İsveç Sol Partisi üzerine Hamza Demir ile Söyleşi

Hamza Hocam merhaba, öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

- 53 yaşındayım. Adıyaman’ın Tut kasabasındanım. 23 yıldır İsveç’te yaşıyorum. Türkiye’de öğretmendim. İsveç’te temizlik işçiliğinden pizzacılığa kadar birçok değişik işte çalıştım. Son 4 senedir İsveç Sol Partisi’nde (Venster Parti) Bohuslen vilayetinin (14 belediye dâhil) politik sekreteri olarak çalışıyorum. 1991’den beri parti üyesiyim. Şu anki politik görevlerim: partinin merkez seçim komisyonu üyeliği, yaşadığım belediyenin ilçe örgütü başkanlığı ve 98’den bu yana da belediye meclisi üyeliği.

Türkiye Solu, Türkiye’nin gündem yoğunluğundan ve alışkanlıklarından dolayı enternasyonalist iddiaları olsa da Avrupa Solu ve yaşanan gelişmeler konusunda çok bilgili değil, bizleri partinizin tarihçesi ve genel olarak İsveç Solu konusunda bilgilendirir misiniz?

- Sol Parti 1917’de, İsveç Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nde yaşanan ayrılıktan sonra kurulan Komünist Partisi’nin devamı. 1969’da Sovyetler Birliği yanlısı bir grup ayrılarak “Komünist İsçi Partisi”ni kurdu. Ana gövde olarak “Sol Parti-Komünistler” kaldı. 1992’de yapılan kongrede adı “Sol Parti” olarak değiştirildi. Partinin bütün tarihi boyunca yüzde 5–6’lık bir halk desteği oldu. İlk defa 1998 seçimlerinde destek yüzde 12’ye çıktı ancak bu destek korunamadı. 2002’de yüzde 9,5’a, son 2006 seçimlerinde de yeniden yüzde 6’ya geriledi. İsveç Sol’una damgasını vuran sosyal demokratlardır. Bu parti, dünyada, sosyal demokrat hareketinin ideolojisini en ileri düzeyde hayata geçiren parti olarak kabul edilir. Yüzde 40 dolayında halk desteği var. Sendikalarla parti iç içedir. Ayrıca iki tane de çok küçük Marksist parti var: Komünist Partisi ve Adalet Partisi-Sosyalistler.Bir de İsveç, coğrafi olarak Sovyetler Birliği’ne yakın olduğundan Soğuk Savaş sırasında toplum sürekli olarak “Sovyet tehlikesi” ile korkutulmuş. “Sovyet denizaltısı şurada tespit edildi, şurada olduğundan şüpheleniliyor,” haberleri İsveç radyo ve televizyonda revaçtaydı, ta ki Sovyetler çökünceye kadar. Hiçbir zaman da denizaltılarla ilgili en küçük bir kanıt gösterilmedi. Komünistler yıllarca fişlenmiş, sendikalardan uzaklaştırılmış, iş verilmemiş, “Sovyet ajanı” olmakla suçlanmış. Buraya geldikten birkaç yıl sonra “burada komünist olmak, Türkiye’de komünist olmaktan daha zor” demiştim arkadaşlara. Uslu bir vatandaş olarak iyi bir hayat yaşamak varken bütün bunları göze almak herkesin harcı değil. Yüksek bir hümanizm, dayanışma bilinci ve karakteri gerekir.

İsveç Sol Partisi’nin sosyalizme bakışı, siyaset algısı ve politikalarını kısaca özetleyebilir misiniz?

- Sosyalizme bakışını, ekonomik temeli kamu mülkiyeti ve kooperatiflere dayanan demokratik bir sosyalizm şeklinde tarif edebiliriz. İnsanların temel hak ve özgürlüklerinin en üst düzeye ulaştığı bir sosyalizm tahayyülü. Partinin dört ayağı var: sosyalizm, feminizm, çevrecilik ve enternasyonalizm. Bütün politik alanlar bu dört perspektiften bakılarak algılanıyor ve politika üretiliyor. Bu arada, partinin de ortak olduğu, vakıfların yönettiği Marksizm okulları var.

1 Mayıs’ta Göteborg’da birlikte yürüdük. Parti başkanınız konuşmasını “Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm ve Yaşasın Feminizm,” sözleri ile bitirdi. Bu soru, feminist arkadaşlarım için geliyor, parti ile feminizm ilişkisini ve feminizmin İsveç siyasetindeki yerini, önem ve etkisini bizlere anlatabilir misiniz?

