II. Türk Siyasal Devrimi ve Ergenekon Davası

Ergenekon Davası uzun zamandır büyük tartışmalar ışığında devam etmekte ve bu dava bağlamında Türkiye siyasetine özgü geleneksel olan her şey, asker- sivil ilişkisi, ulusalcılık, hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset parçalanmakta ve yepyeni bir hegemonik yapı kurumlaşmaya başlamaktadır. Çok değerli bazı ‘düşünürlerimiz’ derin olarak bu konuda tartışmakta ve hepsi de ‘gerçekliğe’ ulaştıklarını savunmaktadırlar. Kimi ‘uluslararası komplo’ kimisi ‘bir cemaat müdahalesi’ kimisi ‘demokratikleşme sancısı’ kimi ‘bir çetenin temizlenişi’ ve daha bir dolu ‘bilimsel yaklaşım’. İşte bu yazı Türkiye’ deki bu toplumsal dönüşüme farklı bir makro bakış açısı getirmeye çalışacaktır.

2000ler de Türkiye’ de bir Siyasal Devrim –hegemon güçler arası mücadelede (Türkiye bağlamında bürokrasi ve burjuvazi arası tarihsel mücadele) hegemonik değişimi- süreci yaşanmaktadır. Bugünlerde çok tartışılan politik yargılama süreci olan “Ergenekon Davası” ise bu siyasal devrim sürecinin tasfiye aşaması –her devrimin doğal aşaması– olarak tarihe geçmektedir. Her devrim gerek toplumsal gerekse de siyasal bir kriz durumundan –eski sürecin sürdürülememesi bağlamında- doğmaktadır ve II. Türk Siyasal Devrim[1] sürecini önceleyen kriz durumunun maddi görünümü 28 Şubat askeri müdahalesidir. 28 Şubat süreci, Marksist analiz bağlamında, kapitalist devletin olağanüstü yönetim şekli olan “Bonapartist Rejim” bağlamında analiz edilebilir ve amacının siyasal hayatta parçalanmış halde bulunan Türk burjuvazisini –“İstanbul burjuvazisi” ve “Anadolu burjuvazisi”– kaynaştırmak ve bütünleştirmek olarak tespit edilmektedir. Sonuç olarak 2000lerde kaynaşmış ve bütünleşmiş bu “Türk burjuvazisi” politikada bütünüyle hegemonyayı ele almakta ve yeni bir tarihsel blok doğmaktadır.

TEORİK ÇERÇEVE

Türkiye özelinde siyasal devrim tezini ileri sürmek için öncelikle onun dünya tarihi içinde yer aldığı siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişiminin teorik çerçevesini belirlemek önemlidir. Burada unutulmaması gereken son dönemlerde Türk sosyal bilimlerin – özellikle sol yazın – ‘unuttuğu’ tarihsel gelişim yasasının bir kez daha hatırlanmasıdır. Öyleyse bu yazıda çerçeve Türkiye için modernleşme teorileri yerine, Doğu-Batı farklılığı çerçevesinde ele alınacaktır. Bu yaklaşıma göre Doğu toplumları, ekonomik, siyasal ve toplumsal gelişim sürecinde, Batı toplumlarından farklı süreçler izlemektedir. Marksist anlayış içinde bir dönem hem dünya hem de Türkiye ‘de tartışılmış ancak çok da derin analizler yapılmamış olan “Asya tipi üretim tarzı” bu anlamda doğu toplumları için bir üretim ilişkileri modeli çizmektedir. Bu modele göre feodal dönemde ortaya çıkan ve batı toplumlarının değişim ve gelişim çizgisinin belirleyici karakterleri olan “sermaye birikim süreci”, “özel mülkiyet” ilişkileri, doğu toplumlarında yerini “güçlü bir merkezi idare” ve bunun doğal sonucu “güçlü bir bürokrasi” ile “kolektif mülkiyet” şekline bırakmıştır. Doğal olarak bu farklılık, toplumların gelişiminin bir sonraki aşaması olan “kapitalist üretim ilişkilerinin” doğu toplumlarında, batı toplumlarından farklı bir çizgide gelişimine yol açmaktadır. Bu alt yapısal farklılık, onun üst yapı belirlenişleri olan siyasal, sosyal, kültürel, hukuksal ve ideolojik alanlarda da farklı bir çizgide gelişmesine neden olmaktadır.

