Kırılgan Uygarlık: Çöküşbilime Giriş

Türün çöküşü makul bir ihtimal olarak belirdiğinde oluşacak aciliyet durumu, yavaş ve karmaşık karar alma süreçlerimizle bağdaşmayacaktır. Batı, panik hali içinde özgürlük ve adalet değerlerini ihlal edecektir.

— Michel Rocard, Dominique Bourg, Floran Augagneur (2011)

Gezegeni Nasıl Düzeltiriz? kitabı üzerine yazarken odaklandığım temel mesele, “henüz geç değil” vurgusuydu: bireysel ve toplumsal eylemlerle gezegenin felaket rotasını değiştirmek hâlâ mümkün olabilir.

Krizler, felaketler, çöküşler, tükenişler… Kıyamet, dünyada olup biten şeylerin aktarıldığı günlük haberlerin arka planında kendini hissettiriyor. Ama bu felaket dalgasının arkasındaki büyük kriz hakkında konuşmaktan hâlâ kaçınıyoruz.

Henüz geç değil…

Ama ya geç kalırsak?

İşte Servigne ile Stevens’ın “Her Şey Nasıl Çöker? – Şimdiki Nesiller İçin Çöküşbilim Elkitabı” adlı eseri tam da bu noktada devreye giriyor. Yazarlar, medyanın sürekli felaket haberleri üretmesine rağmen, uygarlığın bütünsel çöküşü üzerine konuşmaktan kaçındığımızı hatırlatıyor. Bu sessizlik, “felaket tellallığı”yla suçlanan bilim insanlarının sesini bastırıyor; ama aynı zamanda insanlığın geleceğini ilgilendiren en kritik sorunun da üstünü örtüyor: Ya gerçekten çöküş başladıysa?

Umut ve eylem repertuvarı, uyarıcı dille yan yana geldiğinde ortaya sarsıcı bir tablo çıkıyor: Umutla harekete geçmek mi, yoksa çöküşün kaçınılmaz zincirleme etkilerine hazırlık yapmak mı? Her iki kitabı bir arada okumak, belki de çağımızın en kritik ikilemini görünür kılıyor.

Bu noktada Servigne ve Stevens, bizi bir metafor aracılığıyla düşünmeye davet ediyor: Uygarlık, aslında hızla ivmelenen bir araç gibi yol alıyor. Başta yavaş ve kontrollü görünen bu yolculuk, II. Dünya Savaşı sonrasında keskin bir hızlanmaya geçti. Ancak direksiyon hâlâ elimizde mi, yoksa aracın kontrolünü çoktan kaybetmeye mi başladık? Bu sorunun farkında mıyız? Bilemiyorum…

İvmelenen Araç

Servigne ve Stevens, kitabın ilk bölümünde uygarlığın büyümesini bir araba metaforuyla anlatıyor. Sanayi çağının başında yola çıkan bu araç, başta yalnızca birkaç ülkenin içinde bulunduğu, yavaş ama istikrarlı bir yolculuktu. Fakat II. Dünya Savaşı sonrasında hız göstergesi sınırları zorlamaya başladı; bugünse motor teklemeleriyle ilerleyen, “nereye gittiğini bilmeden hızlanan” bir araç haline geldi. Yazarların “büyük ivmelenme” adını verdikleri bu dönem, nüfus artışından enerji tüketimine, gıda güvenliğinden biyosfer kayıplarına kadar onlarca alanda keskin bir yükseliş grafiğiyle kendini gösteriyor[1] [2].

Matematiksel olarak bakıldığında bu ivme, aslında taşıma kapasitesi kavramıyla sınırlı. Ekolojide her sistemin bir üst sınırı vardır; nüfus, enerji ve tüketim bu sınırı aştığında, kısa vadeli büyüme uzun vadeli çöküşün habercisine dönüşür. Yazarlar, işte bu sınırların çoktan zorlanmakta olduğunu; “göstergelerin ibresinin sallandığını” vurguluyor. Dahası, Hartmut Rosa’nın “ivmelenme toplumu” kavramına da gönderme yaparak, yalnızca ekosistemlerin değil, toplumsal hayatın da hızın baskısı altında kırılganlaştığını hatırlatıyor[3].

