Hrant Dink'in katli davasına Yasin Hayal'in avukatı sıfatıyla müdahil bulunan Fuat Turgut Ergenekon soruşturmasında yargılanıyor olması sebebiyle müdafilik ve vekillik haklarından geçen hafta men edildi. Fuat Turgut'un galiz küfürleri, nefret söylemi ve ırkçı tasallutu yüzünden daha ilk gün davadan vareste kılınması ve hakkında soruşturma açılması lazım gelirdi. Ancak mahkeme alttan almayı, idare etmeyi tercih etti. Bu yazının başlığındaki ibare de Dink'in avukatlarının isyanı üzerine hakîmin sarfettiği bir cümle ve “Gözünü seveyim Fuat Bey”de somutlanan alttan altma, idare etme tavrı aslında hukuk sistemimizin nefret söylemini suç addetmediğinin, ırkçılık gibi bir kötülüğü sıradan saydığının ve hangi zihniyet için tahammül sınırının geniş olduğunun da apaçık bir göstergesi. Hukuk düzenimizin bu zihniyetle nasıl var olabildiği, hayatına devam edebildiği dert olmalı hepimize. “Her hukuk devletinde” diye söze girmeden, hiç hukuk devleti bahsini karıştırmadan Fuat Turgut gibi kin kusan, ırkçılığı ve nefreti insanın kanını donduran birine adalet duygusu bulunan her insan isyan eder elbette[1] ama daha da kötüsü Fuat Turgut'a yol veren bu adalet dağıtım mekanizmasına maruz kalıyor oluşumuz ve o mekanizmanın dünya algısıyla Fuat Turgut'un zihniyeti arasındaki mesafenin sanıldığından çok kısa olması...
İyi de kimdir Fuat Turgut ve gerçekten bir simge midir, yoksa bir anomali midir sorusuna Fuat Turgut'un kim olduğuna ve icraatlerine bakarak bir yanıt bulabileceğimizi düşünüyorum.
Fuat Turgut ırkçı müstehcenlikleri pervasızca serdedebilen, ulusalcı-milliyetçi hıncın dile geldiği bir hukukçu ve kendisine iliştirilen etiketleri paranteze ala ala elimizde kalan şey yukarıdaki betimlemeden başka bir şey olamıyor. Turgut, 16 yıldır İzmir Barosu'na kayıtlı olarak avukatlık yapıyor.[2] Fuat Turgut'un adını ilk defa Abdullah Öcalan'ın İmralı'daki yargılanması sırasında duyduğumu hatırlıyorum. Kendisi ulusalcı-milliyetçi kesimlerin “milli insan hakları”, “Türk'ün insan hakları” gibi tasalarla kurdukları ve belki de en sarih biçimde sonradan Yaşar Büyükanıt'ın
Biz ortaya çıkan terör mücadelesinde insan hakları, demokrasi, özgürlükler ve barış gibi bazı değerleri elimizden kaçırdık. Bunlar bize silah olarak geri döndü. kavramlar elimizden çıktığı için şimdi bunlara karşı kendimizi savunmaya çalışıyoruz. İnsan haklarını dikkate almayan, barıştan nefret eden bir ülke gibi gösteriliyoruz. İşte biz bu psikolojik harekatı elimizden kaptırdık.[3]
serzenişinde karşılığını bulan devletlu/devletçi sivil toplum kuruluşlarından biri olan Türk Dünyası Kültür ve İnsan Hakları Derneği adına müdahil oldu Öcalan davasına.
Fuat Turgut'un Öcalan'a babasının Ermeni olduğu yolunda duyumlar aldığını söyleyip bunun doğru olup olmadığını sorduğunu, sonra da Prof. Dr. Reşat Genç'in yazdığı “Türk İnanışlarıyla Milli Geleneklerimizde Renkler: Sarı, Kırmızı, Yeşil” isimli kitabını “Türkçü çizgiye gelmeniz dileğiyle” yazılı bir notla imzalayıp verdiğini de okuduk basından.[4] Fuat Turgut, Öcalan'a Ziya Gökalp'in 1920'lerde yazdığı “Türkler ve Kürtler” yazısının altına imza atmayı bile kabul ettirdi o davada. Ne de olsa herkes Türkçü çizgiye geldiğinde, dünya Türk olduğunda sorun da kalmayacaktı.
