“çünki elbette bir su
kendi akacağı toprağın sertliğini bilir
ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak
artık ırmak mı ne denir
işte devrim
ona benzer bir akışın hızına denir”
Arkadaş Z. özger
Tanıl Bora, ÖDP’nin Ekim 1997 tarihli ilk Kongresi’ni değerlendirirken, Metin Çulhaoğlu’nun partide hakim siyasete yönelik “sınıftan kaçış” eleştirisini ele alır ve bu eleştiriyi yanıtlarken, bir “sınıfa kaçış” ithamının pekala mümkün olabileceğini söyler . Bora, “Partideki çoğunluk grup tarafından” (burada Devrimci Yol çevresinin ve zaman içinde, son ayrışmadan önceki haliyle Özgürlükçü Sol adını alan grup kastediliyor) doktriner düzeyde olmasa da “sezgisel ve eğilimsel” olarak, “ÖDP’nin tüm emekçilerin, ezilenlerin ve onlarla aynı saflarda yer almayı ve yeni bir dünya kurmayı isteyenlerin partisi” olduğu algısının yerleşik olduğunu ve bu algı içinde siyasal özne kategorisi içine, “kamil anlamda işçi sınıfı” yanı sıra tüm emekçiler, yoksullar, “en yukarıdakiler” dışındaki bütün halk, toplumsal muhalefetin unsurları, Kürtler, “illa Marksist olmayan anlamıyla da baskı ve sömürü altında olanlar”ın girebildiğini belirtir. Metnin can alıcı finali şöyledir: “Velhasıl, ÖDP’nin, ‘sınıftan kaçış’ endişesine kapılması için sebep yok –‘sınıfa kaçış’tan çekinmek daha yerindedir. Endişe duyulacak şey, kapitalizmdeki ve Türkiye’deki çelişkiler çoğulluğundan kaynaklanan muhalefet potansiyellerinin ‘sayıp dökme’nin ötesinde, bunları anlamlı bir politik eklemlemeye kavuşturup kavuşturamayacağıdır”. 12 yıl sonra, son kongre öncesinde ve sırasında, partideki “çoğunluk” grup Devrimci Dayanışma Grubu’nun politik söylemi, maalesef, artık endişe zamanının geldiğini göstermektedir.
Maalesef dememizin nedeni, parti içinde herhangi bir grubun değil, bizatihi “Partideki çoğunluk grubun çoğunluğunun” (Olağanüstü Kongre sonucuna binaen), daha açık ifadeyle parti içindeki Devrimci Yol çevresinden gelenlerin önemli bir bölümünün, “sınıfa kaçma” yönelimi içine girmiş olmasıdır. Devrimci Dayanışma Grubu’nun yayınladığı “ÖDP üyelerine çağrımızdır başlıklı” broşüre göre, “bugünün temel sorusu şudur; ÖDP önümüzdeki dönemde, emperyalist-kapitalist yapıya, düzene karşı, devrim ve sosyalizm tahayyülünün yol göstericiliğinde, emek ve sınıf eksenini esas alan tüm diğer sorunlara da bu ana eksen üzerinden yanıt veren bir mücadele mi yürütecek? Yoksa mücadele ufkunu ve sınırını kültür-kimlik ekseni etrafında sosyal -adaletçi- ve demokratikleşme çerçevesinde ele alan bir mücadele mi?”
Broşürü yazan grubun kalem erbabıba göre, sınıf-eksenli ve kimlik-eksenli olmak üzere iki karşıt siyasal pozisyon mevcuttur. İlk pozisyona göre, bütün toplumsal antagonizma ve çatışmalara sınıf- ekseni üzerinden yanıt vermek gerekir. Broşürün iddiasına göre, “kimlik-eksenli” ikinci pozisyonda çözümler “sosyal adaletçi ve demokratikleşme”çerçevesinde aranmaktadır. Okuyucu bu kavramla “sosyal demokrat” denmek istediği, fakat bir türlü dilin varmadığı izlenimi ediniyor. Broşürü kaleme alanların neden “sosyal demokrat” demeyip “sosyal adalet” ve “demokrasi gibi” sosyalizme içkin olması gereken kavramları dışladıkları bir muammadır.