Bugün elimizdeki veriler çarpıcı: 1950’den bu yana insan nüfusu üçe katlandı, enerji tüketimi 27 kat arttı, endüstriyel cevherlerin çıkarılması 27 katına, sanayi hammaddelerinin çıkarılması ise 34 katına çıktı[4]. Kısacası, araç hızlandıkça yol daralıyor, direksiyon hâkimiyeti kayboluyor ve önümüzdeki virajın bizi nereye savuracağını kestirmek güçleşiyor.

Bu ivmelenme, yalnızca grafiklerde değil, dünyanın en yaşamsal ekosistemlerinde de gözlemleniyor. Geride bıraktığımız son beş yılda Amazonlar’dan Akdeniz’e uzanan geniş coğrafyalarda deneyimlenen orman yangınları[5], ve bu yıl Akdeniz’de daha da artarak devam edenler, gezegenin “akciğerleri” olarak kabul edilen bu ekosistemleri her yıl daha şiddetli biçimde tehdit ediyor. Tıpkı salgın döneminde insanın akciğer yetmezliğiyle sınanması gibi, dünya da kendi nefesini kaybediyor. Motoru hızlanan, hararet göstergeleri üst sınıra dayanan bir aracın soğutma sistemi nasıl çökerse; gezegenin akciğerlerinin yanması da uygarlığın ivmelenen krizinin en somut işaretlerinden biri.

Yoldan Çıkmak: Aşılabilir Hudutlar

Her ekonomik sistem sonsuz büyümeyi hedefler; fakat ekolojinin diliyle konuşursak, her sistemin görünmez ve aşılamaz sınırları vardır. İklim, ekosistemler ve gezegenin biyokimyasal döngüleri, bu hudutların en kritik olanlarıdır. Onları zorlamak, çoğu zaman geri dönüşsüz sonuçlar yaratır. Yazarlar bu noktada bir araba metaforunu kullanıyor: hızla yol alan araç, ibrenin titreştiği anda çökmez, ama önünde görünmez engeller vardır. Direksiyon hâkimiyeti kaybolduğunda sonuç, ani ve yıkıcı olur.

Hudutların aşılması, yalnızca “daha fazla felaket” demek değildir; aynı zamanda öngörülemez zincirleme etkilerle yüzleşmek anlamına gelir. Bugün elimizdeki veriler, bu eşiğin çoktan aşılmakta olduğunu gösteriyor: insan nüfusu artıyor, sıcaklık rekorları kırılıyor, ekosistemler çöküyor. IPCC raporları ortalama sıcaklıkların bu yüzyılda 2 °C’nin üzerine çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu; bu senaryonun bile büyük felaketler zinciri yaratabileceğini belirtiyor[6].

Ama mesele yalnızca gelecek nesiller değil, bugünün dünyasıdır. Daha yoğun sıcak dalgaları, kuraklıklar ve tarımsal kayıplar halihazırda milyonlarca insanı etkiliyor. 2003’te Avrupa’da 70 bin insan sıcak hava dalgası nedeniyle hayatını kaybetti[7]. Benzer şekilde Rusya’da 2010 yazında yaşanan kuraklık, tarımsal üretimi %25 oranında düşürdü ve ülke ekonomisine 15 milyar dolar kaybettirdi[8].

Ancak biyoçeşitlilik boyutu daha da çarpıcıdır. Pollinatörlerin (tozlayıcıların) çöküşü gıda güvenliğini tehdit ederken[9], deniz ekosistemlerinde görülen kitlesel tür kayıpları “denizlerin sessizleşmesi” olarak tanımlanıyor[10]. Biyoçeşitliliğin azalması yalnızca “insana fayda” penceresinden bakıldığında değil, türlerin kendi başına yaşam hakkı açısından da bir krizdir.

