Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız "olağanüstü hal" istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir.
Walter Benjamin
Eskilerin deyişi ile, Samanbahça’da geçti benim çocukluğum. Kerpiç evlerin arasındaki daracık sokaklarda, ortasındaki kocaman hurmaya nispet hayli minik olan bir bahçe etrafına dizilmiş kibrit kutusu odalardan derleme bir evde. “İşte buldum seni” nidalarıyla telaşlanan saklambaçlarla, “ama galleşlik yaptın, oynamam, bana ne” serzenişleri ile nihayetlenen çocuk hüzünleriyle… İşte o zamanlarda girdi hayatıma, anneannemin yoksul evine komşuluk eden mütevazi kitabevi Işık. Nenemin deyişi ile “mızırlıktan” vakit buldukça, bu kitabevinin güler yüzlü ablasına koşup, adının Nahide olduğunu bile bilmeden, “Işık abla, bana bir boyama, bir okuma kitabı, bir kutu da pastel boya ver” demelerim, bir de o küçük dükkânın her köşesine sinmiş mütekasif kitap kokusu dün gibi aklımdadır. Sonraları büyüyüp üniversite eğitimi için İstanbul’a gidince, Kıbrıs’a yapılan tatil dönüşlerinin en keyifli uğrağı olur Işık kitabevi. “Memlekete dair” yazılıp çizilen en son kitapları bir çırpıda bulabileceğiniz, uzun zamandır görmediğiniz dostlarınızla karşılaşıp hasb-i hal edebileceğiniz, “Işık abla”nın pişirdiği kahvenin eşliğinde Kıbrıs’a dair biriktirdiğiniz tüm hasretleri gideren, bir kitabevinden daha fazla bir şeydir Işık Kitabevi.
Yaşça benden büyük olanlar çok daha iyi bilirler. 20 yıldan fazla bir süredir bu ülkede yaşayan insanları sadece kitapla değil, birçok sanatçı ve entelektüel ile de buluşturmayı beceren Kitap Fuarı’nın emektar mimarıdır “Işık abla”. Hem de öyle gece gündüz dinlemeden, eşi, çocuğu, yazar ve sanatçı dostları ile birlikte, sebatla çalışan bir emektardır. O yüzden de onca güzel kavramın içerisinden O, en çok alın teri demektir benim için …
BARIŞ SÜRECİNİ BALTALAMA OPERASYONU
Bundan tam bir hafta önce “bilinmeyen güçler”, alın terini kundakladılar “Işık abla”nın. Keder ve acı bulaştırdılar gülen yüzüne. Hayatımızın göbeğine dikilen heyula gibi anıtları, zihnimizi işgal eden Kuran kurslarını konuşmayı bitirmeden, Molotof kokteylleri ile camlar kırıldı, kitaplar yakıldı bu kez. Kendi aramızda bu zalim kundaklamanın niye yapıldığına dair sorularımızı artırırken bizler, sorularımızın cevapları, yıllardır bu ülkede korku ve karmaşa ortamı yaratarak kurdukları bozuk düzenden nemalananların son oyunlarını görebilmekte yatıyor aslında.
Mutlaka fark ediyorsunuzdur, yine bir operasyon var ortada. Belki onlar gene kendi aralarında bu operasyona “Sarıkız, Ayışığı, Kadife Eldivenli Demir Yumruk” gibi aklı dumura uğratan yaratıcı isimler uydurmuşlardır ama bizim gibi sıradan insanlar için bu operasyon en basit adıyla “Barış Sürecini Baltalama Operasyonu”dur. Barışı baltalamak derken de, sadece sayın Talat ile sayın Hristofyas arasında devam eden müzakereleri kastetmiyorum. Bu ülkede yaşayan farklı toplumsal kesimlerin arasındaki iç barışın ve toplumsal uzlaşının da stratejik bir şekilde baltalanmaya çalışılmasından bahsediyorum. Türkiye’deki dava süreci, Ergenekon’un kurtlarını kuyruğundan yakaladıkça daha bir panikliyor, panikledikçe daha da hiddetleniyor bizim ultra Türk, mega Türk, hiper Türk biraderler. Yarım asra yakın bir süredir Türk Gladiosunun laboratuarı olan Kıbrıs’ı kaybetmek istemiyorlar ve olası bir referandum durumunda, şimdiye dek ehlileştiremedikleri, “makbul olmayan Türk/ Kıbrıslıtürk”ün yeniden sokaklara dökülüp “çözüme evet” demesinden ürküyorlar.