Turgut, sonraki yıllarda da devam etti icraatlerine. Örneğin, yedi aylık hamile kardeşini kafasına yedi kurşun sıkarak öldüren adam için “Türklük indirimi” istediği, birilerini ölümle tehdit edip mahkemelik olduğu, ceza aldığı ama cezasının ertelendiği haberleri düştü gazetelere.
Hrant Dink'in katledilmesinden hemen sonra Trabzon'a giden ve Ogün Samast'ın avukatı olma teklifi Samast'ın ailesince reddedilen bu gayretkeş avukat yılmadı ve Yasin Hayal'in avukatı olmayı becerdi. Şahikasını bir oturumda Erhan Tuncel'e kız arkadaşının İsrailli ve casus olabileceğini söylediği, Ogün Samast'a cinayetten önce kendisine gelen ikinci telefonu kastederek “İkinci görüşmende bence Mahçupyan aramıştır” deyip cevap olarak “Yok Jennifer Lopez” yanıtını aldığı anda bulan, Dink ailesi ve avukatlarına sallanan parmaklar, sırıtışlarla süslenen “sarkazm”ı ve sinizme teyellenmiş milliyetçi gaddarlık ve nefret örneklerini savunuşuyla da görecektik Fuat Turgut'u artık. Zaten davadaki misyonunu Avrupalılar’ın yüzüne, Türkiye’ye karşı besledikleri kini haykırmak olarak açıklıyordu. Anlaşılan o ki iç ve dış mihrakların ülkemiz üzerine oyunlar oynadığına, birilerinin düğmeye bastığına inananlardandı. Memleketimizde ne kötülük oluyorsa müsebbibi emperyalistlerdir, uluslararası sermayedir, ABD'dir, AB'dir vs. diye düşünenlerdendi belli ki. Bunu nerden mi anlıyoruz? Sadece yukarıdaki sözleri değil, aşağıdaki cümleler de kafasının böyle çalıştığını gösteriyor:
Hrant’ın ipi, Malatya’daki ve Diyarbakır'daki Türkler lehine, Türkiye lehine yaptığı iki konuşmadan sonra çekilmiştir. Bu konuşmalarında 'Emperyalistler bizi kullandı. Başımıza gelenleri biliyorsunuz. Şimdi de emperyalist devletler siz Kürtler'i kullanıyor. Aklınızı başınıza toplayın' dedikten sonra, o iki cümleyi kullandıktan sonra diaspora, Amerika tarafından çekilmiştir. Bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar.[5]
Bu cümleler Türk Sağı'nın en sevdiği açıklama kalıplarından birine götürüyor bizi aynı zamanda: Her melanetin arkasındaki emperyalistler, iç ve dış mihraklar miti! Tehcir, Kürt ayaklanmaları, Solcular'ın “tedhiş” hareketleri bu insanların gözünde hep aynı kalıpla açıklanır: Mutlu mesut yaşıyorduk ama birileri geldi, bunları kışkırttı, onlar da kışkırınca devlet devletliğini yapmak zorunda kaldı! Türklük'le bir şekilde ilişkilenmiş şeyin dahlinin, hatasının olamayacağı, devletin ya da onun adına iktidarda bulunanların kusurunun bulunmadığı ve yanlışı değişmez biçimde “iç ve dış mihraklar”ın yaptığı bir evren...
Ulusalcı-milliyetçi cenahın “Türk kötü bir şey yapmaz, gittiği her yere barış ve hoşgörü götürür, olumsuzlukların sebebi iç ve dış mihraklardır, şehit kanıyla sulanmış cennet vatan topraklarında gözü olanlardır!” zihniyetinin ne kadar derinlere kök saldığını Hrant Dink katledildikten sonra “ABD, diaspora işlettirmiştir bu cinayeti bizi zor durumda bırakmak için!”lerle başlayıp emperyalistlerden “Süper-Nato”ya kadar akla gelebilecek her türlü “iç ve dış mihrak”ın dahil edildiği o inkâr listelerini hatırlatarak geçeyim. Bu kafanın o emperyalistler, “iç ve dış mihraklar” olmadan birşeyi izah etmesi mümkün değildir siyasal uzamda. Suç hep dışarıya, bizden olmayana atılır.