Burada önemli bir gerilim ortaya çıkıyor: Yazarlar, ekosistemlerin çöküşünü çoğu zaman insan merkezli senaryolarla tartışıyor, gıda kıtlığı, göç, toplumsal istikrarsızlık gibi. Bu, okuru uyarmak için anlaşılır bir strateji. Ancak aynı zamanda bir eksikliği de açığa çıkarıyor: insan-dışı varlıklarla empati yetisi. Gezegeni Nasıl Düzeltiriz? kitabı üzerine yazarken de belirttiğim gibi, uygarlığın kırılganlığını anlamak yalnızca insan güvenliğiyle değil, tüm canlıların bağımsız yaşam hakkını kabul etmekle mümkün olabilir.

Barnosky ve arkadaşlarının belirttiği gibi, yaklaşan şey yalnızca bir iklim krizi değil, biyosferin bütününde bir rejim değişimidir[11]. Yani mesele, “insanlığın sonu” değil, gezegen ölçeğinde yaşamın bambaşka bir düzene savrulma ihtimalidir. Bu nedenle çöküşbilim, yalnızca hudutların aşılmasıyla ortaya çıkacak insani krizleri değil, yaşamın bütünsel kırılganlığını da dikkate almak zorundadır.

Aynanın Ardında Kalan Hayat

Servigne ve Stevens kitabın ilerleyen bölümlerinde insan merkezli bir şekilde gezegenin içinde olduğu duruma bakarken, özellikle kitabın sonlarında, “çöküşün ortasında insan nerededir?” sorusunu masaya yatırıyor. Nüfus artışından kaynak kıtlıklarına, savaş ihtimallerinden psikolojik inkâra kadar farklı açılardan insanın kırılganlıklarını tartışıyorlar. Ancak dikkat çekici olan, bütün bu sorgulamaların çoğunlukla insan-merkezli kalması. Çöküşün biyosferi nasıl etkilediği, türlerin yok oluşu veya ekosistemlerin geri dönüşsüz kaybı, daha çok insanın yaşayacağı acılar ve krizler üzerinden anlamlandırılıyor.

Oysa ekolojik çöküş yalnızca insanın değil, insan-dışı canlıların da varoluş meselesi. Kitapta yer alan geniş veri ve referanslar (tür kayıpları, ekosistem çöküşleri, biyosferdeki geri dönülmez eşikler) çoğu kez insan demografisi, toplumsal huzursuzluk ve politik kırılmaların arka planı olarak işleniyor. Yazarlar, insanın psikolojik tepkilerini, felaket karşısında sergileyebileceği dayanışmayı ya da bencilliği ayrıntılı biçimde ele alırken; doğanın kendisine yönelik empati daha sınırlı bir yer buluyor. Bu, kitabın güçlü yanını, yani çöküşün insana doğrudan dokunuşunu görünür kılmasını, aynı zamanda en zayıf noktasıyla, yani doğa ile aramızdaki empati eksikliğini yeniden üretmesiyle yan yana getiriyor.

Belki de çöküşbilimden çıkarılacak en büyük ders, uygarlığın nereye savrulacağını tartışırken yalnızca insanı değil, onunla birlikte yok olma eşiğinde duran bütün canlıları da düşünmek gerektiğidir. Çöküşün aynasında gördüğümüz yalnızca kendi suretimiz olmamalı; aksi halde bu aynanın ardında kalan hayatı çoktan kaybetmiş olacağız.


[1] Steffen, W., Broadgate, W., Deutsch, L., Gaffney, O., & Ludwig, C. (2015). The trajectory of the Anthropocene: The Great Acceleration. The Anthropocene Review, 2(1), 81–98. - Bu çalışma, 1950 sonrası dönemde insan faaliyetlerinin (nüfus artışı, enerji tüketimi, tarımsal üretim, biyoçeşitlilik kaybı vb.) ivmelenmesini gösteren 24 küresel gösterge üzerinden uygarlığın “büyük hızlanma” çağını tanımlar.

