“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir”. Ama sıradan vatandaştan devletin en üst kademelerinde görev yapan kişilere kadar herkes, yürürlükteki 1982 Anayasasının ikinci maddesinde yer alan bu ifadenin sonuna “mi” soru ekini koymak gerektiğini bilir. Bu soru eki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “milli dayanışma” içinde olması ve Atatürk milliyetçiliğine bağlılığı konusunda çok gerekli değildir. Buna karşılık, “toplumun huzuru”nu gözeten, “insan haklarına saygılı”, “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” ile karşı karşıya olduğumuz iddiası, “gerçekten öyle midir?” sorusunu sormayı elzem kılmaktadır. Bunu açıkça kabul etmek işine gelmeyenler dahil olmak üzere Türkiye’de herkes, devletin anayasada sayılan niteliklerinin büyük ölçüde gerçeğe değil, olsa olsa bir temenniye tekabül ettiğini bilir.
Toplumun huzurunu bozma konusunu ele alalım. Bu devletin, toplumun huzurunu bozma konusunda sabıka dosyası çok şişkindir. Bunları cumhuriyetin kuruluşundan beri tek tek yeniden hatırlatmaya gerek yok. En son örnekle yetinelim. “Sarı Gelin-Ermeni Sorununun İç Yüzü” belgeseli örneği ile. 2001’de kurulan Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Komisyonu, 2007’de bu belgeseli “Türkiye’ye izlettirme” kararı aldı. Bu kurula 2007’de hükümetten kim başkanlık yapıyordu?
Kararda “iç kamuoyunu bilgilendirme maksatlı olarak” belgeselin Genelkurmay Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı (dikkatinizi çekerim amaç iç kamuoyunu bilgilendirmek!), MİT Müsteşarlığı ve “ihtiyaç duyacak kurumlara” gönderileceği belirtiliyordu. Bu iç kamuoyu tabiri ile iç güvenlik devleti kurumları arasında semantik bir bağ kurabiliriz. Kararın ardından Kurul belgeseli satın alarak kurumlara dağıttı. Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Kurulu’nda subaylar da çalışıyor olmalı ki, bir binbaşı 56.388 DVD’yi imza karşılığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’na teslim etti.
Kararda adı geçen diğer kurumlara, bu belgeseli içeren DVD’den kaçar adet ve ne zaman teslim edildiğini şimdilik bilmiyoruz. Umarız önümüzdeki günlerde bu sorunun yanıtını da öğreniriz.
Altı bölümden oluşan ve “Cumhuriyet Tarihi’nin en kapsamlı belgesel dizisi” olarak kendini öven bu belgesele bakınca, insan kendini klasik bir Nazi propaganda belgeseli izler gibi hissediyor. Osmanlı Ermenilerinin tehcir vesilesiyle çok büyük bir kırıma uğramalarının tüm sorumluluğunu Ermenilere yüklemeye bile tenezzül etmiyor belgesel. Dönemin olaylarını ve tarihsel sıralamasını hiç bilmeyen veya resmî tarih dışında bir bilgisi olmayan kişilerde, tersine Ermenilerin Türklere “soykırım” uyguladıkları inancını yaratabilecek biçimde gelişiyor.
Bu gökten zembille inmiş veya belgeseli hazırlıyanların aklından çıkmış bir fikir değil. 1999 yılında istihbarat ve güvenlik amacıyla devletin üst makamlarının katıldığı toplantılarda alınan, “Ermeni Mezalimini tanıtma” faaliyetlerinin bir parçası olan bir belgesel. Bu faaliyetlerin bir başka parçası, resmi adı “Ermeni Mezalimi Anıtı”, gayrıresmi adı ise “Ermeni Soykırımı Anıtı” olan Iğdır’daki 40 metrelik anıttır. Başka girişimler de var.
Aralarında Genelkurmay, Dışişleri, İçişleri, MGK ve MİT’in temsilcilerinin yer aldığı kurullarda siparişi verildiği şüphesi güçlü olan bu belgesel, 2007 yılında İlköğretim Genel Müdürlüğü tarafından bütün il ve ilçe ilköğretim müdürlüklerine yollatıldı. İddia edildiğine göre, bu belgeselin yapımcı firmadan satın alınması masraflarını Ergenekon davasında hakkında soruşturma devam eden bir kişi karşıladı. Elimizdeki belgeler, bazı ilçe müdürlüklerinin okullara yazı yazarak bu filmin öğrencilere gösterilmesini ve durumun kendilerine önümüzdeki mart ayına kadar rapor edilmesini istediğini gösteriyor. Bu tür resmi yazıların çokluğu, sistemli ve genel bir kampanyanın tasarlandığına ve en azından kısmen uygulandığına işaret ediyor.
Türk Ceza Kanununun 216. maddesi, halkın ırk ve din bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse(nin), bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmasını öngörür.