“Canım, adamlar zaten adada oldukça güçlü ve egemen durumda, niye ürksünler ki?” diyenleriniz çıkabilir. Ben de zaten bu ürkmenin güçsüzlükten kaynaklandığını düşünmüyorum. Bu gücün hacmi ve boyutlarının ne kadar “derinlere” gittiğini görebilmek için hem Kıbrıs’ta, hem de Türkiye’de, Ergenekon-Kıbrıs bağlantısının daha çok üzerinde durulmasını ve elde edilen bulguların doğru düzgün bir sorgulama sürecinin parçası yapılmasını beklememiz lazım. Lakin, Ergenekon’un pek derin gücünün hacmini bilmesek de, bugün neden ürktüğünü ve nasıl bir strateji ile hayatımıza sızmaya çalıştığını pek ala görebiliriz.
Hafızalarını biraz zorlayanlar hatırlayacaktır, Kofi Annan hazırladığı çözüm planını 22 Kasım 2002 tarihinde ilk defa sunduğunda, dönemin cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, kendinden oldukça emin bir şekilde planı görüşmeyeceğini açıklamış, halktan yükselen tepkileri de “bana bu tepkiler sinek vızıltısı gibi geliyor”, “ben halkın hizmetçisi değilim” gibi pervasız demeçlerle cevaplamıştı. Daha sonraları Kıbrıslıtürk halkının Denktaş’a ve onun çözümsüzlük politikalarına karşı tavır almasını destekleyen bu demeçlerin bu kadar pervasız olmasının temelinde, Denktaş ve Denktaş iktidarını destekleyen çevrelerin, halkın çözüm yönünde ortaya koyacağı iradenin hacmini önceden kestirememesi vardı. Değil mi ki ortada dört bir yana bir ahtapot gibi uzanabilen ciddi bir milli teşkilatlanma vardı, senelerdir barış-çözüm-federasyon diyen demokratik çevrelerin, bu teşkilatlanma karşısında yapabileceklerinin “sınırları belli” idi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Annan Planı, parça parça Türkçeye çevrilip gazetelerde, televizyonlarda, sivil toplum örgütlerinde, köylerde, meydanlarda konuşulup tartışılmaya başlandıkça, Kıbrıslıtürklerin mevcut düzenin sürdürülemeyeceğine dair inancı, gelişen toplumsal hareketlenme ile daha da görünür oldu. Denktaş taban kaybediyor, yarım asırlık teşkilatlanma giderek kalelerini yitiriyor ve kontrolü elinden (belki de ilk defa) bu denli kaçırıyordu. Kıbrıs’taki taban kaydıkça, “bir karış toprak verilmez”, “Kıbrıs Türk’tür” “Kıbrıs’ı veren Türkiye’yi de verir” tadındaki naralar, Türkiye’de düzenlenen mitinglere taşınıyor ve bu mitinglerin başını da, daha sonra Ergenekon davasından yargılanacak olan Doğu Perinçek, Sinan Aygün ve birtakım emekli askerler çekiyordu.
