Kürtler Türklerden Ne İstiyor(du) Ya da Tersi?

I.

Türkiye’de Kürtler ne istiyor sorusuna verilebilecek ilk cevap; Kürtlerin bu isteklerinin tarihsel ve konjonktürel şartlar çerçevesinde değişe geldiğidir. Başka bir ifadeyle, Kürtlerin istekleri hiçbir zaman bir noktada sabit kalmamıştır. Buna rağmen, Kürtlerin talepleri arasında ciddi bir devamlılıktan da söz edilebilir. Bu devamlılık aslında, Kürtlerin ne istemediklerini ortaya koymaktadır. Musa Anter anılarında, asimilasyon politikalarını kendi örneğinde şöyle özetlemektedir: “…ama benim üzerimde çalışan acemiler; beni sözde kanserli bir vücuttan peşin kararla aldılar ve ancak kırk sene sonra habis bir kanser uru olmadığıma karar verdiler. Bu karar verilinceye kadar da vücudum delik deşik edildi…”(s.18) Aslında bugün karşı karşıya kaldığımız sonuç, bu delik deşik edilmiş vücudu: Kürtçenin ve Kürt kültürünün içinde olduğu durumu çok iyi örneklendirmektedir.

Burada Cumhuriyetin erken döneminde yazılan bazı çalışmalara dönmemiz faydalı olacaktır. Doktor Şükrü Mehmed Sekban’ın, 1923 yılında Kürtler Türklerden ne istiyor? başlıklı açık mektubunun yanında, Celadet Ali Bedirxan’in 1933’teki Mustafa Kemal’e Mektup ve Mustafa Remzi Bucak’ın İsmet İnönü’ye Mektup çalışmalarında ve bunlar gibi birçok örnekte, vurgulanan temalar arasında önemli benzerlikler vardır. Özetle: “Kürtlerin Türkleştirilmesinin mümkün ve faydalı olmayacağı, Asimilasyon politikasının tutmayacağı, Türklerle beraber yaşanılan, fakat Kürt, Türk birdir ve Kürt aslında Türktür demenin tarihi ve gerçekleri açıkça çarpıttığı, Kürtlerin Kürtlüklerinin hem etnik hem de dilsel olarak tanınması gerektiği, idari olarak otonomi gibi bir siyasi yapıya da vurgu yapan talepler ve tespitler.” Bu talepler daha çok etnokültürel ve etnomilliyetçi tonlar yansıtmaktadır. Fakat akılda tutulması gereken bir şey var ki o da; etnokültürel taleplerin gerek II. Meşrutiyet’in gerekse de Cumhuriyet’in ilk günlerinden, günümüze kadar bir devamlılık gösterdiğidir. Başka bir ifadeyle, Kürtlük en azından kültürel olarak, sanıldığının aksine, ne yeni rejimde ne de eskisinde ‘yok olmuş’ bir şey olmadı. Bunun dışa vurumu, önü kapanmaya çalışıldığı her girişimde, kendisini faklı bir biçimde ve tonda gösterip bugünlere geldi. Yukarıdaki bütün örneklerde açıkça öne sürülen şey, Türklerle yaşarken, Kürtlüğün muhafaza edilmesine ve yaşatılmasına izin verilmesidir. Başka bir ifadeyle, Kürtlüğün tanınmasıdır.

Bu talepler arasında bağımsızlık, bağımsız bir Kürdistan talebi ise Kürt Teali Cemiyeti (1918), Azadi (1923) ve Xoybun(1927) gibi örgütlerin amaçlarından biri olmuşsa da, bunlar Türkiye siyasetinin tedrici olarak yöneldiği istikamet doğrultusunda, kendi dışındaki hiçbir tahayyül dünyasının kabul edilmediği, 1924’ten sonra kendisini daha çok hissettirecektir. Bu istikamet, Azadi örgütünün belirttiği gibi,“hem iki milleti bir arada tutan İslam gibi önemli bir bağın (Halifeliğin örneğin) siyasetten men edilmesi hem de Kürtçenin okullarda ve mahkemelerde kullanılmasının, Kürtçe eğitimin yasaklanmasının, özellikle idarenin Türkleştirilmesiyle beraber, Kemalist Yönetimin, Türklükle artık tek aktör olma yönündeki otoriter ve dışlayıcı tutumuyla birlikte,” (Aktaran; Bruinessen, s.282–3) Kürtlerin kısmen de olsa inisiyatif sahibi olabilecekleri, ülke siyasetinde yer alabilecekleri bir olasılığın, tıpkı Terakki Perver Halk Fırkası (1924) örneğinde olduğu gibi, ortadan kalktığı bir sürecin de facto başlangıcıydı. Belirtildiği gibi, talepler arasında kesin sınırların olmadığı Azadi’nin yukarıdaki, etnodinsel ve etnokültürel taleplerin alaşım şeklinde durduğu bakış açısında daha açık görünmektedir.

