Gözden Kaçmaması Gereken Bir Kitap: Kurbağa Manastırı - Anlatılan Belki de Senin Hikayendir...

Kemal Gözler’i neredeyse çeyrek yüzyıl önce, yazdığı bir kitap dolayısıyla, bir başka Kemal’in, rahmetli Kemal Karpat’ın sayesinde endirekt bir şekilde tanımıştım (Aslına bakılırsa, o gün bu gündür de yüzyüze gelmişliğimiz yoktur). A.B.D.’deki doktora yıllarımdı, tez danışmanım Profesör Karpat eline Les Villages Pomaks de Lofça (Lofça’nın Pomak Köyleri) başlıklı gayet ilgi çekici bir çalışmanın geçtiğini söylemiş, kurucusu ve editörü olduğu International Journal of Turkish Studies için benden bir kitap değerlendirmesi rica etmişti.

İnce, az sayfalı bir ciltti kitap, ancak benim çok hoşuma giden –halen de sürdürmeye gayret gösterdiğim– bir tarzda içeriği zengin, yaklaşımı da sağlamdı. Öte yandan, biraz şaşırmıştım da: Halil İnalcık, Kemal Karpat gibi hocalarımın takdirini kazanacak derecede alandaki bilimsel literatürü (tam olarak benim uğraştığım konular olmasa dahi) takip ederdim, kendi kuşağımın büyük kısmını da ya şahsen ya dolaylı olarak tanırdım, ancak tarihçi olarak Kemal Gözler ismi birşey ifade etmiyordu. Merakımı yenemeyip kendisiyle temasa geçince muamma çözüldü: esasen hukukçuydu Gözler, o günler itibarıyla Anayasa Hukuku doçentiydi, fakat yıllar içinde bir Pomak olarak kökenlerine ilgi duymuş, mesleki araştırmalarının arasına bu etüdü de katıvermişti. Yaptığı, sonradan çok moda olacağı üzere beş kitap okuyup altıncısını kendi yazmak değildi ama; Türkçe olanların yanısıra birkaç yabancı dildeki ikincil kaynakları hakkıyla değerlendirmiş, bununla yetinmeyip genelde Osmanlıca paleografyanın en zor türü sayılan siyakat yazısını öğrenip arşiv malzemesini de geniş biçimde kullanmıştı.[1]

Bu ilk tanışmanın sonrasında, uzaktan uzağa hep takip ettim Kemal Gözler’i. Zaman içinde ülkenin en saygın, en üretken Anayasa hukukçularından birine dönüşmesine sevinçle şahitlik ettim. Hukuka dair önemli tartışmalarda hep ciddi tezler, dikkate değer katkılar sundu Gözler. Şüphesiz, yorumlarına, hukuki mülahazalarına katılanlar kadar katılmayanlar da olmuştur; neticede en basit şekliyle düşünüldüğünde hukuk dediğimiz hakim/karar mercii, savcı/iddia makamı ve avukat/davalı ve davacı tarafların kanuni temsilcisi gibi aktörler arasındaki ayrışmalar, tartışma zemini olarak da anlaşılabilir. Ancak bence kendisinin tribünlere oynamadığı, şu tarafın veya bu cenahın hoşuna gidecek değil, hukuka uygun fikirler serdetmeye çalıştığı kesindir. Bir-iki örnek vermek gerekirse, öncelikle 2017 yılında yayımladığı, dönemin can alıcı konusu Anayasa referandumuna ilişkin eseri Elveda Anayasa’yı analım. Orada, Gözler getirilmek istenenin Başkanlık Sistemi olmadığını, gündeme taşınanın dünyada bir örneğinin görülmediğini, tarif edildiği şekliyle hayata geçirilirse bunun kuvvetler ayrılığına da, Anayasa’ya da veda anlamına geleceğini son derece sarih, hiç yoruma yer bırakmayacak netlikte ifadelerle açıklar; bu kitabı yazma gerekçesinin de Anayasa hukukçusu kimliği ile birlikte, aydın ve bunun da ötesinde vatandaş kimliği olduğunun altını çizer.[2] Beri yandan, Türk hukuk ve dahi siyasi tarihine “367 krizi” olarak geçen, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı ile sonuçlanacak süreçte hukuk penceresinden bakıldığında AKP tezlerinin daha tutarlı olduğunu dile getiren de yine Kemal Gözler’dir. Son olarak, Gözler’in düzenli şekilde ders kitapları kaleme aldığını, başta Anayasa hukuku ve idare hukuku olmak üzere pekçok sahada hukuk fakültelerimizde onun kitaplarının okutulduğunu ekleyeyim.[3]

Esas konumuza, Kurbağa Manastırı’na gelirsek...