Yukarıda çizilen teorik model çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu ATÜT bağlamında güçlü bir merkezî idare –her şeyin sahibi, padişah ve onun güçlü bir denetim aygıtı, bürokrasi– olarak yaklaşık altı yüz sene hüküm sürdü. Osmanlının ekonomik, siyasal ve toplumsal yapısı, Türk sosyal düşünce hayatının sol kanadında özelikle 1960 ve 70li yıllarda, ciddi tartışma konusu olmuştur. İlginç bir şekilde yine bir başka doğu toplumu Rusya’ da da aynı tartışmalar devrim süreci sonrasında kısa dönemli tartışılmış[2] ve Batı toplumlarından farklı bir gelişim çizgisi kabullenmemiştir. Türkiye örneğinde “Merkezî Feodal” yapı[3] gibi ve Rusya örneğinde de “Rusya’ya özgü Feodalite” gibi yapısal gerçekliğe aykırı tezler geliştirilmiştir. Dar bir çevrede ise “Asya tipi üretim tarzı” tezi kabul görmüştür[4]. Bu süreç boyunca Osmanlı’ da devlet, Batı toplumlarının aksine hiçbir özel birikim sürecine izin vermemiş ve bunun sonucu olarak, Batı toplumlarında feodal çağda gelişen karşı hegemonik güç olan etkin bir burjuva sınıfı görülmemiş ve doğal olarak böyle bir sınıfın iktidar talebi de oluşmamıştır. İmparatorluğun çöküş dönemi –imparatorluğun merkezi yapısı ve egemen bir sınıf olarak bürokrasinin varlığına uygun olarak– değişim talebi tek alternatif sınıf olarak yine bürokrasiden gelmiş ve Türkiye Cumhuriyeti bürokrasi hegemonyasında yeni bir siyasal rejim olarak ortaya çıkmıştır. Yine bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arası ilişkilerin bir kopuş mu yoksa devamlılık mı olduğu uzun yıllar tartışılmış ve günümüzde de bu konu dönemsel olarak hâlâ tartışılmaktadır.

Kuruluş dönemi Türkiye Cumhuriyeti, siyasal açıdan bir ulus - devlet modeline uygun, toplumsal ve ekonomik açıdan ise güçlü ve hegemon bir bürokrasi ile ona tabi zayıf, sınırlı bir ticaret burjuvazi ve küçük özgür köylüler şeklinde şekillenmiştir. Bunun doğal sonucu olarak sermaye birikim süreci devlete bağımlı bir tarzda gelişmiştir. Burjuvazi sürekli güç kazanan bir sınıf olmuştur.

TÜRKİYE ÖRNEĞİNDE TARİHSEL GELİŞİM

Devrimler, tarihin çok özel dönemeçleridir. Muhafazakâr kesimde hoş görülmez ve gelişimi kesintiye uğratan süreçler olarak bakılırken, liberal kesim ise Fransız İhtilali sırası neredeyse devrimi kutsarken, 1848 ihtilalleri sonrası devrimlere kuşkuyla – aslen korkuyla - bakmaya başlamış, sol kesim de ise toplumsal gelişim ve dönüşümün olmazsa olmaz en son göstergeleri olarak yüceltilmişlerdir. Böyle köklü ve sert dönüşümler - doğal olarak - sık görülmezler ve toplumda ancak belli koşulların olgunlaşması sonucu meydana gelirler. Batıda devrimler, “toplumsal” olarak üretim şekillerini değiştirip, toplumların değişiminde birer göstergeyken, doğu toplumlarında ise daha sınırlı bir karakteristik gösterip “siyasal” anlamda iktidar değişikliklerine yol açarlar. “Toplumsal devrimler”, bir toplumun devlet ve sınıf yapısının hızlı, temelden dönüşümüdür ve toplumsal devrimler tabandan gelen, sınıf temelli ayaklanmalar aracılığıyla başarılırken, “Siyasal devrimler” toplumsal yapıları değil, devlet yapılarını dönüştürebilirler; ayrıca sınıf çatışması aracılığı ile başarılmaları zorunluluğu yoktur[5]. Bu bağlamda Türkiye’ de siyasal bir devrim perspektifinden hegemon olan veya ona aday güçler – Bürokrasi ve Burjuvazi – arası tarihsel mücadele, yaşanan değişimi anlamak için önem taşımaktadır. Öyleyse bugün yaşanan “siyasal devrim” sürecini anlamak için Türkiye’ de bürokrasi ve burjuvazinin tarihsel analizleri kritik önem taşımaktadır.

