Kadın doğulmaz:[i]
Kadınların ezilişini materyalist ve feminist[1] kavramlarla analiz edersek, bu sayede, kadınların doğal bir topluluk, yani “özel bir türden bir toplumsal grup: doğal olarak algılanan, bedeni içerisinden maddi olarak özgül bir insan topluluğu”[2] olduğu fikrini yok ederiz. Analizin fikirler düzleminde tamamladığını, eylem olgular düzleminde gerçekleştirir: sırf var oluşu itibariyle lezbiyen bir toplum[3], kadınları “doğal bir grup” olarak oluşturan yapay (toplumsal) olguyu yok eder; lezbiyen bir toplum, kadınların nesnesi olduğu bölünmenin politik olduğunu ve ideolojik düzeyde “doğal bir grup” olarak yeniden yaratıldığımızı kanıtlar. Kadınların durumunda ideoloji ileri gidiyor, çünkü düşüncelerimiz kadar fikirlerimiz de bu düzenlemenin sonucu. Bedenimizde ve düşüncemizde, her hatlarımızla bizim için tasarlanmış doğa fikrine uyum sağlamaya zorlandık. O kadar sahteleştirildik ki, biçimsizleştirilmiş bedenimize “doğal” deniyor, ezilişimizin öncesinde bu şekilde var olduğu kabul ediliyor. O kadar sahteleştirildik ki, sonuç olarak ezilişimiz bizdeki bu “doğa”nın (bu doğa bir fikirden başka bir şey değil) sonucuymuş gibi gözüküyor. Materyalist bir analizin akıl yürütme yoluyla tamamladığını lezbiyen bir toplum somut olarak gerçekleştiriyor: “kadınlar” diye bir doğal grup yoktur (biz lezbiyenler bunun canlı, fiziksel bir kanıtıyız). Ama bireyler olarak da, bizim için, Simone de Beauvoir için olduğu gibi, bir mitten başka bir şey olmayan “Kadın”ı tartışmaya açıyoruz. “Kadın doğulmaz, kadın olunur. Hiçbir biyolojik, psişik, ekonomik yazgı insan dişisinin toplumda büründüğü figürü tanımlamıyor; eril ve hadımın ortasındaki, dişil diye nitelenen ürünü hazırlayan şey, medeniyetin bütünüdür”[4].
Buna rağmen, burada ve başka yerlerde feminist ve lezbiyen/feministler, kadınların ezilişinin temelinin tarihsel olduğu kadar biyolojik de olduğunu düşünmeye devam ediyor. Hatta içlerinden bazıları köklerini Simone de Beauvoir’da bulduklarını iddia ediyorlar[5]. Annelik hakkına, vahşi ve kaba erkek ava gitmekle yetinirken (biyolojik bir eğilim yüzünden) kadınların medeniyeti yarattığı (biyolojik bir eğilim yüzünden) bir tarihöncesine yapılan göndermeler, erkek sınıfının şu ana kadar ürettiği biyolojikleştirilmiş tarih yorumuyla uyumluluk içindeler. Bu tür göndermeler kadın ve erkeklerde ayrımı açıklamak için toplumsal olguların dışına kaçan biyolojik bir sebep aramaktan ibaret olan yöntemin ta kendisine aittirler. İnsan toplumunun başlangıcının veya temelinin zorunlu olarak heteroseksüele dayandığını varsaymasından dolayı bu bakış açısı benim gözümde kadınların ezilişinin lezbiyen/feminist bir analizinin başlangıç noktası olamaz. Anaerki ataerkiden daha az heteroseksüel değildir: sadece baskıcının cinsiyeti değişir. Bu anlayış sadece cinsiyet kategorilerinin (kadın ve erkek) esiri olmakla kalmayıp; kadını tanımlayan tek şeyin bir çocuk yapma kapasitesi (biyoloji) olduğu fikrini sürdürüyor. Ve lezbiyen bir toplumda olgular ve yaşam biçimleri bu teorinin tersini gösterse de bazı lezbiyenler “kadınların ve erkeklerin ayrı türlere veya ırklara (iki kelime birbirinin yerine kullanılabilir) ait olduğunu; erkeklerin biyolojik düzlemde kadınlardan aşağı olduğunu; erkek