Çok partili dönemden başlayarak, çekimser bir dille de olsa, erken dönemdeki taleplerle aynı doğrultuda, önce Doğulular sonra Kürt Solu olarak da anılacak olan, 1960’lı ve 1970’li yıllarda Türk solu ile yapılan dirsek temasıyla zenginleşen bir dille, Kürt gruplarının ekseriyetteki talepleri, radikal bazı grupların dışında, 1920’lerdekiyle benzer olacaktır. Bunlar genel olarak, etnokültürel çerçevede kalacaklardır. Hamit Bozarslan’ın vurguladığı gibi “TİP ve Fikir Kulüpleri Federasyonu ile Dev-Genç’te ifadesini bulan Türk Solu’nun yanında merkezini Barzani hareketinin oluşturduğu Ortadoğu Kürt hareketiyle” yeniden siyasal alanda boy gösteren Kürt Meselesi içinde Kürdi taleplerle; Ekonomik ve Sosyal tedbirleri kabul etmekle beraber, bunun kültürel ve etnik boyutlarının da hesaba katılması; tanınması gerektiği savunulacak, güya bunu kabul etti diye, Türk parlamento tarihinin en önemli partilerinden TİP, bu sebeple 1971’de kapatılacaktır. Fakat 12 Mart’tan sonra, Türk Sosyalistlerinde görüldüğü bir benzerlikle radikalleşen ve tüm enerjisini parlamento dışı bir muhalefet ve çözümler üzerine tüketen, “1974–1980 yılları arasında kurulan Kürt örgütlerinin istisnasız tümü, “Kürdistan”ı Türkiye’den ayrı bir ülke, dört devlet arasında paylaşılmış bir sömürge olarak kabul edecekti.” (Bozarslan, s.1180–1181).

Bu durum bir süreklilikten ziyade, ara bir tarih okuması olarak cereyan etti. Nitekim bunların hacim ve güç olarak en büyük olanı, PKK bile daha 1990’lara girmeden bu tür bir tarih okumasından vazgeçmek zorunda kalacaktı. Siyasi partiler mezarlığı Türkiye’nin, kurulan HEP-DEP-HADEP-DEHAP gibi siyasal partilere sunduğu siyasal alanın darlığı; meselenin bölücülük ve terör dışında başka hiçbir çerçeveye oturtulmaması, meseleye bir kördüğüm daha atmaktan başka bir sonuç yaratmamıştır. Örneğin, 2003’te kapatılan HADEP, kendisini demokrasiden yana olan herkesin partisi olarak tanımladıktan sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik olamayışının yol açtığı temel sorunlardan birini; “Kürt sorununa çözüm getirmeyen inkâr, ret, asimilasyon ve zor politikalarında ısrar edilmesi, dolayısıyla sorunun çözümsüzlüğe terk edilmesi” olarak tanımlamıştır. Fakat kapatılma gerekçesi ve partinin duruşu sadece bölücülük ve terör olarak gösterilmiştir.

II.

Doktor Mehmet Şükrü Sekban, 1923 yılında ayrıca şu uyarıyı yapmaktadır: “her ne kadar, hükümet ve Fırka-i İttihadiye mühimsemek istemedilerse de, hatta zahiren mevcudiyetlerini bile inkâr etmek isteseler de Arnavutluk ve Arablık meselelerinin Hükümet-i Osmaniye’ye neye mal oldukları meydandadır…” Kürtlerin dinlenilmesi gerektiği ve onların bir sürüden ibaret olmadığını belirten Sekban gibi Celadet Bedirxan da, özellikle dil konusunda Kürtlerin ve dolayısıyla Kürtçenin varlığının tanınmasının gerekliliğinden, kamusal alanda ifade edilmesi, okullarda öğretilmesi gerektiğinden uzunca bahsetmektedir. Bu değerlendirmeler ve talepler, görüldüğü gibi bugün öne sürülenlerden hiç farklı değildir. Kürtler (en azından talepleri olanlar), Cumhuriyetin ilk günlerinden beri, kamusal ve özel alanda tanınmak ve Kürtlüklerini, “Kürtçe” yaşamayı talep etmektedir. Bunun dışında, Türkleştirmeye onunla karşılaştıkları oranda karşı çıkmaktadır. Mehmed Uzun’un da belirttiği gibi, “yapılmaya çalışılan her şey; Türkiye özelinde, Kürtlerin Türkleşmediği, Kürtlerin, sanıldığının aksine, Kürt olarak, gizil veya açık hep direne gelmişlerdir.” Aslında erken dönem Cumhuriyetten başlayarak vardığımız sonuç: Kürtlerin net bir şekilde ne istemediklerini açıkça gösteriyor. Buna rağmen, sonraki dönemlerde yaratılan milliyetçilik mitleri ve tarihyazımıyla ne kadar çok öncelerden başlatılarak getirilse de, oldukça modern olan, kendini tanımlama (Self-identification) ve kendinin farkında olma (Self-awareness) sürecinden bağımsız olmasa bile, tüm bu gelişmeler modern anlamda bir Kürt kimliğinin doğmasını sağlayacaktır.