Daha da ilginci şuna inanmamızı bekliyor gibidirler: Özel Harp Dairesi Amerikalılar bastırmasa kurulmayacaktı, 6-7 Eylül Rumlar Kıbrıslı Türkler'e saldırmasa olmayacaktı, Ermeniler “rahat dursa” tehcir vuku bulmayacaktı, zaten tehcir fikrini veren de Almanlardı, Kürtler ayaklanmayıp “rahat dursa” sorun çıkmayacaktı! Yani bu toprakların Türk ve Müslüman yurdu olduğunu anlayıp haddini bilseydi birileri bu kadar acı da yaşanmazdı zihniyeti diyelim. Daha orta yolcu milliyetçiler “Ah o kardeşi kardeşe kırdıran, millet-i sadıkayı ayaklandıran, halkları maşa yapan emperyalizm, ah o iç ve dış mihraklar!” gibi daha insaflı (!) ama millet-i hakimeye, devlet-i aliye toz kondurmayan bir hatta savunmaya çekiliyor. Fuat Turgut da yukarıda betimlemeye çalıştığım ideolojinin en pervasız, en eklektik ve izansız seslerinden biri nihayetinde...
Hrant Dink'in avukatlarına ve davayı izlemeye gelenlere “it sürüsü” “canınız cehenneme”, “Brüksel lahanası”, “Allah hepsini Hrantlarına kavuştursun! İnşallah Hrant ile birlikte haşrolurlar!” diye küfrederken, Hrant Dink için “Eski bir TİKKO teröristi ve güvercin maskeli Türk düşmanı” biçiminde nefret kusarken ya da “Kuduz Ermeniler” ve ”Ermeni gayrimeşruları Kripto Ermenicikleri” gibi yaratıcılık örnekleri sunarken bu zihniyetin açık sözlü bir temsilcisi olduğunu gösteriyordu aslında.
“Hepiniz Ermenisiniz, Ermenistan pasaportunuz var, Ermenistan'a gidin!” dediğinde hakaret ettiğini düşünen, evlerimizde rahat uyumamızı Muzaffer Tekin, Korkut Eken, Veli Küçük ve Fikret Emek gibi milliyetçi “kahraman”lara bağlayıp vefanın bir semt olmadığını mahkemede “can dostum Kerinçsiz”, “Sevgili paşam Veli Küçük”, “Kahraman Abdullah Çatlı” gibi hitaplarla kanıtlayan Fuat Turgut, Dink cinayeti üzerinden vatanseverliğin karalandığını, Rakel Dink'in ve yakınlarının Türkler'i ve devleti soykırımla suçladığını öne sürerken en baskıcı devleti dahi devletsizliğe tercih eden Türk Sağı'nın bu meşhur mottosunu “doğal” sınırlarına vardırmıyor muydu? Yine de Fuat Turgut'un tavrı ve söylemi yenidir diyemeyiz, o zihniyet ve gaddar dil başka zamanlarda ve yerelliklerde de görülmüştü. Nerede mi? Bismarck'la başlayıp Üçüncü Reich'la kapanan Almanya'da mesela...