Ya sosyal adalet ve demokrasi sosyalizmden dışlanmaktadır, ki bunun tam karşılığı otoriter-bürokratik bir sosyalizmdir ya da BirGün Gazetesi’ndeki sosyal demokrat köşe yazarlarını küstürmemek, zaman içinde Parti’den uzaklaşan, ancak son tartışmalar etrafında yeniden “saflara” davet edilen “sosyal demokratlaşmış” bazı isimleri ürkütmemek içindir. Hâlbuki devrimci bir siyasal program açısından demokrasinin anlamı malumdur: “Demokrasi eşitlik demektir”. Ancak daha kritik olduğunu düşündüğümüz bahis, tüm sosyal siyasal antagonizmaların “sınıf eksenine” indirgenmesi ya da “sınıfa kaçış”tır (bazıları burada ortodoks Marksizm’in dikkate değer temsilcisi mevcut TKP’nin politik söylemiyle bir örtüşme görebilir, ancak TKP’nin bile kamuya yönelik siyasal faaliyetinin hegemonik bir siyasal söyleme dönüştüğünü belirlemek gerekir: “Halk muhtıra veriyor” kampanyası, işçi Mahmut karikatür-figüründen, boyacı çocuk figürüne geçiş vs. örneklerinde olduğu gibi).
HEM KİMLİK HEM SINIF...
Melih Pekdemir, BirGün Gazetesi’nde “Kimlik yahut Sınıf!” başlıklı yazısında şöyle yazıyor: “Burjuvazi ise, emekçiler indinde, ötekilerdir; öyle olmak zorundadır. Burjuvazi emekçi karşısında zalimdir, tarihte tersi görülmemiştir, emekçilerin sorunları için asla barışçıl çözümler düşünmez. Hele bir greve çıksın, hele bir hakkını arasın, kanunuyla ve cümle kurumlarıyla, tankıyla topuyla copuyla emekçinin tepesine bir balyoz gibi iner. Yalan mı? Pek mi ajitasyona kaçtı, slogan gibi oldu? Ama hayat da zaten böyle değil mi? Burada ‘öteki' kimdir? Mesela "Yahu bu arkadaş Alevi'dir işçileri sömürmez, bu patron Kürt'tür işçinin hakkını mutlaka verir" denilebilir mi? Bu düzlemde, ötekileştirmeme, barışçıl çözüm hikâyedir. Sınıf mücadelesi varsa, adı üstünde bu bir "mücadele"dir; mücadeleyi zorunlu kılan sorunlar ise barışçıl çözüme imkân tanımaz. Burjuvaziyle barışık olan, uzlaşma peşinde olan emekçi zaten hapı yutmuş demektir, ütüleceği baştan bellidir”.
Sosyalizm açısından, sosyalistler açısından, emeğin ve dolayısıyla emekçilerin kapitalist-liberal piyasa içinde kiralanır, alınır, satılır (işten atılır, ihtiyaç halinde tekrar çağrılır, Türkiye gibi daha kaba formlarında bazen zorla, bazen patronaj ilişkileri içinde sendikasızlaştırılır, haklarından tamamen mahrum edilir) bir nesneye, metaya indirgenmesi karşısında siyasal mücadelenin önemli aktörü olacağı açıktır. Ancak, sınıfın, sadece içinde bulunduğu ekonomik-sosyolojik konumundan derhal bir siyasal sonuç çıkarsanamaz. Politik aktör olarak sınıf, ancak sınıf mücadelesi içinde ve bu sınıf mücadelesi siyasallaşmış bir mücadele olduğu ölçüde kurulur.
Buradan hareketle şu iki noktaya vurgu yapmak gerekir: Birincisi, işçi sınıfının özne olarak ontolojik bir önceliği yoktur, doğası gereği sosyalizm yönelimli değildir; ikincisi, siyasal-sınıfsal mücadele içinde siyasal aktör haline gelir, yani siyasal mücadele içinde kurulur ve bir siyasal program dahilinde örgütlenmesini gerektirir. Melih Pekdemir’in belirttiği gibi bir burjuva açısından, (eğer varsa) saf bir sınıf ve sömürü ilişkisi içinde, elbette etnik-dinsel kökenin bir önemi yoktur. Fakat bize anlatılan sınıf ilişkileri içindeki ne işçi ne de burjuva figürü bir ezberden öteye geçebilmektedir.
Türkiye’de bir Alevi ya da Kürt olarak, yani Alevi ya da Kürt kimliğini meşru biçimde taşıyan bir burjuva olmuş mudur, mevcut mudur? Soruyu daha teorik bir zemine taşıyacak olursak, dinsel-etnik kimlik/aidiyetlerden bağımsız olarak saf bir sınıf formasyonu ya da sınıf konumundan bağımsız dinsel-etnik kimlikler var mıdır? Bizce yanıt, hem işçiler hem burjuvalar açısından ‘hayır’dır. Yüzyıl başlarında, gayri-Müslim burjuvazinin nasıl tasfiye edildiğini hatırlayalım.