- Bence bütün sosyalistler aynı zamanda feminist de olmalılar. “Bu soruyu feminist arkadaşlar için soruyorum” dediğin için bunu söylüyorum! Nasıl ki aynı zamanda demokrat, çevreci ve enternasyonalist de olmaları gerekiyorsa feminist de olmalılar. Söyle de diyebiliriz: Her feministin, demokratın, çevrecinin sosyalist olması gerekmez, ama her sosyalist aynı zamanda demokrat, çevreci ve feminist olmalı. Ben kendi yaşam deneyimimden, sosyalist olununca otomatik olarak feminist (kadın erkek eşitliğini savunan-isteyen-uygulayan) olunamayacağını, bunun için açık bir bilinç ve vicdan oluşturulması gerektiğini biliyorum.Yanılmıyorsam partinin 1994 yılı kongresinde “bu parti, feminist bir partidir” kararı alındı. Bu kararla, kadın sorununun ve eşitlik mücadelesinin sosyalizm mücadelesiyle yakından ilişkili olmasına rağmen, aynı zamanda ondan bağımsız, kendi sorunları ve tarihi olduğu, dolayısıyla kadınlarla erkeklerin eşitlik mücadelesinin, hayatın (politikanın) her alanına nüfuz etmesi gerektiği kabul edilmiş oldu. Bu, sadece parti için değil, İsveç politik yaşamında da yeni bir boyuttu. 2002 kongresindeki açılış konuşmasında o zamanki genel başkan Gudryn Shyman’ın “kadınların toplumdaki yapılanmada ‘aşağı konumda’ olduğu konusunda Talibanların Afganistan’ıyla, İsveç arasında temelde bir fark yoktur” sözleri çok tartışılmıştı. O zamanlar partinin kendisini feminist olarak tanımlamasına “bıyık altından” gülen öteki partilerin hepsi (hem sağ, hem sol) şimdi feministler!Partinin feminist mücadelesindeki en önemli konuların başında kadına karşı şiddet ve maaş eşitsizliği geliyor. Genel olarak, kadınlar erkeklerden yaklaşık yüzde 15 daha az maaş alıyor. Bu, erkek ya da kadın ağırlıklı sektörlerdeki farkla kendini gösteriyor. Mesela, aynı düzeyde eğitim ve işgücü gerektiren erkek işçilerin yoğun olduğu Volvo işçisiyle, kadın işçilerin yoğun olduğu yaşlı bakım işçisi arasında yüzde 15-20’lik fark var. Kadına karsı şiddet de - özellikle aile içi şiddet- hala ciddi boyutlarda.

Neo-liberal kapitalizm, refah toplumu ve sosyal demokrasinin cenneti olarak adlandırılan İsveç’e ne şekilde yansıdı?

- 23 yıl önce geldiğim İsveç ile şimdiki İsveç’i kıyasladığımızda neo-liberalizmin, memleketi nasıl etkilediği çok açık görülüyor: Toplumda egemen kültür olan kollektivizmin yerini bireycilik, dayanışmacılığın yerini bencillik aldı. Toplumdaki sınıflar arasındaki yaşam kalitesi farkı arttı, “yoksul semtleri” oluşmaya başladı, işsizlik sigortası, hastalık sigortası gibi refah toplumunun temel göstergeleri çok kalitesizleştirildi. Ekonomik, sosyal ve karar verme alanlarındaki güç oranı çalışanlardan, büyük sermayeye kaydı. İsveç’e ilk geldiğim yıllarda lüksten utanılırdı. Sadelik ve mütevazılık, kültüre egemendi. Bu, giyim kuşamdan politikaya kadar böyleydi. Simdi, burada da şehir dışlarına büyük alışveriş merkezleri –kapitalizmin yeni mabetleri/tapınakları- yapılıyor ve lüksle övünülüyor artik. İşsizlik yüzde 8 civarında, işsizlere ve hastalara, hükümetteki sağ koalisyon “çalışmayı sevmeyen sahtekârlar,” gözüyle bakıyor.

Sol, bu neo-liberal saldırıyı ne şekilde karşıladı? Nasıl direnç politikaları örgütledi?