Sosyal meselelerin 1980’lere kadar modernizm paradigması çerçevesinde; kimlik ve kültürel öğeleri çok da kapsamadan, bütün dünyada monotip bir analizin sınırları dâhilinde okunduğu gerçekliğini göz ardı etmemekle birlikte, Ulus-devletlerin meşruiyet zeminlerinin ve kurucu bileşenlerinin bundan çok zaman önce, 1960’larda doruğa çıkacak biçimde, yapıldığını hatırlatmakta fayda vardır. Benzer şey Türkiye’de de yapılmasına rağmen, çağdaşlarından farklı olarak, Türkiye’dekiler siyasal spektrum içinde kendilerine ve özellikle kullanmış oldukları dile yer bulamayacak ve illegal ilan edileceklerdi. Bunun dışında da hâkim söylemden de birçok nedenden dolayı bağlarını bir türlü kurtaramayacaklardı. Bugün, bu legal sınırlar kısmen kaldırılmış, hâkim söylem nüfuz alanını eskiye nazaran yitirmiştir. Başka bir deyişle, bugün doğrunun kendisi olmasa bile, kabul edilen yanlış-lar değişmiştir. Fakat halen değişmekte direnen kişiler, klişeler ve mantaliteler vardır. İşte sosyal olguların anlaşılmasında önümüzü tıkayan da bunlardır.

Burada, mevcut tarihyazımının yardımıyla “Kürtler ne istiyor” sorusuna cevap bulmanın imkânsızlığı ve bulunacak cevabın ne kadar makul olabileceği sorulmalıdır. Tabii ki, bu tarihyazımının bir diyalektiğini yapmak bu yazıda mümkün değil. Fakat Kürt taleplerine yaklaşımı açısından, mevcut söylemin kullanmış olduğu retoriğin analiz edilmesi gerekmektedir. Özetle belirtmek gerekirse; mevcut tarihyazımının, a) 1920–1938 arasındaki Kürt isyanlarına, bunların birçok özelliğinden belli bazılarına (bağımsız Kürdistan gibi) ve içeriğinin dışında olup olmadığı tartışmalı olan gericilik, dış güçlerin kışkırtması, Türkün varlığını imha ve tehdit unsurları gibi özelliklerine b) 1950–1980 yılları arasında ekonomik geri kalmışlık ve ekonomik entegrasyon eksikliği sorununa c) yine benzer sıfatlardan hareket ederek, 1980 sonrasında sadece PKK’ya ve onun silahlı eylemlerine vurgu yapmasının altında yatan nedenlerden dolayı buna verilecek makul bir cevabının olmadığı ileri sürülebilir.

Yukarıdaki tarzda bir tanımlama ve tanıtma, Kürt, Kürt meselesi ve buna paralel olarak Kürdi talepler yoktur diye somutlanabilecek çok boyutlu yaklaşımları içermektedir. Mevcut tarihyazımı yukarıdaki özellikleyle, Kürt meselesini ele alırken bir nevi, neden sonuç dikotomisi yaratarak, sıradan vatandaşlara da sürekli şunu anımsatmaktadır: bakiniz, Kürt meselesi ve Kürdi talepler yoktur. Böyle bir söylemin altındaki talepler açıkça gördüğünüz (gösterdiğimiz) gibi, devleti bölmeyi, yok etmeyi amaçladığı için, bir güvenlik ve tehdit sorunu yaratmakla beraber, kendilerine Kürt denilen vatandaşların böyle talepleri de yoktur, bunlar başka kanallarla, çarpıtılmış bir şekilde onlarınmış gibi sunulmaktadır, denmektedir.