Postmodern zamanların nimetlerinden yararlanarak dijital kütüphaneler vasıtasıyla başka bir kaynağı, Thomas Aquinas’ın klasik yapıtı Summa Theologiae’yı  ararken tesadüf eseri başka bir el yazmasını, Historia Abbatiae Ranae’yı (Kurbağa Manastırı Tarihi) “keşfeder” Gözler ve ilginç bulduğu bu Orta Çağ metnini –Latince bilgisinin hayli zayıf olduğunu en başta itiraf etmesine rağmen– “çevirir”. Umberto Eco’nun başyapıtı Gülün Adı’ndan da bir açıdan esinlenir çevirmenimiz: sayfalarında Latince terimlere, yeri geldikçe Latince özlü ifadelere yer vererek belli bir atmosferi kurmaya, dönemin havasını vermeye gayret gösterir (birazdan benim de yapmaya çalışacağım üzere...).

Yazar Perfectus Belaslatinas hakkında –rahip olduğu haricinde– bir bilgimiz yok; aynı şekilde, Kurbağa Manastırı hakkında da karanlıktayız. Ancak kitabın 14. yüzyılda, 1300'lü yılların ilk yarısında, Hıristiyanlık tarihine “Avignon Papalığı” olarak geçen baskıcı devirde yazıldığını biliyoruz. Kemal Gözler başka türlü zorlayıcı olabilecek, yalnızca uzman okuyucuya hitap edecek metne çerçeve sağlamak amacıyla kaleme aldığı kapsamlı “Sunuş”ta anılan devirde dini otoritenin siyasal erkin elinde nasıl oyuncak olduğunu, Fransa kralının hükmü altındaki yedi papanın da Fransız olduğunu anlatıyor; ayrıca yüzyıllardır süregelen halihazırdaki manastır düzenini, geleneksel yapıyı da özetliyor (Metin ilerledikçe bir Kurbağa Manastırı’nın varlığından şüpheye düştüğünü de ekliyor Gözler: belki de Engizisyon korkusuyla Perfectus’un başvurduğu bir mecaz, bir alegori sözkonusu. Ki, acaba gerçekten de bir Perfectus Belaslatinas da varolmuş mudur?). Bugünün bakış açısıyla şu can alıcı noktayı gözden kaçırmamalı, manastırları salt dini kurumlar olarak algılamamalıyız: asırlar ve asırlar boyunca manastırlar inanca dayalı kimliklerinin yanında, eğitimin verildiği, entelektüel kadroların bünyesinde barındığı, bilginin üretildiği merkezlerdi.[4]

İngiliz din adamı ve tarihçi Bede gibi (Beda Venerabilis) muhterem bir zat olduğunu düşündüren Belaslatinalı Perfectus Historia Abbatiae Ranae: Eius occasus et ruina (Kurbağa Manastırı Tarihi: Gerileyişi ve Yıkılışı) başlığını verdiği kitabında, dönemin siyasi erkinin adım adım manastırların varolan düzenini, mükemmel olmasa da iyi-kötü işleyen düzenini nasıl değiştirdiğini dile getiriyor, meslektaşlarını/rahip kardeşlerini, bu arada kendisini de hiç sakınmaksızın, kenara çıkarmaksızın el birliğiyle çöküşe giden yolun taşlarının nasıl döşendiğini aktarıyor. Bir “Dixi et salvavi animam meam”[5] durumu denilebilir sanki.