- “Saldırı” söz konusu olunca “savunma” refleksi belirleyici oluyor. Sol’un enerjisi, refah toplumunu sosyalizme doğru geliştirmek yerine, mevcudu korumaya çalışmaya harcanıyor. Çalışılıyorken alınan maaşın yüzde 80´i olan issizlik parası sağ hükümet tarafından yüzde 70 ve kademeli olarak yüzde 65’a indirilirken, bizim yüzde 90 talep etmemiz zor oluyor. Onun yerine, hükümete gelince ilk olarak yüzde 80´e dönme hedefi konuluyor. Parlamento dışı direnç örnekleri pek fazla olmasa da -ki bu en başta sendikalardan bekleniyor- zaman zaman kitlesel protesto gösterileri oldu.

Avrupa’nın en önemli sorunlarından birisi ırkçılık. İsveç’te ırkçılık gündelik hayatta hissediliyor mu? Irkçı bir parti var mı?

- Irkçılığın hissedilmesi farklı şekillerde olabilir. Irkçı saldırıların gündelik hayatta hissedildiği söylenemez. Ancak, ayrımcılığın açık ya da gizli şekli, hemen her yabancı kökenlinin günlük hayatında az ya da çok karsılaştığı bir şey. “İsveç Demokratları” adında bir parti son yıllarda, küçücük dışlanmış bir örgütten, İsveç siyasetinde meşrulaşmaya çalışan kitlesel bir partiye dönüşmeye başladı. Kamuoyu araştırmalarına göre yüzde 3 civarında destekleri var.

İsveç Sol Partisinin çoğulcu bir parti olduğunu söylediniz. Bu çoğulculuk fraksiyonlaşmaya, platformlaşmaya yol açmadan nasıl yaşanabiliniyor? Parti içi demokrasi kanalları ne şekilde işliyor? Türkiye Sol’unun en büyük özelliklerinden birisi olan fraksiyonlaşma ne şekilde kontrol altında tutuluyor?

- Öncelikle, fraksiyonculuğun “kontrol altına alınması”ndan ziyade; bunun demokrasiyle, açıklıkla ve birlik bilinciyle gereksiz kılınmaya çalışıldığını belirtmeliyim. Bu biraz, toplumun genel kültürüyle ilgili bence. Çoğulculuk sadece sosyalist parti olan Sol Parti’ye mahsus değil. Sosyal demokratlarda da, liberal partide de, muhafazakâr partide de çoğulculuk var. Parti merkezinin ya da parti kongrelerinin çoğunda bazı konularda ayrı düşünen insanlar var ama bu onların fraksiyon kurmalarını ya da ayrılmalarını gerektirmiyor. Kürtajı yasaklamak isteyen tutucu Hıristiyan demokratlar, nükleer santrallere karşı çıkan merkez partililer ya da Avrupa Birliği’ne karşı olan sosyal demokratlar parti merkezlerinin tam karşıt politikalarına rağmen nasıl partide kalıp mücadelelerine devam ediyorlarsa, Sol Parti’de de, Avrupa Birliği’nden çıkmak istemeyen de, sosyal demokratlarla ortak koalisyona karşı çıkan da, kendine ‘‘komünistim’’ diyen de, demeyen de partide kalıyor.Fraksiyonlaşma, partinin irade birliğini yok eder. İrade birliği olmayan bir parti, parti olmaktan çıkar. Fraksiyonlara bölünmüş bir partide üyelerin “bağlılığı” partilerine değil bağlı oldukları fraksiyonlarınadır. Böyle olunca da partinin politika üretme ve uygulama fonksiyonu felç olur. Politika yapmakta maksat, toplumu şimdi ve gelecekte bütünleştirmektir. Bölündükçe bu olanağın azalır.Fraksiyonlaşma olmadan çoğulculuk nasıl sağlanır? En başta yönetici ve üyeleri arasında “partide herkes benim gibi düşünmek zorunda değil, ben de herkes gibi düşünmek zorunda değilim” düşüncesinin varlığıyla; ama aynı zamanda üyenin, kendi fikrini parti platformlarında özgürce ifade etme ve fikrinin parti politikası olabilmesi için gerekli olan parti içi demokratik mekanizmaların iyi işlemesiyle sağlanıyor. Çoğunluğun kararlarının uygulanmasıyla ve azınlık fikirlerinin haklarına saygı gösterilmesiyle sağlanır. Çoğunluk azınlığı tesviyeye girişmez, azınlık da çoğunluğun kararlarına uyar. Kongreler ve seçimler olabildigince açık ve demokratiktir. Gelecek kongrede kararların değiştirilmesi olanağı her zaman mevcuttur. Mesela “İsveç Avrupa Birliği’nden çıkmalıdır” talebini doğru bulmayanlar, parti basınında ve diğer parti platformunda tartışarak gelecek kongrede çoğunluğu kazanıp bu talebi kaldırtabilir. Ama bunun için fraksiyon kurmaları gereksiz. Ayrıca, parti içinde, örneğin Avrupa Birliği konusunda aynı fikirde olan üyelerin diğer politik konularda da hep aynı düşünmeleri imkânsız.Ama bütün bu söylediklerimden, buradaki partilerin iç isleyişlerinde sorunsuz oldukları anlaşılmamalı. Ortada iktidar varsa onun mücadelesi de oluyor ve bu, her zaman “güzel” olmuyor. Zaman zaman tasfiye girişimleri, gruplaşmalar, sorunların parti dışı platformda tartışılması gibi demokratik geleneklere uymayan davranışlar olabiliyor. Bu her partide olduğu gibi Sol Parti´de de oluyor.

