Politika, Dil ve Kürt Açılımı Üzerine

“Demokratik insan bir söz varlığıdır.”(J. Ranciere)

“Polis”, “polisiye”, “politika” sözcüklerinin üçünün de etimolojik kökeni, antik polis’e uzanır. Kamusal ve özel alan ayrımının yerleşikleşmesi akabinde, bu dünyaya ait işlerin örgütlenmesi, toplumsallaşmış insanlığın önemli bir meselesini oluşturmuştur. Kaideleri belirli bir sistem içinde, toplumsal-bireysel yükümlülüklerin işler kılınması için görevlerin, yerlerin vb. dağılımı gerekmektedir. Görev ve yerlerin dağılımı, sınıflı uygarlığın bir tür zorunlu sonucu olarak esas itibariyle hiyerarşik bir yapı içinde cereyan etmiştir. Kamusal ve özel alandaki iş ve görevlerin hiyerarşik düzenlenmesinde, düzeni uyum içinde sürgit kılacak, cemaat halini almış insan kütlelerinin -bir başka ifadeyle demos’un-, farklılıklarını, çoğulluklarını sınırları mahdut bir noktada Bir’liğe çekecek olan temel kuvvet, polis’ten türeyen politikadır. Durmaksızın parçalanan, genişleyip akan, kendinden taşan ve bu anlamda ele avuca sığmaz bir muhtevaya sahip olan halk, toplumsal yaşamın tam istikrarı için toplumsalın sınırlarından politikanın sınırları içine çekilir. Toplumsalın siyasallaşması olarak kavramsallaştırılabilecek bu süreçte, politika Bir’likten ziyade Çok’lukla mevcudiyetini belli eden halkı, kuvveden fiile çekerek hükümet etme pratiğine eklemler/dâhil eder. Demos’un hükümet etme sürecine müdahil oluşu, politikanın söylemsel inşasında arkhein’in, yönetim sürecinin ön plana çıkmasına neden olur. Halk mefhumunun sınırları bulunmamaktadır, mefhum kıyısızdır. Akış ve geçiş içinde durmaksızın azalıp çoğalır. Mevzu bahis kıyısızlık içindeki İnsan’ın, politikanın devreye girmesiyle egemen iktidar paradigması içindeki tanımsızlığı giderilir. Politika halk içindeki belirsiz insanı “yurttaş” statüsüne kavuşturur. Adlandırır. Toplumsal yaşamdaki yükümlülükleri, görevleri hiyerarşik bir sistem içinde tanımlanmış yurttaş kavramı, Aristoteles’in “Politika” kitabında “hükmetme ve hükmedilme olgusunda payı olan” kişi olarak tanımlanır. Polis’in, şehrin mevcudiyetini sürgit bir mahiyete kavuşturması açısından “hükmetme” ve “hükmedilme” durumlarının tam işlerliği, politikanın varlığının koşulunu oluşturur. Mahut durum ve koşul diyalektiğinde süreci devindirmekle mükellef olan politika, bizatihi kendi varlığının teminatını hukuksal bir durum olan “eşitlik” süreciyle kesişmesi üzerine bina eder. Hukuksal düzlemde kişilerin eşitliği ilkesini eksen alan söylemsel kuruluş ile görevler ve yükümlülükler düzleminde hükümet etme ve edilme fiili durumlarının kesişmesi, çakışması “siyasal olanı” tayin edip belirler, ortaya çıkarır. Toplumsallaşmış insan kütlesinin siyasal olan tarafından yeniden üretimi esnasında politikanın temel işlevi, cemaatlerin iradelerini, rızalarını çatışmadan azade kılarak bir üst düzlemde eritmesi, uyumlu kılmasıdır. Böylesi bir uyumun vuku bulmasının ön koşulu ise, cemaatler arası özgül durum ve koşulları bir araya getirecek olan politikanın yürürlükte olmasıdır. Politika cemaatlerin birbirleriyle uyumsuz rıza ya da iradeleri arasındaki çıplak şiddete dönüşme momentine haiz gerilimin önünü almak için, öncelikle ve sadece tek bir vasıtadan faydalanır: Dil!