şiddetinin önüne geçilmez bir biyolojik olay olduğunu”[6] ileri sürüyorlar. Bu şekilde, kadınlar ve erkekler arasında “doğal” bir ayrım olduğunu kabul edersek, tarihi doğallaştırır, sanki kadınlar ve erkekler hep var olmuş ve hep var olacaklarmış gibi davranmış oluruz. Ve tarihle beraber ezilişimizi gösteren toplumsal olayları doğallaştırırız, bu da her tür değişimi imkansız hale getirir. Örneğin, çocuk yapma eylemini zoraki bir üretim olarak görmek yerine, toplumlarımızda doğumların planlandığını (demografi) unutarak, “savaş dışında” bu denli önemli bir ölüm riski[7] taşıyan tek etkinlik olmasına rağmen bizzat çocuklar üretmeye programlandırıldığımızı unutarak, buna “doğal”, “biyolojik” bir süreç olarak bakmış oluruz.
Dolayısıyla, “bilinçlice veya kendiliğinden, yaratıcı dişil eylem[8] olarak kadınların hayat boyu kendilerini adadığı, yüzyıllardan beri sürüp gelen dünyaya getirme zorunluluğundan kendimizi kurtarmaktan aciz” olduğumuz sürece, çocuk üretiminin kontrolü sadece bu üretimin maddi araçlarının kontrolünden çok daha öteye gidecek. Bu kontrole sahip olmak için, kadınlar ilk önce kendilerine dayatılan “Kadın” kavramından sıyrılmalıdır.
Materyalist feminist bir analizin gösterdiği şey, ezilişimizin sebebi veya kökeni olarak gördüğümüz şeyin gerçekte sadece ezenin ezilene dayattığı bir “işaret”[9] olduğudur: bizim durumumuzda “kadın miti”[10], artı kadınların sahiplenilmiş bilinçlerindeki ve bedenlerindeki maddi belirtileri ve etkileri. İşaretin var oluşu ezilişin öncesine dayanmaz: Colette Guillaumin ırk kavramının köleliğin sosyo-ekonomik gerçekliğinden önce var olmadığını – en azından modern anlamında, çünkü o zamanlar ırk ailelerin soyunu adlandırıyordu (zaten o dönemde sadece “iyi ırk”a ait olunabilirdi) – gösterdi. Oysaki günümüzde ırk ve cinsiyet dolaysız bir veri, duyusal bir veri, bir “fiziksel özellikler” bütünü olarak kavranmakta. Her düşüncenin öncesinde varmış, doğal bir düzenin parçasıymış gibi görünmekte. Ama dolaysız ve fiziksel bir algılama zannettiğimiz şey mitik ve karmaşık bir yapıdan başka bir şey değil, fiziksel özellikleri (kendi içerisinde tüm başkaları kadar önemsiz, ama toplumsal sistem tarafından işaretlenmiş) algılandıkları ilişkiler ağı içerisinden yeniden yorumlayan bir “düşsel oluşum”[11]. (Siyah olarak görülüyorlar, dolayısıyla siyahlar; kadın olarak görülüyorlar, dolayısıyla kadınlar. Ama bu şekilde görülmeden önce siyah, kadın yapılmaları gerekliydi.) Lezbiyen bir bilince sahip olmak, “Kadın”ın Kadın Özgürleşmesi Hareketi öncesi eski güzel günlerde bizim için ne kadar “doğaya aykırı”, zorlayıcı, tamamen baskıcı ve yıkıcı olduğunu hiçbir zaman unutmamaktır. Bu siyasi bir zorunluluktu ve buna karşı koyanlar “gerçek” kadınlar olmamakla suçlanıyordu. Ama o zamanlar biz bundan gurur duyuyorduk, çünkü suçlamanın kendisinde bir zafer gölgesi belirmişti bile: ezenler “kadın” olmanın apaçık bir şey olmadığını itiraf ediyordu, ne de olsa kadın olmak için “gerçek” bir kadın olmak lazımdı (ya diğerleri?). Aynı hamleyle bizi erkek olmak istemekle suçluyorlardı. Bugün Kadın Özgürleşmesi Hareketi bağlamında bazı feministler ve, maalesef, kendilerine git gide daha “kadınsı” olmayı siyasi bir hedef olarak seçen birtakım lezbiyenler, bu