Bismarck ve Wilhelm Dönemi, Weimar Cumhuriyeti ile Üçüncü Reich Almanyası'nı milliyetçiliğin sahneye çıkıp kısa sürede siyasetin grameri, hegemonik söylemi hâline geldiği Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye'si ile kıyaslamak giderek yaygınlaşan bir eğilim. Siyasal kültürlerin benzerliği, tek tek vak'aların, şahsiyetlerin ve genel olarak zihniyetin koşutluğu kuşkusuz bu eğilimi mümkün kılıyor. Meşhur “bu topraklar”ın biricikliği söylemimiz, Türk toplumunun kendine özgülüğü iddiamız, Türk tarihinin benzersizliği tezimiz ve buradan türetilen anakronizmlerimiz, romantik güzellemelerimiz tıpkı Amerikan İstisnacılığı, Alman “Sonderweg”i gibi gayet özcü ve dünya tarihi bilmemenin de bir itirafı aslında. Bu bakış muhayyel ve donmuş kalmış bir Batı icad edip kendini de karşısında sabitlediği için sorunludur elbet. Tarihselliği ve mekansallığı silen bu zihniyetin ve tam da Heidegger'in “ge-rede”si sınıfına sokulması gereken klişelerinin, yavan söyleminin, bıktırıcı boş konuşmalarının altını oyacak her girişim değerlidir. Toplamda Fuat Turgut gibi birine bakınca benim aklıma Julius Streicher geliyor.[6]Streicher'ın en büyük takıntılarından biri “Alman kadınlarına musallat olan Yahudi” imgesidir. Ona göre Alman ırkının sıhhati ve safveti cihetinden en büyük tehlike budur ama bu da nihayetinde Naziler'in erkeklik anlayışıyla, kahramanca yaşama takıntısıyla da ilintilidir. Bizde de güneydoğumuzdaki savaş yüzünden patlayan (örneğin Osman Pamukoğlu ve Erdal Sarızeybek'in kitapları, Serdar Akinan'ın Kan Uykusu adlı belgeseli vs.) ama henüz en müşahhas numunelerini Ernst Jünger'in romanlarında bulabileceğimiz “derin”liğe erişemeyen cephe edebiyatının öne çıkardığı “yiğitlik”, “kahramanlık” ve teknolojinin “kahpe”leştirdiği savaş tasavvuru da bu erkeklik algısıyla alâkalıdır. Yani Jünger'in “Totale Mobilmachung” dediği ve burjuva hayatı ve değerlerinden kurtulmayı ima ettiği, gayet maskülen dünya görüşünü Türk milliyetçiliği asker millet mitiyle, birlik ve beraberlik içinde yekvücud olmuş, sıkılmış yumruk metaforuyla, kadınsı ve şeytani düşmanı kahretmeye hazır erkek ulus tasavvuruyla bir başka zamanda üretmeyi başarmıştır. Bunun mebzul miktarda örneği mevcud: Örneğin Türk milliyetçiliği ya da ulusalcılığının liberalleri aşağılamak için imal ettiği ve ne yazık ki kimi sol siyasetlerin de itibar ettiği “liboş” burjuva “efemine”liğine itiraz eden milliyetçi bir erkeklik algısına dayanır. Bu cinsiyetçi sözle siyasal liberalizme ve evrenselciliğe duyulan nefret dile getirilmiş, muarız “aşağılanmış” sayılır! Düşman addedilenin mutlaka kadınsılıkla, feminenlikle ilişkilendirilmesi bilmediğimiz, milliyetçi örfümüz ve an'anemizde olmayan bir şey değil.
Bu bağlamda Fuat Turgut Hrant Dink'in katli davasının bir duruşmasında Orhan Pamuk'a “Orhan Yumuşakyan, Ohannes Pamukyan” derken bu anlayışı yansıttı meşrebince. Yeterince erkek olmayan, efemine, kadınsılaşmış, “yumuşamış” olan kötüdür ve bu elbette “düşman”ın, ki burada “Ermeni”nin ve onunla irtibatlandırılan iç mihrakın bir niteliğidir. Daha “incelmiş” ve genel olarak Batılılaşan medeniyetimize yönelik benzer nitelemeleri Cemil Meriç'te de bulabiliriz,[7] Vural Savaş'ın artist olmak için İstanbul'a kaçan ve iffetini yitiren kızlara benzettiği gayr-ı milli “aydın” şikayetinde de... Görüldüğü üzere neredeyse herkes memleketimizde de bir biçimde elinden geldiği kadarıyla “Alman Ruhu”nu kurtarmak için çırpınıyor!