İşte o zamanlarda da, aynen bugün olduğu gibi, toplumsal iç huzuru bozacak gerginlik politikaları izleniyor, çözüm mitinglerine katılan insanların kapılarının altından tehdit mektupları atılıyor, ses bombaları patlatılıyor, ve hatta miting meydanlarına C4 bombaları yerleştirilerek çözüm için hareketlenen halk sindirilmeye çalışılıyordu. Yine aynı dönemde görevde bulunan Eroğlu hükümeti, Kıbrıslıtürklerin yeterince Türk olmadığını, hatta “soyu bozuk” olduğunu söyleyenlere alkış tutuyor, onlara adresinde Başbakanlık yazan KKTC kimlik kartları dağıtıyor ve aynen bugün olduğu gibi , gençlerin milli şuurunu yetersiz bularak tarih eğitimini daha da millileştirmeyi, ülkeye daha çok camii yapıp “eksik imanımızı” güçlendirmeyi, Kıbrıslı gençler ile Türkiyeli gençleri evlendirmeyi, daha da ötesi, Kıbrıslıtürk öğretmenleri Türkiye’nin doğusuna göreve göndererek milliyetçi duygularını pekiştirmeyi öneriyordu. Yani sizin anlayacağınız, “makbul Türk olmayan” bizleri, tahakküm altına almak ve sindirmek için ortaya konulan stratejilerde dünden bugüne pek bir değişiklik olmadı. Ancak Ergenekon, Annan mitingleri, referandum, CTP’nin iktidara gelmesi ve Mehmedali Talat’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte, daha önce üzerinde pek durmadığı veya kabullenmek konusunda zorlandığı için yeterince ihtimam göstermediği bir gerçeği yeniden keşfetti. Bu gerçek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sürdürülebilir bir sistem olmadığı ve kuzey Kıbrıs’ta yaşayan insanların, haklarını güvence altına alan makul bir plan karşısında, hiç tereddütsüz çözüme “evet” diyebileceği gerçeği idi. Öyle ya, normal şartlarda biribirine karşıt olması gereken ya da gerektiği düşünülen sosyal gruplar, sözkonusu mesele Annan Planı olunca, aynı miting meydanında bir araya gelmişler, farklı mecralardan beslenen kaygılarını barış talebi etrafında birleştirilmişlerdi. Sanayici, tarımcı, işçi, işveren, öğretmen, memur, esnaf, genç, kadın, Kıbrıslı, Türkiyeli demeden toplumun ağırlıklı bir kesiminin aynı çözüm talebi etrafında yan yana gelmesi, “derin güçlerin” adadaki varlıklarına meşruiyet kazandıran yegane şeyi, “Kıbrıslıtürklerin toplumsal güvenliğini sağlamak” argümanını da yerinden oynatıyordu. Gazetecileri vurmak ya da tehdit etmek, farklı siyasi görüşteki insanları işten atmak, ifade özgürlüğünü sınırlayan baskıları bireyler üzerinde kurmak kolaydı da, toplumun her kesiminden gelen örgütlü hareketlerle başa çıkmak kolay değildi.
Ergenekon, tüm bu süreçler içerisinde hiçbir şey öğrenmediyse, en azından kuzey Kıbrıs’ta farklı toplumsal grupların, sürdürülebilir bir çözüm planı etrafında yan yana gelecek sosyal dinamiklere sahip olduğunu öğrendi. İşte bu sosyal dinamikleri yönetilebilir kılmak ve yan yana gelme potansiyeli taşıyan toplumsal grupları biribirine karşıt gruplar haline getirmek, barış sürecini baltalama operasyonun yeni dönem startejisi oldu. Dikkat edin, ithal et tartışması ile turizimci ve hayvancı, Kuran kursu tartışması ile Türkiyeli ve Kıbrıslı, eşel mobil tartışması ile çalışanlar ve işveren, ek mesai tartışmaları ile çalışanlar ve yine çalışanlar biribirine düşürülmeye çalışılıyor.
Sayın Talat ve sayın Hristofyas arasında başlayacak “al-ver süreci” arifesinde, ne kadar kaos o kadar ekmek diye toplumu biribirine karşıt katmanlara bölmeye çalışanların iki temel amaç güttükleri kanısındayım. Birinci amaç hedef şaşırtmak ve toplumun gündemini suni meselelerle işgal edip dikkatleri görüşme sürecinden uzaklaştırırken, demoktratik çevreleri sindirmektir. Bir diğer amaç da olası bir federal çözüm için birlikte hareket edecek grupların arasına nifak sokmaktır. Bu iki hedef doğrultusunda, gazetecileri tedit ederek, kitap evlerini kundaklayarak, militarist anıtlar yaparak, Kuran kursu tartışmasını tırmandırarak toplumsal gerginliği her geçen gün daha da artırmayı marifet sayanların, bu kez de gözden kaçırdığı bir şey vardır. Yaratılan tüm gerginliklere rağmen, bu ülkede yaşayan insanlar, içinde yaşadığımız sistemin sürdürülebilir olmadığının ve yaşanılabilir bir Kıbrıs’ın ancak çözüm ile mümkün olacağının farkındadır. “Derin güçlerin” olağanüstü haller yaratarak “ilelebed yaşayacağız” diye olağanlaştırmaya çalıştığı sistemin, devamı olan ebedi bir bütün gibi algılanmasını bozan yer, çözümü destekleyen toplumsal grupların alınteri ve emek koyarak barış umudunu diri tuttuğu yerdir. Işık kitabevi gibi yerler yakılabilir, ama Işık kitabevini var eden emek ve umut yakılamaz. İşte Ergenekon’un ürktüğü şey budur!
Gaile, 16.8.2009