Bürokrasi tarihsel olarak Osmanlı dönemi; padişah ile birlikte ve Türkiye kuruluş dönemi ile de tek hegemon güç haline gelmişti. Osmanlı döneminin son döneminden itibaren bürokrasi, ideolojik anlamda iki parçalı yapıya ayrılmıştı; merkezi yönetimi savunan “İttihat ve Terakki” taraftarları ile yerelciliği ön plana çıkaran “Hürriyet ve İtilaf” taraftarları. Bu iki gruba bir de hanedan yanlısı bürokrasiyi eklemek de mümkündür. Ancak Atatürk liderliği ele alıp Cumhuriyeti kurduktan sonra sırasıyla, ‘Saltanatçıları’ ve ‘İttihatçıları’ yönetimden tasfiye edip bürokrasiyi homojen bir güç haline getirmiştir. Burjuvazinin yokluğu veya sınırlılığı, onu bir devlet kapitalizmi organize etmeye sürüklemiş ve böylece bürokrasi yalnız politik ve ideolojik bir güç değil, aynı zamanda ekonomik anlamda da bir güç haline dönüşmüştü. Ancak kapitalist bir üretim tarzını benimsemiş olan Türkiye’ de doğal olarak bürokrasi, özel birikim sürecini önleyemezdi ve bu da burjuvaziyi Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bürokrasiye alternatif hegemonik bir güç haline getiriyordu.

Burjuvazinin ve tabandan gelen değişim talebinin yokluğunun doğu toplumlarını batılı çağdaşlarından ayıran karakteristik bir özelliği olduğunu söylemiştik. Osmanlı‘ da – bir doğu toplumu olarak - aynı özelliği göstermiş ancak 19. yüzyılda küçük bir Müslüman olmayan –Ermeni, Yahudi ve Rum– burjuva sınıfı oluşmuştu. Bu gruplar I. Dünya Savaşı sırasında – Yahudiler hariç - tasfiye edilmiş, kırsalda bunların topraklarını ele geçiren bir zengin toprak sahipleri ortaya çıkmış ve yine küçük, sınırlı bir Müslüman ticaret burjuvazisi oluşmuştu. Sanayi anlamında ise modern bir burjuva sınıfı görülmemişti. Ancak bu sınıflar, tamamen bürokrasiye bağımlı ve gelişimi için onun desteğine mecburdu. İki dünya savaşı boyunca özellikle karaborsacılık, ticaret ve tefecilikten birikim sağlıyorlardı. 1950lerle birlikte ise sanayi burjuvazisi ortaya çıkıyor ve aynı zamanda kentleşme olgusu gözleniyordu.

Bugün Türkiye’ nin en büyük holdinglerinin kuruluş dönemleri bu yıllara denk gelmektedir. 1960lar ve 1970lerde ekonomi politikası, yeni gelişen sanayi burjuvazisini güçlendirme politikasına uygun olarak “İthal İkameci Sanayileşme Politikası” çerçevesinde biçimlenmiş ve 1970lerin kriz dinamikleri çerçevesinde - küresel ekonomik dönüşüme uygun olarak - 1980 sonrası liberal açık pazar modeline geçiş gözlenmiştir. 1980lerle birlikte Türkiye, gelişen sanayi burjuvazisinin “İstanbul Burjuvazisi” taleplerine uygun olarak – İİSP uyarınca bu sınıf ciddi bir birikim sağlamış ve uluslararası alanda rekabet gücü kazanmıştı – dışa açık bir ekonomi modeline geçti. Bu dönem “İslamcı sermaye” veya “Anadolu sermayesi” olarak tanımlanan burjuvazinin diğer bir parçası bağımsız olarak gelişmekteydi. Bu gruplar 1990ların başında batılılaşma – onun maddi siyasal düzeyi olarak AB ile ortaklık ve ekonomik uzantısı olan IMF ile ilişkiler – konusunda tepkisel olarak karşıt bir pozisyon alıyorlardı. Bu da burjuvazi içi parçalı bir yapıya yol açıyor ve siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda gerilim üretiyordu.