çifte suçlamaya dört elle sarılıyorlar. Halbuki kadın olmayı reddetmek erkek olmayı istemek anlamına gelmez. Dahası, en başarılı “kabadayı”yı örnek olarak alırsak – en çok tiksinti uyandıran klasik örnek – yabancılaşmasının kadın olmak isteyenin yabancılaşmasından ne farkı var? En azından bir kadın için erkek olmayı istemek başlangıçtaki programlamasından kaçtığını gösterir. Ama böyle bir kadın tüm gücüyle istese bile bir erkek olamaz. Çünkü erkek olmak bir kadından sadece bir erkeğin dış görünüşüne sahip olmayı değil (bu kolay bir iş) ama aynı zamanda bir erkeğin bilincine, yani ömrü süresince en az iki “doğal” köle hakkına sahip birinin bilincine sahip olmayı gerektirir. Bu imkansızdır ve tam da bu yüzden, lezbiyenlerin ezilişinin bir şekli kadınları bize erişilmez kılmaktan geçer, çünkü kadınlar erkeklere aittir. Bu yüzden bir lezbiyen başka bir şey olmalıdır, ne kadın, ne erkek, “doğa”nın değil toplumun bir ürünü, çünkü toplumda “doğa” yoktur.
Heteroseksüel olmayı (veya kalmayı) reddetmek hep, bilinçli veya bilinçsiz olarak, bir kadın veya (eşcinsel erkekler için) bir erkek olmayı reddetmek anlamına gelmiştir. Bunu lezbiyenlerin, hatta lezbiyen olmayanların çoğu, lezbiyen ve feminist hareketin başlangıcından önce bile biliyorlardı. Yine de, Andrea Dworkin’in belirttiği gibi, çok sayıda lezbiyen birkaç zamandır “bizi köleleştirmiş olan ideolojinin kendisini git gide daha kitlesel bir biçimde dişi biyolojik gücünün dinamik, dini, psikolojik olarak zorlayıcı bir yüceltmesine dönüştürmeye çalıştı”[12]. Böylece lezbiyen ve feminist hareketin birkaç yolu, üzerimizde egemenlik sahibi olan sınıf tarafından özellikle yaratılmış ve sayesinde doğal bir grubun içine düşürüldüğümüz kadın mitine çıkıyor. 1949’da Simone de Beauvoir kadın mitini yıkıyordu. Bundan on yıl evvel, cinsiyetsiz bir toplum[13] için savaşmak üzere ayaktaydık. Bugünse yeniden bilindik “kadın-olmak-muhteşem-bir-şey” çıkmazının tuzağına yakalandık. 1949’da Simone de Beauvoir tam da bu mitin (kadınlar – erkeklerden – farklıdır) görünümlerinden iyi olanlarını seçip kadınları tanımlamakta kullanmaya dayanan yanlış bilinci gözler önüne seriyordu. “Kadın-olmak-muhteşem”i hayata geçirmek, kadınları tanımlamak için ezilişimizin bize ödül olarak verdiği en iyi özellikleri (ki o kadar da iyi değiller) seçmektir, doğa verileri değil politik kategoriler olan kadın ve erkek kategorilerini radikal olarak gözden geçirmek değil. Bu bizi “kadınlar” sınıfı içerisinde, diğer sınıfların yaptığı gibi sınıfımızın yok olması için değil, kadının korunması ve güçlendirilmesi için savaşmak durumunda bırakıyor. Bizi hoşnutlukla özgüllüğümüz üzerine “yeni” teoriler geliştirmeye götürüyor; bu şekilde edilgenliğimizi “şiddetsizlik” olarak adlandırıyoruz. Halbuki politik mücadelemizin temeli pasifliğimize (aslında, haklı korkumuz) karşı koymak olmalıdır. “Feminist” teriminin anlam belirsizliği tüm durumu özetliyor. “Feminist” ne demek? Feminist “kadın” kelimesinden türemiştir ve “kadınlar için mücadele eden biri” demektir. Çoğumuz için bu “bir sınıf olarak kadınlar için ve bu sınıfın yok olması için savaşan biri” anlamına geliyor. Birçokları içinse, “kadının korunması için savaşan” biri demek – yani bu mitin güçlendirilmesi için.
