlarının da ne yönde değiştiğini fark etmemek mümkün mü?

Ama Dr. Öz bu vurgu ile yetinmedi ve siyasi rakibi Fetterman’ın siyasi müzakere yapamayacak kadar hasta olduğunu hissettirerek alaycı biçimde âdeta büyük bir jest yapıyormuş gibi siyasi figürler olarak yapacakları tartışma sırasında Fetterman’ın el kaldırıp mola talep edebileceğini ve hatta yapılacak tartışmada ona müdahale etmek için sahnede hazır olacak tıbbi personel için kendisinin ödeme yapabileceğini ifade etmekten çekinmedi. Bu bağlamda siyasi rakibini hastalığı nedeniyle düşkün, kendisini de bu düşküne jestler yapan üstün bir konumda tanımlayarak sağlık/hastalık üzerinden hiyerarşi üretmeye çalıştı.

Yetinmedi; John Fetterman’ın felcine dikkat çekmek ve onu zor durumda bırakmak için kendi sağlık kayıtlarını yayımladı ve “sağlık durumunun mükemmel” olduğunu ilan etti. Yayımlanan kayıtlar sayesinde kamuoyunun bilmesine hiç gerek olmayan kişisel sağlık bilgilerini insanlar öğrendi. Öyle ya Dr. Öz’ün diyet ile kontrol altına alınabilecek “sınırda yüksek” bir kolesterol seviyesine sahip olduğu, 2010 yılında kalın bağırsağından bir polip çıkarttırdığı ve rakibinin aksine kalp EKG’sinin normal olduğunu, yani kalp ritim sorunu yaşamadığının bilinmesi ile aday olduğu siyasi sorumluluk arasında hiçbir ilişki yoktu.

John Fetterman, rakibi olan Dr. Öz’ün sağlık/hastalık üzerinden yaptığı bu girişimler karşısında “İnme geçirdim. Bunu unutmama asla izin vermedi,” diyerek olup biteni layıkıyla özetledi.

Sözün kısası Fetterman/Öz seçim sürecinin de gösterdiği üzere sağlık artık bireylerin yerine getirmesi gereken ahlâki bir talep ve sorumluluk haline dönüşmüştür. Bu talebe, bu ideolojiye uymamak toplum açısından tehlikeli bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.

Öte yandan sağlık, kendi statüsünü, değerini, albenisini arttıran bir strateji olmuştur.

Yakındır genetik kayıtlarımızı gönüllü olarak yayımlayacağımız ve bu sayede soy geçmişimizin de temiz ve sağlıklı olduğunu ilan edeceğimiz zamanlar… Yakındır siyasi liderlerden soy geçmiş kayıtlarını isteyeceğimiz zamanlar…

Hal böyleyse; Senato seçimleri bağlamında Trump’ın desteğini alan bir Cumhuriyetçi’nin kaybetmesinin ötesinde Dr. Öz’ün şahsında sağlık hezeyanının da toplumsal meşruiyetinin sarsıldığını iddia edebilir miyiz? Dr. Öz’ün seçimi kaybetmiş olmasını, sağlığın bireyler için uyulması zorunlu ahlâki bir buyruğa dönüşmüş olmasını vaaz eden biyo-ahlâk uygarlığının yıpranması olarak okuyabilir miyiz?

Bu soruları kolaylıkla “evet” olarak yanıtlayamıyorum ama yine de “sağlıklı” Dr. Öz karşısında, geçirdiği hastalık nedeniyle bazı kelimeleri anlamakta ve söylemekte tekleyen Fetterman’dan yana olduğumu ifade etmekten çekinmiyorum.


[1] Sherman I.W. Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, Ekim 2017.

[2] Barış Y.İ. “Osmanlı’da Tüberküloz”, Toraks Dergisi, sayı 3: 333-335, 2022.