“Geçmişi tarihsel olarak dile getirmek, o geçmişi ‘gerçekte nasıl olduysa, öyle’ bilmek değildir. Buna karşılık, bir tehlike anında parlayıverdiği konumuyla, bir anıyı ele geçirmek demektir”.
Madem Benjamin’le başladık, onunla devam edelim. Üstad şöyle diyor: “Mücadele etmemiz gereken kişilerin yüzleri maskelidir”. ‘Geçmiş’ fikri ve ‘geçmiş zaman’ kavramı zihnimizde biraz buna benzer bir çağrışım uyandırıyor galiba. Yüzleri maskeli olan kişiler aslında bizleriz, bizim suretimizde cisimleşen ve otantik sahibi “biz” olan geçmişimiz. Çoğu zaman kurtulmak istediğimiz, yüzleşmekten ödümüzün koptuğu, kuytulara terk ettiğimiz; ama bir şekilde dönüp dolaşıp bizi bulan ve iyileşecek yaraları olduğu umudunu taşımak istediğimiz için “bugün” ve “şimdi” olarak kalan geçmiş. Ve onun hemen arkasından gelen ve aynı düşünce trenine binen diğer hayati kavramlar: ‘(tarihle)yüzleşme’, ‘(tarihle)yüzleşme korkusu’, ‘hatırlama’, hatırlamanın yarattığı ‘travma’ ve bu düşünce havzasındaki en sarsıcı kavram; belki de en devrimci pratik ‘hafızanın başkaldırısı’. Bu başkaldırı kendi hikâyesini, kişiliğini, kimliğini, varoluşunu ve köklerini arayanların bir başkaldırısıdır. Bu başkaldırının biricik muhatabı, geçmişi hasıraltı etmek, tarihlerinin zifiri karanlıklarını örtmek ve hafızalarını adeta kefensiz hayaletlere çevirmek isteyenlerdir. Tarihin tahrif edilmiş bu özel yorumuna, geçmişin kamburundan kurtulmak saikiyle her türlü siyasal ve sosyal araçları kullanarak geçmişi hatırlatabilecek her şeyi inkâr etmek, engellemek ve bastırmak stratejisine, resmi ideolojilerin bu en büyük payandasına verilecek hegemonik kodlar ve cevaplar özellikle 1980’lerden sonra “hafıza patlaması”, “hafızanın intikamı”, “hafıza konjonktürü” nosyonlarında ete kemiğe bürünür. Bu her biri engin anlam dünyalarına tekabül eden parolalar, geçmişle hesaplaşmak kavramı ile bütünleşir ve yeknesak hale gelir.
Türkiye’nin geçmişle hesaplaşma konusundaki ürkekliği ve adeta Kafkavari korkularının siyasal ve toplumsal tarihimizin üst üste yığılmış nisyan katmanlarını daha da derinleştirdiğini söylemek mümkün. Nedenleri ve sonuçları üzerinde yeterli derecede kafa yorulmamış, acılarıyla/korkularıyla yüzleşme cesaretini gösterememiş, mağdur bıraktıklarıyla bir diyalog sürecine girmemiş, onlarla karşılaşmaktan imtina etmiş olayların ve dönemlerin kaba bir envanteri bile bize “nisyan katmanları” ile ilgili yeterli fikir veriyor. TC kuruluşuna giden yolu başlangıç noktası olarak alırsak, hiç şüphesiz ilk sıraya “Ermeni Tehciri” diye sunulan olaylar bütününü koymamız gerekir. Bu labirentten ilerlediğimizde, ana durakları “Milli Mücadele/İstiklal Harbi”, “Tek Parti döneminin kurulma sürecindeki hesaplaşmalar”, “İstiklal Mahkemeleri”, “Kürt isyanları ve tenkil-tedip hareketleri”, “6/7 Eylül olayları”, “1 Mayıs 1977”, “Kıbrıs ve Türk Mukavemet Teşkilatı”, “27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbe ve rejimleri”, “ülkücülerin istihdam edildiği gayri nizami operasyonlar”, “Sivas katliamı”, “28 Şubat süreci”, “1984’ten günümüze Güneydoğu’daki gayri nizami harp” (Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yayınları, 2007, s. 255-6) olan uzun bir güzergâh çıkıyor karşımıza. Bu bağlamda kalkış noktamız siyasal toplumumuzu ve vatandaşı olduğumuz devleti “geçmişle hesaplaşma” ile ilişkilendirirken, böyle bir ilişkilendirmenin bam telini hatırlama ve hesaplaşmanın neden gerekli olduğu, nasıl bir işlev gördüğü, hangi yordamlarla yapılabileceği, hangi yöntemlerin hangi tarihsel şartlar altında ne gibi sonuçlar doğurabileceği ve bu sonuçlarla nasıl mücadele edilebilineceği gibi konular üzerine yoğunlaşmak olmalı.