Bizi yargımız dolayısıyla “Alman Ruhu”nu kurtarmaya bağlayan bir başka şey de zamanın Almanyası'nda hukuk bürokrasisinin hemen hizaya gelip “Gleichshaltung”a uyumlanmasıdır herhalde. Weimar Cumhuriyeti zamanında yargının iyice keskinleşen milliyetçi ve otoriteryen yönelimi, devleti kutsayan ve demokrasiyi bozucu, çürütücü bir fazlalık olarak kodlayan bakışı Nazilerle uyumlu bir ilişki kurmalarını da mümkün kılmıştır. Aksi, yani direndikleri ya da direnmenin imkansızlığı, tıpkı Wehrmacht'ın Hitler'e ve ideolojisine aslında uzak kaldığı, Endlösung'un Nazi subaylarının işi olduğu, vatansever Alman ordusunun temiz kaldığı gibi bir palavradır. Zaten koyu milliyetçi ve otoriter bir zihniyet dünyasını devralan yargının Nasyonal Sosyalizm'le rezonansa girmesi hiç de zor olmamıştır.
Benzer bir milliyetçi ve otoriter zihniyetin Türk yargısına uzak olduğu söylenebilir mi? Tek tek kararlara, kişilere, süreçlere bakıldığında açıktır ama yargımızın insan hakları, özgürlükler ve demokrasi karşısında tercihini devletin ali çıkarları lehine yaptığını Mithat Sancar'ın hazırladığı “Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları” başlıklı rapor da göstermiyor mu? Dolayısıyla Fuat Turgut bir anomali değildir!
Buradan solun alması gereken derse gelirsek... Önümüzde bir mücadele başlığı daha açılmış bulunuyor: İnsan haklarının, siyasal özgürlüklerin genişletilmesi ve yargının demokratikleştirilmesi! Bu mücadeleyi burjuva hukukundan bize ne, insan hakları emperyalizmin, kapitalist bireyciliğin yeniden meşrulaştırılmasıdır diyerek küçümseyen ve en hafifinden sol sinizm sınıfına giren “solculuk”lar var, işte bu “solculuk”larla da mücadele edilmeli. Bu solun demokratikleşmesi, özgürlükçü sıfatını hak etmesi cihetinden de kaçınılmazdır! Kötü şematizmleri, Stalinci indirgemecilikleri, Alman Komünist Partisi'ninkine benzer aymazlıkları, sabah akşam “usta”lardan alıntılarla süslenmiş garip bir “sınıf siyaseti”ni siyaset yapmak sanan bu “büyük devrimci”lerin ciddiye alınabilir bir tarafı yoktur.
Güzel de peki Fuat Turgut'un onca küfrünün, aşağılamasının, ırkçılığının ve nefret söyleminin hesabı ne oldu derseniz... Ne olacaktı ki bu yargıyla “Gözünü seveyim Fuat Bey!”den başka!
[1] Adalet duygusuyla ya da kavramıyla ilişkisini iptal etmemiş kimse dayanamaz Fuat Turgut'un performansına. Elbette medeniyet de, hukuk devleti de Derrida'nınbir başka bağlamda hatırlattığı üzere yapısöküme uğratılabilir, yani soykütüğü çıkarılıp tarihi ve gelişimi, neyi içerip neyi dışladığı, hangi güç ilişkilerini gizlediği vs. gösterilebilir, gösterilmelidir. Ancak bu eleştirelliği de biraz olsun mümkün kılan öyle ya da böyle edinmiş bulunduğumuz adalet duygusu değil mi? Derrida bu tartışmayı “Force of Law: The Mystical Foundation of Authority” başlıklı makalesinde yapar.
[2] 27 Şubat 2008 tarihinde medyada ulusalcıların yönetimindeki İzmir Barosu'nun Fuat Turgut hakkında “Ermeniler'e hakaret içeren sözler sarf ettiği” gerekçesiyle soruşturma başlattığı ve 10 gün içinde savunmasını talep ettiği yolunda haberler çıkmıştı.Soruşturmanın sonucuna dair bir bilgiye medyada rastlayamayınca İzmir Barosu'na elektronik posta attım, ancak bir yanıt alabilmiş değilim.