Bu süreçte 28 Şubat süreci ciddi bir tartışma konusu olmuştur. Süreci darbe veya post-modern darbe olarak adlandıranlar olmuş ancak her ne tanım olursa olsun bu dönemin devletin özel bir otoriter dönem olduğu konusunda tartışma yoktur. Bu dönem Marksist anlamda “Bonapartist Yönetim” olarak tanımlanabilmektedir. Sol analizde olağanüstü devlet yönetimi çerçevesinde önemli bir yer tutan bu kavram ilk defa Fransız Devrimi sonrası Marx tarafından Bonaparte yönetiminden kavramsallaştırılmıştır. Genel anlamda “Bonapartizm” sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemlerde orduya dayanarak sınıflar arasında bazısına vaat, bazısına gözdağı ve bazısına da göz kırpma yoluyla cambazlıklar yapan büyük burjuvazinin diktatörlük veya otoriter yönetimidir. “Bonapartizm” demagojiye sık başvurup küçük burjuvazi tabakaları kendine çekerken baskı yoluyla da halkın sistem dışı taleplerini baskı altına alır. Türkiye ölçeğinde 28 Şubat süreci hegemon adayı burjuvazinin -“Büyük burjuvazi” ile “Anadolu burjuvazisi”- parçalılığına son vermiş ve politik, ideolojik ve ekonomik anlamada kaynaşmış bir bütün haline getirmiştir. Aynı yöntem yakın dönemde 1958’ de Fransa‘ da “De Gaulle” tarafından uygulanmış ve o dönem II. Dünya Savaşı ve Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı sebebiyle parçalanmış olan burjuvaziyi birleştirmede kullanılmıştır. 1990ların siyasi tartışma konuları arasında yaygın yer bulan “İkinci Cumhuriyet”, “Başkanlık Sistemi”, “Adil Düzen”, “Özelleştirmeler” ve “İstanbul–Anadolu Burjuvazisi” gibi kavramsallaştırmaların 2000ler de etkinliğini yitirmesi, burjuvazinin bugün ortak bir hedef temelinde bütünleştiğinin göstergesidir.

2000lerle beraber ekonomik perspektif açısından parçalanmışlığını sona erdirmiş olan burjuvazi tarihsel olarak Türkiye’ de ilk kez hegemonyayı tamamen bürokrasiden ele geçirmiştir. Bu açıdan hegemonya açısından değişiklikten dolayı bu yazıda bu dönem “siyasal devrim” olarak tanımlanmaktadır. Bu sürece hegemonyayı kaybeden bürokrasi içinden bir grubun doğal tepkisi –doğallığı iktidar olgusunun öneminden gelir- doğmuştur. Bu grup, bugün tartışılan darbe planları yoluyla iktidarı tekrar elde etmeye –toplumun gelişim çizgisinde artık hiçbir maddi gerçekliğe dayanamamasına rağmen– çalışmıştır. “Kürt meselesinde” yurt içinde gerçeklik dışı – hem ulusal hem de uluslararası bağlamda - baskıya başvurma çabalarına girmiş ve yurt dışında ise ABD idaresindeki Kuzey Irak’ da bir askeri maceracılığa yol açabilecek faaliyetlere -2004 Türk askerine Amerikan müdahalesi– girişmiştir. Yine hegemonya mücadelesinde toplumun bir kısmını kendi tarafında seferber edebilmek için –her büyük kriz döneminin özgül davranışı- bazı sivil toplum kuruluşları ile birlikte siyasal aktiviteler –Cumhuriyet Mitingleri– düzenlemek gibi bir anlamıyla “karşı-devrimci” bir hareket örgütlemeye çalışmıştır. Bugün çok tartışılan “Ergenekon dava süreci” işte bürokrasinin bu grubunun tasfiye süreci olarak tespit edilebilmektdir.