En ufak bir anlam belirsizliği içeriyorsa neden “feminist” kelimesini seçtik? On yıl önce kendimizi “feminist” olarak adlandırmayı seçtik, ne kadın mitini korumak veya güçlendirmek ne de kendimizi, ezenin bizi tanımlayışıyla özdeşleştirmek için: hareketimizin bir tarihi olduğunu iddia etmek ve ilk feminist hareketle aramızdaki siyasi bağlantının altını çizmek için.
Demek ki “feminizm” kelimesine verdiği anlam için bu hareketi sorgulamak gerekir. Feminizm geçtiğimiz yüzyılda doğa/kültür, kadın/toplum konularına dair çelişkilerinin üstesinden gelemedi. Kadınlar bir grup olarak kendileri için savaşmaya başladılar ve haklı olarak tüm kadınların ezilişlerinden gelen ortak özelliklere sahip olduklarını savundular. Ama onların gözünde bunlar toplumsal özelliklerden ziyade biyolojik ayırtkanlıklardı. İşi Darwin’in teorilerini benimsemeye kadar vardırdılar. Darwin gibi “kadınların erkeklerden daha az evrimleşmiş olduklarını” düşünmüyorlardı ama erkeklerin ve kadınların doğasının evrim sürecinde ayrıldığını ve toplumun bütününün bu dikotomiyi yansıttığını düşünüyorlardı… İlk feminizmin başarısızlığının sebebi, Darwin’de sadece kadınların aşağılığı fikrine karşı çıkıp bir yandan bu iddianın temellerini kabul etmeleriydi ( özellikle “eşsiz”[14] olarak kadın fikri). Sonuç olarak bu teoriyi feministler değil kadın üniversiteliler yıktı. İlk feministler tarihi çıkar çatışmaları doğrultusunda gelişen dinamik bir süreç olarak ele almayı başaramadılar. Dahası, erkekler gibi, ezilişlerinin sebebinin (köken) kendilerinde bulunduğunu düşünmeye devam ediyorlardı (Siyah’lar arasında bu fikir geçerliliğini yitirmişti). Ve bu ilk cephenin feministleri, birkaç parlak zaferden sonra kendilerini bir çıkmazın içerisinde buldular ve savaşmaya devam etmek için başka sebep bulamadılar. Mantıkdışı “farklılıkta eşitlik” ilkesini destekliyorlardı – tam da şu dönem yeniden doğmakta olan fikir. Bir kez daha bizi tehdit eden tuzağın içine düştüler: Kadın miti.