Avrupa Birliği’ne girme sürecini yaşayan Türkiye ve Türkiye solunun ana gündemlerinden birisi AB. İsveç Sol Partisi bu konuda ne düşünüyor? Sizin kişisel fikriniz nedir?

- Sol Parti, Avrupa Birliği’nin, Avrupa büyük sermayesinin, askeri ve ekonomik güç olma amaçlı bir projesi olduğunu, yeteri kadar demokratik ve şeffaf olmadığını, yoksul ülkelere karsı adaletsiz ve emperyalist politikalar güttüğünü; İsveç için ise demokrasi, refah düzeyi vb konularda kötüleşme anlamına geldiğini söyleyerek buna karşı çıkıyor. Son 2008 kongresinde kongre çoğunluğu yine “İsveç birlikten çıkmalıdır” kararını aldı.Benim kişisel fikrim ise, “birlikte kalınmalı ve AB diğer Avrupa Sol’u ile birlikte değiştirilmeli” şeklinde özetlenebilir. Bana göre AB sadece büyük sermayenin subjektiv inisiyatifi değildir. Bir bütün olarak ekonomik, sosyal ve kültürel bir değişimin sonucudur. Ulus temelli örgütlenmiş bir toplumun, üretimin yeni karakterine uygun olarak ulus ötesi şekilde yeniden örgütlenmesidir. Ama ne yazık ki mühendisliğini yine burjuvazi üstlendi, tıpkı ulus-devletlerin oluşumundaki gibi. Bunu pekâlâ işçi sınıfı ve sosyalistler de örgütleyebilirlerdi, ama şimdilik bu yeteneklerini gösteremediler. Ben arkadaşlara şunu soruyorum: Eğer sosyalistler ve diğer sol güçler burjuva ulus-devletinin oluşumu ve gelişiminde müdahaleci olmasalardı, simdi AB’ye karsı savunduğunuz İsveç demokrasisi ve refah toplumu olur muydu? Üretim ve buna bağlı sınıf mücadelesini, ulus çerçevesinde kalarak sürdürmek mümkün değildir. Emekçiler ve onların sendikal/politik örgütleri; düşünürken, planlarken, tepki verirken ve eylem yaparken en az burjuvazi kadar ulus ötesi olmak zorunda. Ulus çerçevesine kapanarak ileri adım atılamaz, tam tersine tutucu olunur.

Sohbetimiz sırasında Sol Parti’nin yıllarca slogan/pankart partisi olarak suçlandığını ve 1998’de bunun aşıldığını söylediniz. Bu süreci ve dönüşümü okuyucularımızla paylaşır mısınız?

- Bu, günlük yasama müdahale edebilme gücü ve anlayışıyla ilgili. Her şeye hayır diyen ya da her konuda bir dizi “istek listesi” ile gelen bir anlayışla değiştirme işi çok zor. İhtiyaç halinde sadece “yeni bir yaşlılar evi yapılmalı” dersen ama bunun nasıl finanse edileceğini göstermezsen bu slogan/pankart politikası olur. Hem sorunu tespit edip hem de nasıl çözüleceğini göstermek gerçek politikadır. 1998 seçimlerinde parti, yüzde 12 oy aldı ve çoğu belediyelerde sorumluluklar üstlendi. Yani iktidar oldu ya da iktidarı paylaştı. Böylece “iş” omuzlarına yüklendi. Sadece eleştiren ve isteyen olmaktan çıktı, “yapan” oldu.