YENİ HEGEMONİK İDEOLOJİ

Hegemonik ideolojik gelişim ve dönüşüm ise bu dönüşüm sürecinin ayrıca dikkat çekilmesi gereken alanıdır. Üstyapının yeniden üretiminde ideoloji – devletin ideolojisi - önemli bir göstergedir. İlk olarak Türkiye’ nin kuruluşundan itibaren hegemon sınıf bürokrasinin temel ideolojisi, Batıyla bütünleşme temelinde şekillenmiştir. Doğal olarak büyük burjuvazi de uluslararası işbölümü perspektifinden aynı ideolojiyi benimsemiştir. Ayrıca kurulan ulus – devlet modeline uygun bir milliyetçilik ve laiklik ideolojisi de temel anlamda benimsenmiş ve kitleleri homojenleştirme aracı olarak kullanılmıştır. Bütün Türkiye siyasal tarihi boyunca da vurgulanmaları dönemsel olarak değişmekle birlikte bu ideolojiler hegemonyasını sürdürmüşlerdir.

Bu yazının temel dönüm noktalarından biri olan 28 Şubat hegemon güçler – Burjuvazinin iki parçası ve bürokrasi - açısından ideolojik anlamda bir kriz dönemidir. Bir kriz anında, tüm ana öğeler ve koşullar, bir bütün olarak, bir kopuşsal birlik halinde toplanır ve bu süreç yoğunlaşma olarak adlandırılmaktadır. Bu kopuştan sonra ortaya çıkan yeni hegemonik ideoloji yoğunlaşmaya katılan taraflardan oluşan yeni bir sentezdir. Bu artık bir ideolojik dönüşümdür. İdeolojik dönüşümlere bir örnek bağlamında Alman faşist iktidar ideolojisi iyi bir örnektir. Oluşum sürecinde gelişmiş burjuva ideolojisi emperyalist bir karakter almış ve ancak liderlik edememesinden dolayı devlet iktidarını maddi temelden yoksun olarak elinde bulunduran toprak aristokrasisinin feodal ideolojisi ile bir yoğunlaşmaya girmiş ve sonuç olarak ortaya feodal ideolojinin militarist ve otoriter karakteri ile dönüşmüş emperyalist bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Bu noktadan hareketle 28 Şubat sonrası ortaya çıkan yeni hegemonik ideolojinin öğelerine bakmak da önemlidir. Bürokrasinin ve geleneksel büyük burjuvazinin temel ideolojik öğesi batılılaşma yerini korumaktadır. Aslen 1980 sonrası birikim süreci sonucu olarak “İslamcı” veya “Anadolu burjuvazisi” de 1990ların ortasında batı ekonomisi ile bir anlamda bütünleşmesini sağlamıştı. Yani onun için de artık batılılaşma süreci çıkarlarına uygun düşüyordu. Öyleyse siyasal düzlemde bu grubun temsilcisinin “Adil düzen” ve “anti-Batı” söylemi artık onu temsil etmekten uzak kalmıştı. Toplumun alt grupları da “Solcu gruplar”, “Kürtler” ve “Siyasal İslamcılar”, devletin baskıcı karakterinden bunalmış ve devleti dengeleyici bir üst organ olarak -Türk siyasal tepedenci karakterine uygun olarak-Avrupa Birliği– Batılılaşma ideolojisinin siyasal hedefi – sürecini desteklemiştir. Bu 2000’li yıllarda AB ile bütünleşme sürecinde yükselen talebi açıklamaktadır.

Bir diğer devletin temel araçsal ideolojik öğesi, ulus- devlet modeline uygun bir “Türk-İslam” sentezidir. 1980 öncesi yükselen sol ve 1980 sonrası özellikle yükselen Kürt ayrılıkçı hareketine tepki olarak “Türklüğü” vurgulu bir “Türk- İslam” anlamında kullanılan sentez, Kürt ayrılıkçı hareketinin bastırılamaması sebebiyle ideolojik dönüşüm sonrası “İslam” ı vurgulu bir “Türk – İslam” sentezine dönüşmüştür[6]. Böylece “İslam”, Kürt ayrılıkçı talepleri önlemede araçsal bir konum elde etmektedir. Bu büyük burjuvazi ile bütünleşip iktidarı elde eden küçük ve orta burjuvazinin taleplerine de uygun düşmektedir. Bu da 2000’ler de muhafazakârlaşmayı açıklamaktadır.