Yukarıdaki anlatılanlardan mürekkep bu süreci “negatif bir geçmiş” olarak isimlendirebiliriz. Buradaki negatiflik paradoksal gibi gözükse de esas itibariyle geçmişle kurulacak ilişki unutma ve bastırma üzerinden değil; aksine hatırlama ve hesaplaşma kavramlarıyla özdeşleşiyor. Radikal, dönüştürücü ve hukuksal bir iç sorgulamayı gerektiren böyle bir geçmişle hesaplaşma perspektifi “hedefi belirlenmiş bir muhasebe iradesini dışa vurur” (Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yayınları, 2007, s.30). Bu yaklaşıma göre, geçmişle hesaplaşmayı insan hakları, demokrasi ve hukuku devleti ilkelerine dayanan bir siyasal kültür ve sistem inşa etmek ve daha da önemlisi toplumsal barışı tesis etmeye yönelik ‘demokratik bir proje’ olarak görmek gerekir.
Bu bağlamda şiddet, baskı, haksızlık ve acı birikimleriyle yüzlememiş ve hesaplaşmamış olmak, günümüze toplumsal kutuplaşmanın daha da derinleşmesine, hukukdışılığın bir norm haline gelmesine, öfke, nefret ve linç kültürünün yerleşik hale gelmesine yol açıyor. Bu durumun izdüşümlerini Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihine geriye dönüp bakarak görmek mümkün. Bu nedenle, Türkiye’nin hiç vakit kaybetmeden “hatırlama kültürü” üzerine payandalandırılan bir geçmiş politikasına ve bu geçmişte yaşanmış tüm zülüm ve haksızlıkların cezasız kalmamasını sağlayacak bir geçmişle hesaplaşma sürecine girmesi gerekiyor. Bundan kaçınmak, bunu ertelemek unutulanın, unutturulanın ve en nihayetinde bastırılanın sadece ve sadece tahrip gücü daha yüksek bir biçimde geri gelmesini sağlar. Toplumsal/kolektif hafızası bastırma ve unutma ile şamil olan Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesinin ve hesaplaşmasının sağlanabilmesi adına yapılması gerekenlerin en başında resmi ideolojinin, onun bütün aktörleri ve araçlarının; bu unutma ve bastırma eğiliminin ürettiği rıza mekanizmasını meydana getiren toplumsal ilişkilerin bütün boyutlarıyla sorgulanması elzem. Bu sorgulama aynı zamanda yeni bir toplumsal demokratikleşme projesinin ve medenileşme sürecinin de fitilini ateşleyecektir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki: Türkiye’de böyle kapsamlı bir geçmişle hesaplaşma sürecinin uç vermesi güçlü bir toplumsal talep ve demokratik bir siyasal irade gerektirir.
Türkiye’nin geçmişle ilişkisinin tarihine egemen olan Tanıl Bora’nın deyimiyle “nisyan katmanları”nın harcını “unutma” ve “bastırma” (hem de devlet eliyle) oluşturur. Nisyan kültürüne karşı hatırlama kültürünün ve geçmişle hesaplaşma politikasının hayati gerekliliğini tartışmak tüm vicdanlara bir çağrı; sorumlu, olgun ve etik bir birey olmak adına Kantçı bir çaba ve son kertede Türkiye’de toplumsal demokratikleşme ve bir arada yaşama iradesinin tohumlarının atılması ve yeni nisyan katmanlarının önüne geçilmesi açısından onurlu bir başlangıçtır. Böyle etik-vicdani bir çaba ve irade toplumun normalleşmesi, geçmişiyle yüzleşmeyi bastıran ve bunu meşrulaştıran baskıcı ve kıyıcı rejimlerin meşruiyetlerinin sorgulanması adına da insani bir girişimdir. Buradan hareketle, bu başlangıç egemen iktidar ilişkilerini, kapsayıcı bir doktrinisazyon süreciyle içselleştirilmiş resmi ideolojiyi ve toplumsal ilişkilerin altında yatan algı, çıkar ve beklentilerin yerini ve ağırlığını sorgulamayı içeriyor.
Ve bitiriyoruz. Murat Belge’nin deyimiyle Türk(iye) toplumunun kurucu ideolojisi olan, geçmişle yüzleşme zaafımızın yegâne müsebbibi ve belki de geçmişe dair travmatik korkularımızın en korunaklı barınağı, bu kör milliyetçiliğin salyalarını her yere akıttığı, ruhumuzu ve zihnimizi çölleştirdiği şu günlerde geçmişimizle yüzleşmeye ve hesaplaşmaya; “nisyan katmanları”nı eritmeye her şeyden çok ihtiyacımız var.