Dolayısıyla bize eziliş dediğimiz şeyi materyalist terimlerle tanımlamak, kadınları sınıf olarak incelemek, yani “kadın” kategorisi kadar “erkek” kategorisinin de politik kategoriler olduğunu ve dolayısıyla ebedi olmadığını söylemek düşüyor. Savaşımımız politik bir sınıf mücadelesi sırasında bir sınıf olarak erkekleri ortadan kaldırmayı amaçlıyor – bir soykırımı değil. Erkekler sınıfı yok olduktan sonra bir sınıf olarak kadınlar da yok olacaklar, çünkü efendisiz köle olmaz. Demek ki ilk görevimiz, daima “kadınlar”ı (içinden savaştığımız sınıf) “Kadın”dan (mit) özenle ayırt etmek olmalı gibi gözüküyor. Çünkü bize göre Kadın yoktur, hayali bir oluşumdan başka bir şey değildir, fakat “kadınlar” toplumsal bir ilişkinin bir ürünüdür. Ayrıca içimizdeki ve dışımızdaki miti yok etmemiz gerekiyor. “Kadın” her birimiz değil, “kadınlar”ı (bir sömürü ilişkisinin ürünü) inkar eden politik ve ideolojik bir kurgudur. “Kadın”ın tek var oluş sebebi karışıklığa neden olmak ve “kadınlar”ın gerçekliğini örtbas etmektir. Bir sınıf olmak, bir sınıf bilincine sahip olmak için önce en çekici görünümleri de dahil olmak üzere Kadın mitini öldürmeliyiz (Virginia Woolf, bir kadın yazarın ilk görevinin yuvanın meleğini öldürmek olduğunu söylüyordu). Ama kendimizi bir sınıf olarak oluşturmak, bireyler olarak kendimizi yok etmemiz gerektiği anlamına gelmez. Ayrıca kendimizi tarihimizin bireysel özneleri olarak oluşturmanın tarihsel zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Sanırım Kadın’ı “yeniden” tanımlama girişimleri bu yüzden çoğalıyor. Söz konusu olan, hem bireyin hem de sınıfın bir tanımıdır (bu elbet sadece kadınlar için gerekli değil). Çünkü ezilişimizin bilincine vardığımız zaman, kendimizi özne olarak oluşturabileceğimizi (eziliş nesnesinin tersine), ezilişe rağmen birisi olunabileceğini bilmeye ve tecrübe etmeye ihtiyaç duyuyoruz.
Özne ve bireyin sorunu tarihsel bakımdan herkes için zor bir sorudur. Materyalizm tarihindeki son dönüm, bizi siyasi olarak yetiştirmiş bilim Marksizm, “özne”ye dair hiçbir şeyi kabul etmiyor. Marksizm bilgiyi oluşturan deneyüstü özneyi, “katıksız” bilinci, “kendinde” özneyi reddetti. Deneyden önce “kendinde” düşünen her şeyin, maddenin dışında, maddenin öncesinde var olduğu iddia edilen her şeyin, var oluşu için Tanrı’ya, bir ruha veya bir tine ihtiyaç duyan her şeyin sonu tarihin çöp tenekesi oldu. Buna idealizm deniyor. Bireylerse toplumsal ilişkilerin ürünü olduklarından dolayı ister istemez yabancılaşmış bir bilince sahipler (Marx Alman İdeolojisi’nde egemen sınıfların da ezdikleri sınıfları yabancılaştıran fikirlerin direkt üreticileri olmalarına rağmen yabancılaşmaya uğradıklarını belirtiyor. Ama kendi yabancılaşmalarından açık bir avantaj sağladıkları için bundan pek zarar görmüyorlar). Bir de sınıf bilinci var, ama bu bilinç kendi içinde belirli bir özneye gönderme yapamaz, sadece bu sınıfın aynı bilinci paylaşan ve her biri aynı bilince sahip diğer üyeleri gibi sömürünün genel koşullarının niteliklerini taşıyan bir özne söz konusu olabilir. Genelde sınıf sorunları olarak tanımlananlar – bu sorunlarla bir sınıf bilinciyle bile mücadele edilebilir – dışında kalan, pratikteki sınıf sorunlarıysa – örneğin cinsel denen sorunlar – sınıf mücadelesinin nihai zaferiyle beraber yok olacak “burjuva” sorunlar olarak değerlendiriliyorlardı. Kelimenin tam anlamıyla “sınıf mücadelesi” sorunlarına indirgenemeyen sorunları gündeme getiren herkes “bireyselci”, “küçük burjuva”, “öznelci” olarak yaftalanıyordu.