Politikanın sınırı dille başlar ve yine aynı dil ile sonlanır. Bu anlamda dil, politikanın omurgasını teşkil eder. Dilde meydana gelebilecek bir tahrif ya da tahribat politikanın omurgasının zedelenmesi ile sonuçlanır. Dilin tahribatı politikanın tahribatıdır. Dil, cemaatler arası köprüler, yeraltı geçitleri, tüneller vb. açarak toplumsal yaşamın “huzurunu”, “asayişini” ve nihayet “barışını” tesis etmede politikanın en önemli aracını oluşturur. Bu bağlamda dil, politikanın bizatihi kendisidir. Dil, cemaatler arası iletişimdir. Cemaatlerin birbirlerine teması, dokunmasıdır. Bu temas sürecinde, şiddete meyilli farklı istemlerin şiddet dışa vurumlarını frenleyebilecek olan politika, dil aracılığıyla diyalogun önünü açar. Politika diyaloga araladığı kapılarla cemaatlerin sınırları mahdut yapısallığını dönüşüme uğratır. Cemaatler politikanın tahribe gelmez dili aracılığıyla zamanla iç içe geçerler. Çatışma momentine sahip farklı çıkarları “ortak ve en yüksek iyi” söyleminde bir araya getirirler. Belirli bir süreliğine de olsa, uzlaşırlar.

Dilde zuhur edebilecek olası bir tahribat ya da bozunum, iki farklı süreç olan hükümet etme ve eşitlik sürecinin kesişme düzleminin –siyasal olanın- dağılması, parçalanmasıdır. Politikanın alâmetifarikası olan dilin, siyasal olandaki olası bir tıkanma durumu, toplumsalın şiddetten azade kılınmış yapısallığının şiddete evrilmesi ile neticelenir. Böylece cemaatlerin farklı rızalarının bir araya getirildiği paradigma dağılır. İstikrar iflas eder. Toplumsalın siyasal taşkınlığı, siyasalın toplumsal taşkınlığı ile paralel işler. Taşkınlıklar içinde dil, kendi içine kapanır, biteviye sınırlarını aşındırır. Durmaksızın kendisini kemirir. Bireysel, cemaatsel çıkarları halkın iktidarına eklemleyen geçitler bir biri ardına parçalanır. Parçalanma dışlama, tecrit etme pratiklerini yürürlüğe sokar. Dışlanmışların tekil bir araya gelişleri, toplumsal varoluşta yeni bir öbeklenmeyi beraberinde getirir. Dışlanmışlar öbeklendikleri toplumsalın kenar mıntıkalarında başat bir duygu tarafından yeniden üretirler kendilerini: Nefret. Politikada vuku bulan ve kendisini dilde açığa çıkaran tıkanma akabinde ortaya çıkan bu durumu Ranciere, “nefretin toplumsallaşması” olarak tanımlar. (J. Ranciere, Siyasalın Kıyısında, Metis, s. 42.)