Sözü fazla uzatmadan özetlemek gerekirse, Kürtlerin ne istediklerini anlamak istiyorsak; Kürde rağmen Kürt için, Kürtlerin adına Kürtlük, ümmetin birliği için, Türklük neyimize yetmiyor gibi söylemlerin dışında bir paradigmaya, zihinsel bir temizliğe ihtiyaç var. Bu, Türkiye’de en çok münevver ve yarı-münevverlerin ihtiyaç duyduğu bir gereksinimdir. Zira gelinen nokta, hiç olmazsa Kürtlerin ister aleni isterse de örtülü olsun, neyi istemediklerini açıkça göstermektedir. Hem Sekban’ın hem de Bedirxan’ın çok önce işaret ettiği girift siyasi yönelimin sonuçlarının en azından ders verici olması gerekmektedir. Toynbee’nin 1925’te vurguladığı, “Türk Hükümeti… Kürtlerle ve onları huzursuzluğa iten sebeplerle uğraşırken gerekecek siyasi aklı ve yargılama hassasiyetini gösterememiştir” (Jwaideh, s.411) saptaması en azından bu tarihsel süreklilik; bu yanlış okuma için küçük bir örnek olmalıdır. Bundan sonra alınacak yolda, benzer bir eğilimle, danışmadan, sormadan, birilerini dâhil edip, birilerini kabul etmeden: Tepeden İnmeci, bahşedici ve altyapısal gereklilikleri hesaba katmadan yapılacak her şeyin bizi çok fazla bir yere götürmeyeceği de aşikârdır.

III.

Kürtlerin inkârının dayandırıldığı nedenler, kökleri Osmanlıya kadar giden, devletin toplumdaki tartışmasız yeriyle birlikte ele alındığında sonuç çok daha vahim olmaktadır. Çünkü yapılan propaganda, Kürtlerin devlete direk bir tehdit oldukları, yani Kürtlerin, devleti, doğal olarak da toplumun en çok saygı gösterilen, yüceltilen ortak varlığını, bir şekilde de toplumun kendisini, ortadan kaldırmayı amaçladıkları şeklindedir. Durum böyle olunca, yani tarih ideolojik bir aygıt olarak hegemonya alanını daimi kılmak için kullanılınca, durumun topluma yansıması ve sosyolojik vaziyeti de oldukça vahim görülmektedir. Kısacası, kuruluş döneminin Sevr Sendromu, ve bugün kısmen atılmış olan Soğuk Savaş Sendromu olarak bilinen histeri halinde devam eden absürt bir yanılsama olarak, tarih, yanlış okunmakta ve okutulmaktadır. Bugün ayrıca kısmen azalmış gibi görünse de, özellikle Kürtler sözkonusu olduğunda, “inkâr” yanında vurgulanması gereken en önemli siyasa “tehdit”tir. Genel olarak bütün topluma, özel olarak bu Türkleştirme politikalarını kabul etmeyen talep sahiplerine Cumhuriyetin ilk günlerinden bugüne devam eden bir “ gözünü korkutma” politikası halen devam etmektedir. Bunu, Cemal Gürsel’in, birçok kişinin demokrasinin zirve dönemi veya “aşırı özgürlükler” dönemi dedikleri 1960 askeri darbesinden sonrasında Kürtlere hak gördüğü, şu “demokratik” tutumla en güzel örneklendirebiliriz: “ Eğer ‘Dağ Türkleri’ sessiz durmazsa, Ordu köylerini ve kasabalarını bombalayıp yerin dibine koymaktan çekinmeyecektir. Öyle bir kan banyosu olacak ki orada, onlar ve ülkeleri onun içinde yüzeceklerdir…”(Aktaran; Özcan, s.86).

Kürt meselesinin başlangıçta sosyoekonomik şimdi ise buna ek olarak güvenlik boyutlarının olmasına rağmen, ne Ziya Gökalp’ın kademeli, evrimci sosyalizasyon önerisi, Mahmut Esat Bozkurt, İsmet İnönü gibi Tek-Parti dönemi müfritlerinin hemen şimdi, devrimci asimilasyoncu önerileri, ne de daha geçen haftalarda hükümetin savunduğu sosyal proje önerileri çare getirmeyecek, aksine bu meseleyi anlamaya çalışan herkese sürekli şu soruyu sorduracaktı: Kürtler neden hala Direnmekte? Bu neden sorusuna cevap vermek muhakkak ki kolay ve basit değildir. Fakat “Kemalist ulus-devlet projesinin, Türkiye’de Kürt toplumunun dışında kalan toplumsal grupları Türklük çevresinde toplamasında, genel olarak başarılı olmasına rağmen” (Çagaptay, s.123), Kürtlere benzeri bir getirisi olmadığı için, cevabın çoğunluğunu Türkleştirme politikasıyla, Kürtlük üzerindeki baskının oluşturduğu, su götürmez tarihsel bir gerçekliktir.