İşte bu şekilde Marksizm ezilen sınıfın üyelerine özne niteliğini reddetti. Böylece Marksizm bu “devrimci bilim”in işçi hareketi ve diğer politik gruplar üzerindeki doğrudan etkisinin siyasi ve ideolojik gücü yüzünden, tüm ezilen kategorilerinin kendilerini özneler (örneğin mücadelelerinin özneleri) olarak oluşturmasını engelledi. Bu şu anlama geliyor: “kitleler” kendileri için değil parti ve organları için savaştı. Ve ekonomik bir dönüşüm meydana geldiğinde (özel mülkiyetin sonu, sosyalist devletin kuruluşu) yeni toplumda devrimci bir değişim olmadı.
Marksizm kadınlar üzerinde iki sonuç doğurdu: kadınlar/erkekler ilişkisini toplumsal olanın dışına çıkarıp “doğal” bir ilişki, annelerin çocuklarıyla ilişkilerinin dışında kuşkusuz tek doğal ilişki haline getirerek ve erkekler ile aralarındaki sınıf çatışmasını “doğal” bir iş bölümü ile gizleyerek (Alman İdeolojisi), kadınların uzun bir süre boyunca kendilerini bir sınıf olarak düşünmelerini ve (dolayısıyla) oluşturmalarını engelledi. Bu, teorik (ideolojik) düzlemdeki sonuç. Pratikte Lenin, parti, bugüne kadarki tüm komünist partiler ve tüm goşist komünist örgütler, kadınların kendi sınıf problemlerinden yola çıkarak düşünme ve gruplaşma girişimlerini daima bölücülükle suçladılar. Biz kadınlar birleşerek halkın gücünü bölüyoruz. Marksistlerin gözünde kadınlar ya burjuva sınıfına ya da işçi sınıfına, yani bu sınıfların erkeklerine “aitler”. Üstelik Marksist teori kadınlara diğer ezilen kategorilerinden daha fazla kendilerini tarihsel özneler olarak oluşturma fırsatı tanımıyor, çünkü Marksizm sınıfların aynı zamanda tek tek bireyler olduğu gerçeğini hesaba katmıyor. Bir sınıf bilinci yetmez. “Özne”, “sınıf bilinci” kavramlarını ve bu kavramların tarihimizle ilişki içerisinde nasıl işlediklerini felsefi (politik) olarak anlamalıyız. Kadınların bir ezilmenin, bir sahiplenilmenin nesneleri olduğunu keşfettiğimizde, bunu kafamızda canlandırabildiğimiz anda, bir soyutlama işlemi aracılığıyla bilişsel özne anlamında özneler oluruz. Ezilişin bilinci sadece ezilişe karşı bir tepki (bir savaş) değildir.
Bu ezilişin bilinci, aynı zamanda toplumsal dünyanın kavramsal olarak yeniden değerlendirilmesi, ezilişin bakış açısından hareketle geliştirilmiş yeni kavramlarla yeniden düzenlenmesidir. Bunu ezilişin bilimi, ezilenler tarafından bilim olarak adlandıracağım. Hepimiz bu gerçekliği anlama işine girişmeliyiz: buna öznel, bilişsel bir uygulama diyebiliriz. Bu uygulama dil üzerinden gerçekleşir, toplumsal gerçekliğin iki düzlemi arasındaki git-gel hareketi gibi (kavramsal gerçeklik ve ezilişin maddi gerçekliği).