Türkiye’nin toplumsal/siyasal dokusu hızla çözülüp dağılıyor. Tepeden inmeci Kemalist modernleşme paradigmasının, statükoları muhafaza etme eksenli politik pratikleri, muteberliğini yitiriyor. Geleneksel politika ve dil ilişkisi, Kürt Meselesi şahsında müptezelleşiyor. Kavramlar hızla ve durmaksızın laçkalaşıp itibar kaybına uğruyor. Ulus-devletin “tek dil, tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemindeki sıkı dokunmuş politik dili, “Kürt meselesi” özelinde derin, sancı verici bir tıkanmaya sürüklenmiştir. Tek’lik üzerinden inşası tasarımlanan yurttaş kavramı, Kürt gerçekliği karşısında krize sürüklenmiştir. Krizin üstesinden geleneksel stratejilerle (inkâr, imha, asimilasyon vb.) gelinemeyeceği pek çok toplumsal kesim tarafından aşikârlaşmıştır. Söz konusu klasikleşmiş sorun çözme tutumlarının, pek bir kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Gerçeklik kendisini yılları bulan bir çatışma vasıtasıyla ulus-devlet paradigmasına dayatmıştır. Merkezi devlet iktidarı bu dayatmalar karşısında manevra kabiliyetini yitirmiş görünmektedir. Hantallaşmıştır. Hakikatle yüzleşmek durumunda kalmıştır. Kendisini sınırlı da olsa, gerçekliğe “açmak” zorunda hissetmiştir. Devletin -Foucaultcu anlamda- bizatihi kendi “hakikat rejimini” göz önüne alırsak “açmak” fiilinden türeyen “açılım” sözcüğünü tesadüfen seçtiğini söylemek abesle iştigaldir. Egemen iktidar tarafından “açılım” sözcüğünün seçilip, toplumsal/siyasal yaşamda dolaşıma sokulması, medya vasıtasıyla da mütemadiyen yeniden üretilmesi madalyonun öteki yüzüne de işaret eder. Cumhuriyet modernleşmesinin -Kemalist iktidar yapısının-, bugün açılmak istediği “gerçekliğe” dün nasıl da “kapalı” olduğunun tezahürüdür açılım sözcüğün kullanılması. Ne var ki, açılım vasıtasıyla egemen iktidarın toplumsal-siyasal ve hukuksal gövdesine eklemlenmek istenen “gerçeklik”, iktidarın oligarşik yapısından ötürü sürtünmesiz bir biçimde cereyan edememektedir. Çalkanmalar, kaygılar ve endişeler yumağı içinde siyasal doku çatırdamaktadır. İktidar blokları arasındaki gerilim artmaktadır. Bir kez çatlamış statükoları bıçkın, hoyrat dili ile muhafaza etmeye çabalayan muhalefet oluşumları, çatlakların arasını garip bir kinizmle sıvamaya, örtmeye çabalarken öte yandan eşanlı olarak iktidarsa bu kinizme aynı ölçüde bir sinizmle yanıt vermektedir. Kinizm ve sinizmle şekillenmekte olan müstehzi dilsel tutumlar, politikanın gerçeklik karşısında nasıl tıkandığının, aciz kaldığının göstergesidir. Cemaatlerin “ortak bir iyi” etrafında bir araya getirilmesi temel motivasyonu, politikadaki dil tıkanmasıyla fakat ondan da önce dil kirlenmesi ile sekteye uğratılmıştır. Cemaatlerin teması, diyalogu askıya alınmıştır. Bölünme paranoyası eşliğinde gelen “ulusal” korku, gerçekliğin idrak edilmesinin önündeki en büyük engeldir. Bu korku üzerinden geliştirilen dil, politikanın omurgasını felç etmiştir. Dil olduğu yerde dondurulmuştur. Dolaşımda olan “namussuz”, “alçak”, “vatan haini”, “ulumak”, “şerefsiz” gibi sözcüklerin varlığı bu felçleşmişliğin, tıkanmışlığın en güçlü kanıtıdır. Dilin kendisini kemirmesi, temsilini üstlendiği toplumsal kesimin, cemaatin kendisini kemirmesi demektir. Dilin bu çürümüş yapısı, politikanın toplumsaldaki itibarının zedelenmesine işarettir. Basireti bağlanmış bir politik yaşamda, toplumsal sorunlar çürümeye terk edilir. Dilin hırpalanması, politikanın cemaatleri bir araya getiren kuvvetini elinden almaktadır. Dil, politik aktörlerin kişisel kaprislerine, patavatsızlıklarına indirgenip, giderek içten içe dağılmaya başlamış, güçten düşmüştür. Bu durum, toplumsal yaşamın siyasal süreçteki tıkanmasının da ön koşuludur. Cemaatlerin mutabakat kanallarının tıkanmasıdır. İletişime kısa devre yaptırılmasıdır. Politikanın rasyonel dayanaklarını yitirmesi, ortaya çıkan boşluğun “toplumsallaşmış nefretle” doldurulmasıdır. Kin, haset, kara çalma, nefret, hınç gibi durumların politikanın dokusuna zerk edilmesidir. Mevzu bahis hınç ve kin, politik aktörlerden köşe yazarlarına, akademisyenlerden sokaktaki insana değin uzanan genişliği ile toplumsal gövdeyi sarıp sarmalamıştır. Milliyetçi histeriler, ırkçı-şoven “akıl tutulmaları” genişleyen hınç ve kini derinleştirmektedir. Kalıcılaştırmaktadır. Kapalı cemaatlerin şiddete meyilli hasletini durmaksızın kışkırtmaktadır. Politikanın askıya alınması üzerine, meselelerin üstesinden gelinmesi için, devreye şiddet girer. Dil artık temel iletişim işlevini yerine getiremez. Bunun yerine şiddete eğilimli tutumların meşrulaştırılmasına hizmet eder. Hınç ve kin ile bilenmiş sözcükler vasıtasıyla cemaatler arası düşmanlık hissini körükler. Siyasetin başka vasıtalarla sürdürüldüğüne ilişkin olan tarihselleşmiş kanıyı harekete geçirir. Clausewitz’in “savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir” yönündeki ifadesi, toplumsalın şiddet minvalli taşkınlığına yol verir, anlam atfeder. Böylelikle, ifadenin tersinden işlemekte olan “siyaset de savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir” yönündeki süreci kesintiye uğratılır. Şiddetin dili, siyasetin dilini kilitler. Belirli bir süreliğine de olsa, rehin alır.