[2] Meadows, D. H., Meadows, D. L., Randers, J., & Behrens III, W. W. (2004). Limits to Growth: The 30-Year Update. Chelsea Green Publishing. - MIT’de hazırlanan bu sistem dinamikleri modeli, büyümenin ekolojik ve kaynak sınırlarına çarptığında nasıl çöküş senaryoları üreteceğini simülasyonlarla göstermiştir. 1972’de ilk yayımlandı, 1992 ve 2004’te güncellendi. Çöküşbilim tartışmalarında hâlâ temel referans kabul ediliyor.

[3] Rosa, H. (2013). Social Acceleration: A New Theory of Modernity. Columbia University Press. - Bu yayın, modern toplumların temel dinamiğini “ivmelenme” olarak tanımlar. Ona göre yalnızca teknolojiler değil, toplumsal ilişkiler, iletişim hızları, yaşam tempoları ve bireysel deneyim alanları da sürekli hızlanmaktadır. Bu hızlanma, hem ekolojik hem de psikososyal açıdan sürdürülemez bir gerilime yol açar: İnsanlar zamanın hiç yetmediği, her şeyin hızla değiştiği bir “ivmelenme baskısı” içinde yaşar.

[4] Krausmann, F., Gingrich, S., Eisenmenger, N., Erb, K. H., Haberl, H., & Fischer-Kowalski, M. (2009). Growth in global materials use, GDP and population during the 20th century. Ecological Economics, 68(10), 2696–2705. - Araştırma, 20. yüzyıl boyunca küresel materyal kullanımı (fosil yakıtlar, mineraller, biyokütle vs.), GSYİH ve nüfus artışını karşılaştırıyor. Veriler, 1900–2005 arasındaki dönemi kapsıyor. Bulgulara göre: Nüfus yaklaşık 4 kat artıyor, küresel ekonomi (GSYİH) 20 kat büyüyor, materyal kullanımı ise 8 kat artıyor. Özellikle 1950 sonrası “Büyük İvmelenme” dönemiyle birlikte, enerji ve materyal tüketiminde adeta sıçrama yaşanıyor.

[5] Amazon yangınları ne anlama geliyor? - Utku Perktaş: https://yetkinreport.com/2020/10/26/amazon-yanginlari-ne-anlama-geliyor/

[6] Intergovernmental Panel on Climate Change (IPCC). Climate Change 2014: Synthesis Report. Contribution of Working Groups I, II and III to the Fifth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change. Edited by Core Writing Team, R.K. Pachauri ve L.A. Meyer. Geneva: IPCC, 2014.

[7] Robine, Jean-Marie, Siu Lan K. Cheung, Sophie Le Roy, Herman Van Oyen, and François R. Herrmann. Death toll exceeded 70,000 in Europe during the summer of 2003. Comptes Rendus Biologies 331, no. 2 (2008): 171–178. - Bu makale, 2003 yazında Avrupa’da yaşanan aşırı sıcak dalgasının ölüm bilançosunu inceliyor. Sonuç: Yaklaşık 70.000 ek ölüm kaydedildi. Çalışma, sıcak dalgalarının insan sağlığı üzerindeki ölümcül etkilerini gösteren en kritik kaynaklardan biri kabul ediliyor. Bu yüzden hem iklim değişikliği hem de kırılgan toplumsal sistemler tartışmalarında çokça atıf alıyor.