Perfectus’a göre, hikayemiz potestas ordinis’in (düzenin iktidarı) değişmesi ile başlıyor. Manastırlar pek de önemsemiyorlar bu değişimi, zira potestas ordinis’in ve potestas abbatiae’nin (manastırın iktidarı) başka başka şeyler olduğunu düşünüyorlar. Kaldı ki, codex canonicus’ta (Kanonik kanunname; çevirmen “Katolik Kilisesi’nin bir nevi “anayasası”’ diye de eklemiş) aralarındaki ayrım açıkça belirtilmiş ve manastırların özerkliğine dair de açık hükümler var. Diğer yandan, Perfectus’un sonra pişmanlıkla itiraf edeceği üzere, arkasına çekildikleri manastırların kalın duvarlarının onları herşeye karşı koruyacağına inanıyor, populus (halk) nezdinde saygınlıklarına güvenerek aşikar bir entelektüel kibirle kademe kademe yaşanan endişe verici gelişmelere ilgi göstermiyorlar.

Onların bu aymazlığına, şuursuzluğuna karşın, potestas ordinis farklı farklı stratejilerle varolan sistemi değiştirmeye sıvanıyor. Örneğin, eldeki manastırlara catapultarii (mancınıkla gelmişler)[6] olarak adlandırılan, kendi zihniyetlerine yakın rahipleri atamaya başlıyor; bazı eski, köklü manastırları ikiye, üçe bölüyor, yeni görevlendirmelerle önceki kompozisyonu değiştiriyor; rekabet unsuru mantığıyla abbatiae privilegiariae (imtiyazlı, ayrıcalıklı manastırlar) diye nitelenen yapılar kuruyor; una abbatia in unaquaque viculus (her köye bir manastır) politikası uyarınca yeni manastırlar açıyor, her ne kadar buralardaki koşullar son derece yetersiz olsa da... Bir yandan da, fikirlerinden veya karakterlerinden hoşlanmadığı rahiplerden inquisitio (Engizisyon, soruşturma), expulsio (kurumdan çıkarma, ihraç), excommunicatio (topluluktan çıkarma, kiliseden atılma, aforoz) gibi mekanizmalar sayesinde kurtuluyor tabii; bu bazen decretum pontificale extra ordinem’lerle (fevkalade pontifikal kararname) kitlesel düzeyde de yaşanabiliyor.

Çarkın çok önemli bir dişlisi de şüphesiz başrahip seçimleri. Başta, manastırların yukarıda bahsedilen özgüvenini haklı çıkarır biçimde hiç karışılmıyor başrahip seçimlerine. İkinci safhada, bir sonraki seçim döneminde ilk devrenin/eski düzenin kadroları yavaş yavaş elimine ediliyor, manastır içinde sevilen, sayılan, liyakat sahibi, ama siyasal iktidarla da ters düşmeyen isimler öne çıkarılıyor. Üçüncü safhaya gelindiğinde, iktidara yakın, fakat yine de manastır camiasından, geleneğe vakıf şahıslar başrahip atanıyor; gözden, dolayısıyla ikbalden düşen ikinci safha yöneticileri şaşkın, neyi yanlış yaptıklarını anlamaya çalışırlarken. Dördüncü ve son safhada ise, sıra üçüncü safhanın muktedirlerine geliyor: artık tamamen potestas ordinis’in adamları duruma hakim. İkinci, üçüncü safhanın sabık başrahipleri ya da onların yanıbaşındaki yöneticiler de varılan yerden çoğunlukla rahatsız aslında, ama olan olmuş neticede. Perfectus’un “Son manastır” diye andığı en prestijli manastıra bir sene önce oraya rahip olarak dahi girecek niteliklere haiz olmayan birinin başrahip olarak atanması nihai nokta, sürecin şahikası.

Duruyor, düşünüyor, niye böyle olduğunu anlamaya çalışıyor Belaslatinalı dostumuz. İnsani hırslara aklı eriyor veya ideolojik saiklerle hareket edenleri görüyor sözgelimi. Aralarında equi Troiani (Truva atları) dedikleri rahip kardeşlerinin varlığını da anlayabiliyor (aslında biliyor ki bu kişiler değer yargıları, yaşayışları itibarıyla iktidar sahiplerinden çok farklılar, fakat sistemde kalabilmek, dahası yükselebilmek için –en azından görünürde, göz önündeyken- kendi kendilerini reddediyorlar. Ve şayet kıskançlık yapmıyorsa Perfectus, bu grubun mensupları ciddi oranda eski sistemin normlarına göre hiç bir yere gelemeyecek olan çapsızlar, yeteneksizler, tembeller). Ama tüm bunların ötesinde vardığı sonuç şu:

“Korktuk. Dünya nimetlerinden vazgeçip, manastırlara kapanan biz rahiplerin, meğerse yitirecek ne kadar da çok şeyi varmış! Başkalarına sadece Tanrı’dan korktuğumuzu söyleyip gerçekte kendi gölgemizden korktuk! Başkalarına ‘devotus Deo’ olduğumuzu söyleyip, kendimizi nelere nelere adadık! Kendimizin ‘servus Dei’ olduğunu ilan edip, kimlere kimlere hizmet ettik! Manastırlarımızın kapısına ‘non sub homine, sed sub Deo et lege’ yazıp kimlere kimlere itaat ettik!”

Şunu da hüzünle, pişmanlıkla düşünür Perfectus: vaktiyle tüm rahip kardeşleriyle birlikte manastırın kalın duvarlarının onları koruyacağına iman etmişlerdir, ama onlar kuruma kimliğini veren değerleri korumak, sahip çıkmak, manastırı manastır kılan özellikler için ne yapmışlardır acaba? Ve susarak, zamanında tavır almayarak ölümcül sessizlikleriyle tüm yaşananlara ortak olmamışlar mıdır...

Eskiler hikaye etmeye başlarken “Kişi kişiye, yer yere benzer” diye söze girerler.[7] Perfectus Belaslatinas ise –belli ki Horatius’tan ilham alarak– diyeceklerini şöylece bağlıyor: “Belki de bazılarınız anlattığım hikayeye inanmadınız. “Quid non credis? Mutato nomine ac tempore et de te fabula narratur”’ (Neden inanmıyorsun? İsimleri ve tarihleri değiştir, anlatılan senin hikayendir!).


[1] Siyakat yaygın olarak mali kayıtların tutulmasında kullanılır, kimi erbabı bir nev’i şifre gibi düşünülebileceğini söyler. Öyle ki, siyakatte ihtisas sahibi olan araştırmacının zamanla diğer, daha basit yazı türlerini okumada zorlandığı da vakidir.

[2] Süreç içerisinde üretilen makalelerden müteşekkil bir çalışmadır Elveda Anayasa, akıcı, rahat okunur bir metin olsa da doğası gereği teknik ağırlıklı kısımları, ortalama okuyucuya sıkıcı gelebilecek bölümleri de vardır. Lakin ilgili okura hiç olmazsa önsözü okumasını şiddetle tavsiye ederim.

[3] Bazen kolay görülür, ancak zordur ders kitapları üretmek. Zira bir yandan metni ilgisini çekecek biçimde, -hele de hukuk gibi bir alanda- terminoloji içinde boğulmaksızın öğrenciye okutmanız gerekir, diğer yandan da mevzunun özünü vermeniz.

[4] Dünyadaki ilk üniversiteler olarak kabul edilen Oxford, Cambridge, Paris, Bologna, Salamanca gibi yerlerin yola çıkış noktası budur.

[5] “Söyledim ve ruhumu kurtardım” olarak çevrilebilir. Muhtemelen en bilinen kullanımı, tutulacak yol üzerine Ferdinand Lassalle ile amansızca mücadele eden Karl Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’nin son cümlesidir. Ancak başka kişilere, çok daha erken yüzyıllara atfedildiği de vakidir: yalnızca bir örnek zikretmek gerekirse, İbrahimi geleneğin, özelde Yahudiliğin kaynak metinlerinden Ezekiel kitabı gibi.

[6] Henüz uçağın, dolayısıyla paraşütün icad edilmediği çağdayız.

[7] Günümüzdeki “Anlatılan kişi ve olayların gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur, varsa da tesadüfidir” notunun arkaik formu olsa gerek. Ben kişisel olarak Attila İlhan’ın yazdıklarını büyük bir aynada gördüğünü, üstelik aynanın dumanlı olduğunu ve olmayan bir şehirde gezindiğini söylemesini severim. Kendisinin şair farkı tabii...