Sonuç olarak, bugün Kürt meselesiyle ilgili çok yol kat edildiği doğrudur. En azından Kürtlerin tümüne yönelik direk “tehdit” ve “göz korkutma” politikası ne 30’lardaki; “Türk süngüsünün,” ne 60’lardaki; “Türk bombardımanın” ne de 90’lardaki; “Türk F-16’larının” görülmesiyle Kürt meselesinin de yok olacağı şeklindeki ilkel zihniyet, bugünlerde o kadar aleni değildir. Fakat Kürt meselesinde kat edilen yol değerlendirildiğinde genellikle şöyle bir izah biçimi de kullanılmaktadır: bakın, daha az zaman önce bunlar birer tabu, ondan da önce yoklardı bile… İyi bir şey yaptığını zanneden bu mantık sahipleri, hem geçmişi ele verip hem de karşılaştırmanın geriye doğru değil, çevreye, mevcut durumlara ve o anki zamana göre yapılması gerektiğini gözden kaçırmaktadır. Bunu özellikle de Tek Parti döneminin ihyasını ve devamlılığını isteyen ilerlemeci aydınlar yapınca; e o zaman ne hacet vardı Cumhuriyete? Zaten siyasal ve kültürel olarak Tanzimat’tan beri bir gelişme yok muydu? Medeni toplumları, çağı yakalamanın hilesi nerede o zaman? diye sormadan edemiyor insan. Benzer şekilde, İslam’ı ve Türklüğü o kadar iç içe girmiş bir Türk-İslam ümmetçi yaklaşımının en az ilerlemeci aydınlar kadar kapsayıcı, mantık sahiplerine de; “Allah Kürdü Müslüman’dan korusun” diyesi geliyor insanın. Son olarak ise Suavi Aydın’ın belirttiği gibi, “Kürt talepleri karşısında, ‘Kürt ve Türk şovenizmi’ biçiminde, Kürt talepleri ile MHP tarzı Türk milliyetçiliğini aynılaştırarak; böylelikle de suret-i haktan görünüp milliyetçiliklere karşı ‘soldan’ aynı mesafede duruyor izlenimi veren” (Aydın, s.477) TC Solu’nada aslında benzer sorular sorulabilir.

Referanslar:

Anter, Musa (1999). Hatıralarım 1–2, İstanbul: Avesta Yayınları.

Aydın, Suavi, (2002). “Sosyalizm ve Milliyetçilik: Galiyefizmden Kemalizme Türkiye’de “Üçüncü Yol” arayışları,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, cilt:4 Milliyetçilik, içinde, (editör) Tanıl Bora, İstanbul: İletişim, s. 438–482

Bayrak, Mehmet (haz.), (1994). Açık-Gizli / Resmi-Gayri resmi Kürdoloji Belgeleri, Ankara: Özge Yayıncılık,

Bedirxan, Celadet Ali, (1933). Bir Kürt Aydınından Mustafa Kemal’e Mektup, İstanbul: Doz, 1992

Bozarslan, Hamit, (2008). “Türkiye’de Kürt Sol Hareketi” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. 8 Sol, içinde, (editör) Murat Gültekingil, İstanbul: İletişim, 2. Baskı, s.1169–1207

Bruinessen,Martin van, (1992). Agha, Shaikh and State; the Social and Political Structures of Kurdistan, London and New Jersey: Zed Books Ltd.

Bucak, Mustafa Remzi, (1965). Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup, İstanbul: Doz, 1991

Çagaptay, Soner, (2006). Islam, Secularism, and Nationalism in Modern Turkey; who is a Turk, Routledge.

Jwaideh, Wadie, (2007). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi; Kökenleri ve Gelişimi, İstanbul: İletişim, 4. Baskı.

Özcan, Ali Kemal, (2006). Turkey’s Kurds; A Theoretical Analysis of the PKK and Abdullah Ocalan, London and New York: Routledge.

Sekban, Şükrü Mehmet (1923), “Kürdler Türklerden ne istiyorlar? Nafi’a vekili Diyarkabir meb’usu Feyzi beye doktor Şükrü Mehmed beyin bir mektubu,” Mehmet Bayrak (haz.) Açık-Gizli / Resmi-Gayri resmi Kürdoloji Belgeleri,içinde, Ankara: Özge Yayıncılık, 1994,

Uzun, Mehmed, (2003). Zincirlenmiş Zamanlar, Zincirlenmiş Sözcükler, İstanbul: Gendaş A.Ş.