Bu durumda, Melih Pekdemir’in sorusunu şu şekilde yeniden formüle edip kendisine sorabiliriz: “Yahu bu arkadaş işçidir Alevileri, Kürtleri, gayri-Müslimleri aşağılamaz, karısını dövmez, kadınları eşiti sayar denilebilir mi? Yahu bu arkadaş işsizdir, yoksuldur, Ahmet Kaya tişörtü giydi diye bir Kürt genci linç etmeye kalkmaz denilebilir mi?”
Varmak istediğimiz sonuç şudur: Bir, kimse saf ve ideal halinde işçi değildir (kimsenin saf halde Kürt ya da Alevi olamayacağı gibi); iki, siyasal mücadele/söylem olmadan siyasal aktör/özne oluşmaz. Ayrıca, Türkiye’de bir Kürt ya da Alevi, asimile olmuş ya da müstakbel Türk ya da Sünni olduğu ölçüde kamusal alanda varolabilir ve bu sorun bir sınıf sorununa indirgenemez.
Buradan hareketle, kimlik-eksenli siyasetin sınırlarını da kavrayabiliriz. Kimlikleri özsel, sabitlenmiş ve değişmez entiteler olarak ele almanın sonucu, siyasetin dışlayıcı ve otoriter bir yönelime girmesidir. Kimliği böyle kavramak, bütün sosyal, ekonomik çatışma ve çelişkileri (sınıfsal sorunları ya da bireysel kimliklerin başka formlarını) iptal etmektir, “sınıfsız ve kaynaşmış millet” örneğinde olduğu gibi. Kendisini herhangi bir kimlikle özdeşleştirmiş bir siyasal programın, diğer kimlikleri dışlayacağı açıktır ve böyle bir siyasetin hegemonik bir başarı elde etmesi mümkün değildir.
KİMLİKLERDEN KAÇIŞ
Peki birdenbire bu “sınıf eksenli siyaset vurgusu ÖDP içinde nasıl hâsıl oldu?” sorusuna ilk elden aklımıza gelen iki yanıt var. Birincisi, Türkiye’nin demokratikleşme sürecini tamamladığı, siyasal sorunlarını artık çözmüş bir toplumsal formasyonun liberal piyasanın sınıflar üzerinden ürettiği sorunlarla yüzleşmesi gerektiği, mücadele ekseninin, otoriter-bürokratik devlet aygıtına, baskıcı-dışlayıcı resmi ideolojiye ya da resmi ya da gayri-resmi faşist örgütlenmelere karşı olmayacağı algısıdır.
Sınıf-eksenli siyaset vurgusu yapanların Ergenekon tartışmalarını, “karışılmaması gereken düzen/sistem içi bir çatışma” olarak izlemeleri ve “parti içindeki liberallerle hesaplaşma” yönelimi içine girmiş olmalarını, bu algı ve anlayışın mantıksal sonucu olduğunu anlamak zor değil. Bırakalım güçlü-otoriter bir devlet aygıtı olmadan liberal bir piyasanın işleyip işleyemeyeceği tartışmasını (12 Eylül cuntası olmadan 24 Ocak kararları uygulanabilir miydi?), Türkiye’de devlet ve faşizm ilişkisi üzerine bu kadar dil dökmüş bir geleneğin geldiği noktanın bu olacağını, demokrasi mücadelesini liberallere havale ettiğini/edeceğini kim tahmin edebilirdi? Sosyalizm bir ekonomik program, kalkınma programı mıdır yoksa eşitlik-özgürlük programı mı?
Bulabildiğimiz ikinci yanıt ise, kimliklerle, özellikle de Kürt sorunuyla yüzleşememe, yüzleşmekten kaçınmadır. Kültürel kimlikleri çapraz kesen bir kategori ve soyutlanmış bir kavram olarak sınıf, etno-politik sorunlardan kaçış için bir fırsat sağlıyor görünmektedir. Daha açık ifadeyle, Alevilerin ya da Kürtlerin kültür-kimlik eksenli demokratik taleplerini politik olarak eklemleyememenin sonucu olarak bu talepleri by-pass etme imkanı sağlamaktadır. “Sınıfa kaçış”, “kimliklerden kaçış” imkanı sağlamaktadır (“kimliklere kaçış”ın, “sınıftan kaçış”a yol açabileceği gibi).