[3] http://www.ntvmsnbc.com/news/429308.aspİnsan haklarını, demokrasiyi, özgürlükleri “kaptırılan” bir psikolojik savaş vesaiti olarak görmenin vehametini geçelim şimdilik ama “terör mücadelesi” yapmak zorunda kalınmasa özgürlük, demokrasi ve insan hakları cihetinden bir sorunumuz olmayacağı gibi tuhaf varsayımları olduğunu anlamıştık Büyükanıt'ın...
[4] Türk milliyetçiliğinin her iyiliği, güzelliği Türklük'e özgüleyen (Türk Tarih Tezi'nden Mavi Anadoluculuk'a kadar genişleyen bir yelpazedeki pek çok akımı ya da Orta Asya'dan çıkıp dünyada erişilmedik nokta bırakmayan o garip ve “naif” haritayı hatırlayalım!) münbit repertuarın temaları da mevcuttu Fuat Turgut'un zihninde ama Türk olmayanın memlekette sadece köle olma hakkı bulunduğunu iddia eden, kanun Türk'ü gibi bir tanımla “sözde vatandaş”a varan zihniyeti muştulayan Mahmut Esat Bozkurt'a da bağlanabilirdi fikriyatı. O fikriyatta da sarı-kırmızı-yeşil Kürt siyasetlerinin ya da ulusalcıların sevdiği tabirle “Kürt Faşizmi”nin iddia ettiği gibi Kürtler'in değil, aslında Türk'ün malıdır, tıpkı nevzuhur Nevruz adlı Türk Bayramı gibi! Herşeyin Türklük'le bağını kurabilen, keşfeden, gerektiğinde icad eden bir kafadan bahsediyoruz.
[5] http://www.ntvmsnbc.com/news/435322.asp
[6] Streicher, anti-semitizmin en kıyıcı, en aşağılık örneklerinin sergilendiği, Hitler'in en sevdiği yayın olan “Der Stürmer”in yayıncısıydı 1923 ile 1945 arasında. Yahudiler'i virüse, parazite, vampire, sıçana ve bilumum “iğrenç”sayılan varlığa, insan olarak tasvir etmeye kalktığında Aryan-Yunan “güzelliği”nden nasibini almamış, biçimsiz, karakter bakımından aşağılık ve şeytani, sürekli kötülük peşinde koşan yaratıklara benzeten Streicher iddialarını kanıtlamak için bıkmadan usanmadan Yahudiler'in Alman halkına karşı giriştiği komplolardan bahseder. Burjuva medeniyetinin de tıpkı bolşevizm gibi bir Yahudi oyunu olduğunu ileri süren Streicher aslında derdini aralarında Sombart, Heidegger ve hatta Naziler'in “resmi” filozofu Rosenberg'in de bulunduğu kimseler gibi “dejenerasyon”, “dekadans” ya da “Alman Ruhu'nu sağaltmak” türü “rafine” formülasyonlarla anlatmaz, o kadar “entellektüel” değildir. Ama bazı takıntılar biyolojik ırkçılıktan, anti-semitizme, gerçek metafizik “volk” olmaktan teknoloji eleştirisine kadar genişleyebilen bir frekansta zamanın Almanyası'nda karşılığını buluyordu. Yani Almanlar'ın en metafizik “volk” olduğunu göstermek Heidegger'in işidir. Nietzsche'nin bile zamanında anti-semitizmi aptalca bulduğu ama “Alman Ruhu”nu kurtarmak için çırpındığı yerde Streicher gibilerin gayet avam söyleminin kuvveden fiile çıkması sanıldığı kadar zor olmamıştır! Sonuçta şiddeti, yöntemi ve entelektüel kesafeti değişmekle beraber neredeyse herkesin “Alman Ruhu”nu kurtarmak için çırpındığı zamanlardan bahsediyoruz.
[7] Cemil Meriç'in Jurnal'i, Umrandan Uygarlığa'sı ve Bu Ülke'si böyle nitelemelerle doludur ve bu zihniyetin en rafine örneklerini barındırır.