Söz konusu belgeselin hazırlanmasına kararı verenler, bunu sipariş edenler, ve özellikle ilköğretim okullarında zorunlu olarak gösterilmesi uygulamasını yürürlüğe koyanlar ceza kanununun yukarıdaki maddesine göre suç işlemiş olmuyorlar mı? Belgesele bir bakın. Sonra karar verirsiniz. Bu suçtur derseniz, karşımıza şu soru çıkıyor: Böyle bir suçu işleyenler, devlet ve hükümetin en üst makamlarında yer alan kişiler olduğuna göre, toplumun huzurunu bozarak ağır bir anayasal suç işlemiş olanlar münferit bir suç mu işlemişlerdir, yoksa toplu bir suç mu?
Ermeni ailelerin bu zorunlu belgesel gösterimine itiraz etmeleri karşısında Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı açıklamada, “belgeselin gerçeklerin anlaşılmasına yardımcı olabileceği görüşüne varıldığı” belirtildikten sonra, “eğitim materyalinin kullanımı sırasında amacı aşan uygulamaların ortaya çıktığı anlaşıldığından,(...) yarısı dağıtılan DVD’lerin diğer yarısının dağıtımının durdurulduğu” duyuruldu. Bu belgesel “gerçeklerin anlaşılmasına yardımcı olabilecekse”, kullanımı sırasında amacını nasıl ve neden aşabilir? Daha doğrusu, bu nasıl bir gerçektir? Özel bir anlama kılavuzuna mı ihtiyaç göstermektedir? Filmde Ermenilerin Türkleri nasıl kestiği, Türklerin/Müslümanların bütünüyle nasıl masum ve iyi niyetli oldukları gerçeğini bol kanlı sahneler eşliğinde öğrenen ilkokul öğrencilerinden, sonra bu anlama kılavuzuna bakıp, dünyadaki ve Türkiye’deki Ermenileri sevgiyle kucaklamaları mı beklenmektedir?
“Sarı Gelin” belgeseli konusunda şimdiye kadar çalışmayan ceza kanununun 216. maddesi, iş saldırgan muhafazakar çevrelerin şikayetine gelince tıkır tıkır çalışıyor. Biliyorsunuz demokratik, laik bir hukuk devletindeyiz. Nedim Gürsel’in 2008 Mart’ında yayımlanan “Allah’ın Kızları” başlıklı romanı hakkında Yüksek İnşaat Mühendisi Ali Emre Bukağılı’nın yaptığı suç duyurusuna savcılık takipsizlik kararı vermişti. Suç duyurusu, romandan bazı alıntıları da bariz biçimde tahrif ederek, yazarın “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiğini” ve “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağıladığını” iddia ediyordu. Takipsizlik kararına itirazı değerlendiren üst mahkeme, geçen ay dava açılmasına karar verdi. Bu yetmiyormuş gibi, geçtiğimiz günlerde, kitabın ikinci baskısı için de ikinci bir suç duyurusu yapıldı ve soruşturma başlatıldı. Bunlar da yetmedi, kendisine açılan dava ile ilgili basında yer alan değerlendirmeleri nedeniyle, Gürsel ve avukatı hakkında yargıyı etki altına almaya teşebbüs iddiasıyla soruşturma açıldı.
9 Ocak 2009’da Cumhuriyet gazetesinde yer alan haberde, Nedim Gürsel bunun “yalnızca düşünce özgürlüğüne indirilen bir darbe değil, aynı zamanda bir hukuk skandalı” olduğunu belirtiyordu. Romanda dine dışarıdan ve eleştirel biçimde bakıldığını, ama herhangi bir hakaret ve aşağılama unsuru bulmanın mümkün olmadığını belirten Gürsel, “eğer teokratik bir toplumda yaşamıyorsak, dine eleştirel bir bakış yöneltmek en doğal hakkımız diye düşünüyorum” diyor. Buna demokratik, laik bir hukuk devletinde kim itiraz edebilir?
Gürsel’in avukatı Şehnaz Yüzer, “takipsizliğe verilen itiraz dilekçesinde Vakit, Yeni Şafak ve Zaman gazetelerinde konuyla ilgili olarak yapılan haberlerden söz edildiğini, kitaba karşı duruşun bireysel görülemeyeceğini, arkasında belli bir kesimin olduğunu” söylüyor. Dava gelecek Mayıs’ta görülecek.
Bizim demokratik ve laik hukuk devletimizin kurumlarına göre, “Sarı Gelin” belgeseli gerçekleri anlamaya yardımcı olan bir eğitim materyelidir; “Allah’ın Kızları” ise, dini değerleri alenen aşağılayarak halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme suçlaması mahkemelerce incelenmeye değer görülen bir romandır.
Gelin laikliği, demokratlığı bir kenara bırakalım. Hukuk devleti miyiz, yoksa kanun devleti mi? İsterseniz önce ona karar verelim.
Radikal İki, 22.2.2009