Sınıf-eksenli siyaset gibi Türkiye’de bol sayıda temsilcisi olan ve meşru bir pozisyonun bizi endişeye gark etmesinin iki nedeni var. Siyasal başarısını tüm mağdurları, ezilenleri, dışlananları kuşatan bir “halk” söylemi içinde eklemleme başarısı göstermiş, toplumun kaderiyle kendi kaderini ortaklaştırmış, “kendiliğindencilik” ve “sivil toplumculuk” eleştirilerine aldırış etmeden (şimdi bu geleneği savunan bazı arkadaşların sivil toplumculuğu başkalarına karşı küfür gibi kullanmaları sadece hüzün veriyor), devrimci hegemonik bir kamp örgütleyebilmiş Devrimci Yol geleneğinin, farklı bir tarihsel dönemde çoğullaşan sosyal, kültürel çatışmaları eklemleme konusundaki tereddütüdür.
İkinci neden, alâmeti farikası sosyalizmin bürokratik-otoriter yorumlarına tepki ve “reel sosyalizmin” devrimci bir eleştirisi olan bir partinin geldiği noktadır. Yine BirGün Gazetesi’nde Kemal Ulusaler, “Tek yol sloganına gelince; unutulmasın ki, demokrasi, özgürlük, kimlik mücadelesi, çevre, kadın vb. mücadele dersleri müfredatımızda ve öncelikler sıralamasında seçmeli ders olabilirler, lakin devrim mücadelesi zorunlu derstir” diyor. Bu ifadeden çıkan sonuç şudur: “Kemal Ulusaler ve bir grup arkadaşı” devrim yapacaktır, ancak istemezlerse, “demokrasi, özgürlük, kimlik mücadelesi, çevre, kadın vb. mücadele dersleri”ni müfredattan çıkaracaklardır: “Meğer sosyalizmin tarihsel bir dönemi fiilen sona ermemiş”.
Ya hala “aşkla” bağlı olduğumuz bir geleneği biz yanlış öğrenmişiz ya da Devrimci Yolculuk bu değildi(r)! Ajitasyon, “üfürmek” değildir, önemli bir siyasal retoriktir, maddi bir karşılığının, siyasal programınızla uyumunun olması gerekir. Tek yol devrim, sadece ve sadece, işçiler, yoksullar, kimlik, çevre, kadın mücadeleleri, demokrasi, eşitlik ve özgürlük “zorunlu ders olduğunda”, bütün bu gruplardan/taleplerden mürekkep bir “halk” bu devrimin “öznesi” olduğunda anlamlıdır, yoksa kimsenin keyfiyetine terk edilemez.
SON SÖZ YERİNE
Son sözü, ÖDP içinde bolca gönderme yapılan fakat “romantik” bir algının ötesine geçmeyen, siyasal-teorik bir analizi asla yapılmamış yol arkadaşımız Subcomandante Marcos’a vermek istiyoruz.
Marcos’un eşcinsel olduğu yönünde ABD kaynaklı iddialar konusunda Zapatistaların yanıtını tekrar hatırlamakta fayda var: “Evet Marcos bir gaydir. Marcos, San Fransisco’da bir gay, Güney Afrika’da bir siyah, Avrupa’da bir Asyalı, San Ysidro’da bir Chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Almanya’da bir Yahudi, Polonya’da bir Çingene, Quebec’te bir Mohawk, Bosna’da bir barışsever, akşam saat 10’da metroda tek başına bir kadın, topraksız bir köylü, kenar mahallelerde bir çete üyesi, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci ve elbette dağlarda bir Zapatista’dır. Marcos, direnen ve ‘Artık Yeter!’ diyen bütün sömürülenler, marjinalleştirilenler, bastırılanlardır. Şimdi konuşmaya başlayan bütün azınlıklar, çenesini kapaması ve dinlemesi gereken bütün çoğunluklardır. Konuşmak için bir yol arayan, hor görülen her gruptur. İktidarı ve iktidardakilerin rahat vicdanlarını rahatsız eden herşeydir – Marcos budur”.
Marcos, bir “boş gösteren”dir. Maske takması boşuna değildir. Bütün dışlananlar, yok sayılanlar, işitilmeyen-duyulmayanlar, sömürülenler, baskı altındakiler politik olarak bu boş gösterende eklemlenebilir.