“Kürt Açılımı” bu anlamda Türkiye siyasalındaki mevcut dili kilitlemiştir. Siyasilerin demeçlerindeki keçeleşmiş, tıkızlaşmış dil ise söz konusu kilitlenmişliği derinleştirmektedir. Derinleştikçe giderek toplumsalın gözeneklerine değin sirayet eden bu tutulmuşluk, bu kesiklik, bu süreksizlik hali, demokratik insanın söz varlığını parçalamaktadır. Paçavralaştırmaktadır. Siyasetin demokratikleştirilmesi sürecinin baltalanmasından gayrisine hizmet etmeyen bu dil kirlenmesi, cemaatler arası (Türk ve Kürt kavimleri/halkı arası) mesafenin aralanmasına yol açmaktadır. Anlamlı bir diyalogun yoluna mayın döşemektedir.

Mayınların temizlenmesi için, politikanın asal öğesi olan dilin, içinde hıncın, kinin yer aldığı düzlemden koparılıp mesafeleri kaldıracak olan bir mecraya taşınması gerekmektedir. Cemaatler arası temasın sağlanacağı bir eşik yaratılmalıdır. Böylesi bir eşikte tarafların bizatihi acılarla deneyimledikleri geçmişlerinin üzerine sünger çekilmesi politikanın pragmatizme yönelmesi olabilir ancak. Acıların ve kayıpların bastırılması makul bir tarz değildir. “Bastırılmış olan”, pek çok sosyal bilimcinin belirttiği üzere, şu ya da bu şekilde geri dönmeye yazgılıdır. Ne var ki, bastırılmış olan, artık çoktan başka bir şeye dönüşmüş olarak geri döner. Acı hınca, örselenmişlik nefrete, arzu gareze dönüşmüş olarak dönüp, bu kez daha bir şiddetle toplumsalı tehdit edebilir. Acıyı fakat ondan da önce “sözü” bastırmadan konuşmak, mesafelerin kaldırılması, buzların erimesi için anlamlı bir tutum olabilir. Buzları eritebilecek denli samimi sözlerin, hesapsız bir biçimde sarf edilmesi, hakikatle yüzleşmenin bir başka biçimi “olabilir”. Toplumu yıllardır içine sürüklendiği acı mecrasından çekip alıp “muhabbetin” mecrasına taşıyabilir. “Kürt Meselesi” yaşanan bunca acı, dökülen bunca kan ve yıkımdan sonra olsa olsa muhabbetle aşılabilir. Fakat bunun için muhabbetin muhatapları her şeyden önce ortalığı ayağa kaldırmadan kabul edilmelidir. Meseleden mustarip olan özneler konuşmalıdırlar herkesten önce. Şiddetin sorunları çözmeyip, derinleştirdiği, kangrenleştirdiği ayan beyan ortadadır. Bu nedenle muhabbete açılmayan açılım/kapı, daha bir şiddetle kapanmaya yazgılıdır. Beyhudedir.