Öte yandan bürokrasinin hegemonyayı kaybetmesini kabullenmeyen bürokrasi içi kanat tamamen farklılaşmış bir ideoloji temelinde muhalefet organize etmeye çalışmıştır. İlk olarak soğuk savaşın bitişi ile Sovyet tehdidine karşı homojen bir blok altında batılılaşmayı savunan bürokrasi içinden kopan bu grup soğuk savaşın bitişi ile anti – batıcı bir ideolojik anlayış geliştirmiştir. Bu çerçevede batının – son tahlilde küresel merkezin -tüm kurumlarından – IMF, NATO ve AB – kopuşu savunmuşlardır. Aynı zamanda Türklüğü ön plana alan sentez anlayışını sürdürmüş ve burjuvazinin bütünleşip iktidarı ele geçirmesine tepki olarak da katı bir laiklik anlayışını dayatmaya çalışmıştır. Bu çerçevede burjuvazinin iktidarı ele geçirmesine tepki duyan belli bir sol grupla ve orta sınıfla ittifak kurmaya çalışmışlar ve çeşitli sivil toplum kuruluşları ve medya araçları ile halkı seferber edip değişimi engelleme çabasına girmişlerdir. Ancak son noktada değişimin maddi koşullarına uygun olarak, güç bulamamışlardır ve tasfiye sürecine girmişlerdir. “Ergenekon dava süreci” de bunu açıklamaktadır.

SONUÇ OLARAK

Sonuç olarak; Türkiye örneğinde bürokrasinin ve burjuvazinin tarihsel gelişimleri doğu toplumları perspektifinde gelişmiş ve 2000ler de Türkiye’ de burjuvazi, siyasal devrim yolu ile hegemonyayı ele almıştır. “Ergenekon dava süreci” de bu devrimin – II. Türk Siyasal Devrimi - tasfiye süreci perspektifinden anlam ifade etmektedir. Bugün AKP artık yalnız gelişen taşralı orta sınıfın temsilcisi değil, aynı zamanda birleşmiş ancak henüz tam anlamı ile hegemonik bir tarihsel blok oluşturamamış olan Geleneksel büyük burjuvazi ile Anadolu burjuvazisi arası hakem pozisyonundadır. Unutulmaması gereken bir nokta; bugün bu tasfiye süreci sebebiyle bu iki grup arası göreceli istikrarlı durum yeni tarihsel blok oluşumu sürecinde hızlı gelişen Anadolu sermayesinin siyaset, ekonomi ve toplumsal alanlarda yeni talepleri ile bir kez daha bozulabilecek gibi görünmektedir ve yeni hegemonik yapı bu pazarlıklar sonucu şekillenecektir. Yani Türkiye bugün yeni bir hegemonik yapı oluşum sürecinde geçiş dönemini yaşamaktadır. Ordu –üst yönetim kadrosu bu dönüşümü algılamış görünmekte- süreçle çatışmacı değil uyumlu olarak hareket etmektedir. Bunun en büyük göstergesi soruşturma sürecini genel olarak desteklemektedir. Unutulmaması gereken bir nokta ise her devrim süreci bir öncekinden daha güçlü ve geniş temelli bir yeni yapı çıkarmaktadır. Bu da Türkiye’ nin demokratikleşme süreci ve onunla bağlantılı Kürt sorunu için umut verici bir varsayım olarak düşünülmelidir.


[1] Burada son dönemlerde özellikle Tarihçiler arasında başlayan ve 1908 sürecini devrim süreci olarak tanımlayan yaklaşım bağlamında bir tartışmaya girmeden bugün yaşanan süreç 2. Türk Siyasal Devrim süreci olarak belirlenmektedir.

[2] 1930 Tiflis ve 1931 St. Petersburg toplantıları sırasında ATÜT tartışılmış ve ilkinde bu model kabul edilmiş ve ardından Stalin telkini ile St. Petersburg ‘da reddedilmiştir.

[3] Merkezi Feodal terimini savunan sol kanattan Behice Boran örnek verilebilir.

[4] Sencer Divitçioğlu, Çağlar Keyder sayılabilir.

[5] Theda Skocpol ve Charles Tilly devrim üzerine ciddi çalışmalar yapmış önemli yazarlardır.

[6] Bu bağlamda “Ergenekon Davası”nın ismi olan Ergenekon Türk-İslam sentezinin mitolojik bir unsuru olması dikkat çekicidir.