[8] Barriopedro, David, Ernesto M. Fischer, Jürg Luterbacher, Ricardo M. Trigo, and Ricardo García-Herrera. The hot summer of 2010: Redrawing the temperature record map of Europe. Science 332, no. 6026 (2011): 220–224. - Çalışma, 2010 yazında Avrupa’da yaşanan olağanüstü sıcak dalgasını inceler. Bu sıcak dalgası, 2003’teki gibi on binlerce ek ölüme yol açmış ve kıtanın sıcaklık rekorlarını yeniden yazmıştır. İklim verilerinin istatistiksel analizine dayanarak, bu tür aşırı olayların sıklığının ve şiddetinin iklim değişikliğiyle artacağı vurgulanır.

[9] Levé, J. M., ve diğ. “The Sudden Collapse of Pollinator Communities.” Ecology Letters 17, no. 3 (2013): 350–359. - Makale, tozlayıcı topluluklarının ani çöküşlerini inceliyor. Özellikle bal arılarının ve yabani arıların popülasyonlarında gözlemlenen dramatik düşüşler, biyoçeşitliliği ve tarımsal üretimi doğrudan tehdit eden bir kriz olarak değerlendiriliyor. Çalışma, bu çöküşün tek bir faktörle değil; pestisitler, hastalıklar, habitat kaybı ve iklim değişikliğinin birleşik etkileriyle ortaya çıktığını ortaya koyuyor. “Community collapse” (topluluk çöküşü) kavramı, yalnızca tek tür kaybı değil; bir ekolojik ağın tamamında zincirleme bir bozulmaya işaret ediyor.

[10] McCauley, Douglas J., Malin L. Pinsky, Stephen R. Palumbi, James A. Estes, Francis H. Joyce, ve Robert R. Warner. “Marine Defaunation: Animal Loss in the Global Ocean.” Science 347, no. 6219 (16 Ocak 2015): Article 1255641. - Bu makalede yazarlar, denizlerde yaşanan hayvan kayıplarını (defaunasyon) detaylı bir şekilde inceliyor: Kıyı balıkçılığı ve sanayileşmenin deniz canlılarını dramatik biçimde azalttığını; deniz türlerinde kitlesel yok oluşlar söz konusu olmasa da, nüfus yoğunluklarının insan etkisiyle düşüş yaşadığını ve bu azalmanın, yemek zincirlerini etkileyerek ekosistem işleyişinde bozulmaya yol açtığını ve evrimsel değişimlere neden olduğunu vurguluyor.

[11] Barnosky, Anthony D., Elizabeth A. Hadly, Jordi Bascompte, Eric L. Berlow, James H. Brown, Mikael Fortelius, Wayne M. Getz, John Harte, Alan Hastings, Pablo A. Marquet, Nils D. Martinez, Arne Mooers, Peter Roopnarine, Geerat Vermeij, John W. Williams, Rosemary Gillespie, Justin Kitzes, Charles Marshall, Nicholas Matzke, David P. Mindell, Eloy Revilla, and Adam B. Smith. “Approaching a State Shift in Earth’s Biosphere.” Science 336, no. 6081 (2012): 648–652. - Makalenin temel mesajı şöyle özetlenebilir. Küresel ölçekli ekosistem geçişleri; yazarlar, insan etkinliklerinin gezegenin biyosferinde devrilme noktaları (tipping points) oluşturduğunu ileri sürüyor. Yerel değişimlerin küreselleşmesi; normalde lokal düzeyde gerçekleşen ekolojik değişimlerin, birbirine bağlılık nedeniyle küresel bir “state shift” (durum değişimi) yaratabileceği vurgulanıyor. Karşılaştırmalı argüman; jeolojik geçmişte, örneğin Buzul Çağı sonrası yaşanan büyük geçişler gibi, günümüzde de insan etkisiyle aynı ölçekli bir dönüşüm yaşanabileceği öne sürülüyor. İvme ve kritik eşikler; nüfus artışı, arazi kullanımındaki değişim, fosil yakıt tüketimi ve biyolojik çeşitlilik kayıpları, bu eşiğe doğru hızla ilerlediğimizin işaretleri olarak değerlendiriliyor.