Christine Delphy, tarihsel olarak bireysel özneyi materyalist terimlerle tanımlama girişiminin bize düştüğünü gösteriyor. Kuşkusuz bu imkansız gözüküyor, çünkü öznellik ve materyalizm hep birbirlerini dışlamışlardır. Halbuki bir çoğumuzun kadın mitine teslim olması; öznelliğe ulaşmanın hepimiz için gerçek zorunluluğu (Kadın miti sadece hareketimizi yolundan saptırmaya yarayan bir tuzak görevini görüyor), yani her insanın bir sınıfın bir üyesi olmanın dışında bir birey olarak var olma gereksinimi ile açıklanabilir. Bu belki de istediğimiz devrimin gerçekleştirilmesinin ilk şartı, onsuz ne gerçek bir savaşım ne de dönüşüm olabilir. Ama aynı şekilde, sınıf bilinci olmazsa gerçek özne değil, sadece yabancılaşmış bireyler olur. Bu demektir ki, kadınlar konusunda, bireysel özne sorununa materyalist terimlerle karşılık vermek öncelikle, lezbiyenlerin ve feministlerin yapmış olduğu gibi, sözde öznel, “bireysel”, “özel” sorunların aslında toplumsal sorunlar, sınıf sorunları olduğunu, “cinsellik”in kadınlar için bireysel, sübjektif bir dışavurum değil, toplumsal bir şiddet kurumu olduğunu göstermektir. Ama tüm sözde kişisel sorunların aslında sınıf sorunları olduğunu gösterdikten sonra geriye hala yalıtılmış olarak her kadının (mit değil, her birimiz) öznesi sorunu kalıyor. Bu noktada, tüm insanlık için kişinin ve öznenin yeni bir tanımı ancak cinsiyet kategorilerinin (kadın ve erkek) ötesinde bulunabilir; bireysel öznelerin gelişi öncelikle cinsiyet kategorilerinin yıkılmasını, kullanımlarının son bulmasını ve onları temel alan tüm bilimlerin (pratik olarak bütün toplumsal bilimler) reddedilmesini gerektirir, diyebiliriz.
Ama “Kadın”ı yok etmek, kendimizi fiziksel olarak yok etmeyeceksek, lezbiyenliği bütün cinsiyet kategorileriyle beraber yok etmeyi amaçladığımız anlamına gelmez, çünkü şimdilik lezbiyenlik bize özgür yaşayabileceğimiz tek toplumsal formu sunuyor. Ayrıca “lezbiyen” cinsiyet (kadın ve erkek) kategorilerinin ötesinde yer alan tek kavram, çünkü adlandırılan özne (lezbiyen) ne ekonomik ne politik ne de ideolojik olarak bir kadın DEĞİLDİR. Çünkü kadını kadın yapan şey, bir erkekle özel bir ilişkidir, önceden serflik adını verdiğimiz, kişisel ve fiziksel zorunluluklar olduğu kadar ekonomik zorunluluklar da kapsayan (hanede ikamet zorunluluğu[15], ev işi, evlilik yükümlülüğü, sınırsız çocuk üretimi vs.), heteroseksüel olmayı veya kalmayı reddederek lezbiyenlerin kaçtığı bir ilişki. Kölelikten kaçıp özgür erkekler ve kadınlar olan “kaçak” amerikan köleleri gibi sınıfımızın kaçaklarıyız, yani onlar gibi, sağ kalmamız tüm gücümüzle erkeklerin sahiplendiği sınıfın – kadınlar – yok edilmesine katkıda bulunmamızı gerektiriyor; ve bu, kadınların erkekler tarafından ezilmesi ve sahiplenilmesi üzerine kurulu ve bu ezilişi haklı göstermek için cinsiyetler arasındaki farklılık üzerine bir yığın öğreti üreten bir toplumsal sistem olarak heteroseksüelliğin yok edilmesini gerektiriyor.