2010 yılında yapılacak seçimlere yaklaşık bir buçuk yıl kala, Aralık 2008’de, Sosyal Demokrat İşçi Partisi, Çevre Partisi-Yeşiller ile seçimlerden sonra koalisyon kuracağınıza dair irade beyanında bulundunuz. İtalya’da sosyal demokrat/merkez sol ile komünistlerin koalisyonu, komünistler açısından bir felakete yol açtı, sosyal demokratların yürüttüğü neoliberal politikalara ister istemez müdahil olamadılar. Bu konuda Sol Parti’nin çekinceleri yok mu? Önlemleriniz ve koalisyona ikna olma sebebiniz nedir?

- Böyle bir risk var tabii ki. Ama iki şey çok önemli: 1- Sağ hükümetin saldırıları durdurulmalı, 2-Parti 93 yıllık mücadele tarihinden sonra, oluşan bu ortamda “hükümette olma” deneyimi yaşamalı. Bu deney pahalıya mal olsa da buna değer.

İsveç toplumunun refahını borçlu olduğu en önemli ekonomik kaynaklardan birisi silah üretimi. Bu konu, sol eğilimi güçlü olduğu söylenen toplumda tartışılıyor mu? İsveç Sol Partisi’nin bu konuda programatik bir sözü var mı? Hükümet olursa bu üretimi durduracak mı?

- “İsveç toplumunun refahını borçlu olduğu en önemli ekonomik kaynaklardan birisi silah üretimi” tespiti belki biraz abartılı. Toplumdaki refah, esas olarak vergiler vasıtasıyla finanse ediliyor ve silah sanayisinin hem istihdam, hem de kazanç bakımından çok önemli bir vergi kaynağı olduğunu sanmıyorum. Ama bununla İsveç savaş sanayisini küçümsediğim anlaşılmasın. Sadece refah toplumundaki payının abartılmaması gerektiğine dikkat çekmek istedim.Bu konu zaman zaman tartışılıyor ama somut sonuçlara ulaşılamıyor. Çünkü konuyu tartışmak isteyenler, daha çok İsveç Barış Örgütü, Sol Parti ve Yeşiller Partisi oluyor. Diğer bütün partiler- sosyal demokratlar dâhil- bu durumu tartışmak ve değiştirmek istemiyorlar. Dolayısıyla bir sonuca ulaşılamıyor. Sol Parti silah ihracatının durdurulmasını istiyor ama bunu, hükümet ortağı olunca durdurabileceğini sanmıyorum. Çünkü sosyal demokratlar kesinlikle bu işe yanaşmazlar. Ama ihracatı sınırlayabiliriz.

İsveç toplumuna dair merak ettiğim bir durumu sormak istiyorum, bildiğim kadarıyla İsveç, intihar oranının en yüksek olduğu toplumlardan birisi. Bunu sadece iklimle açıklamak mümkün mü? Partinin bu özel alana dair politikası nedir?

- Uzun ve karanlık gecen kışın, insanlar üzerindeki olumsuz etkisi hakikaten çok yüksek. Aynı sokağa bir kışın ortasında, bir de yazın cıksanız, insanların yüzünden bu farkı okursunuz. Ama tabii ki intiharların başka nedenleri de var. Sanayi öncesi toplumda, büyük ailenin ve köyün/mahallenin üstlendiği “sosyal koruma”yı simdi sosyal devlet üstlenmiş, ama bu aynı işlevi gösteremiyor. Sosyal devlet bireyin barınma, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılıyor ama onun yalnızlığını çözemiyor. Hatta bu karşılama, bireyi daha da yalnızlaştırıyor. Paylaşma ve dayanışma, vergi finansı ve resmi kurumlar vasıtasıyla oluyor, doğrudan insandan insana değil. Konuyu uzun boylu araştırmadım ama bana biraz da bireyin “taşıyamadığı özgürlük” nedeniyle oluyor gibi geliyor. Yaşamın sorunları temel maddi ihtiyaçları gidermekten ibaret değil ve bireyin tek başına bütün yasama dair soruları cevaplayabilmesi ve altından kalkması kolay değil. Dinlerin iki bin yıldan fazla ve hala bu kadar etkisi olması, onların gerçekçi ve inandırıcı olmasından değil, kişinin ona olan ihtiyacındandır. Yoksa pozitif bilime tapınan, eliyle tutmadığı, gözüyle görmediğine inanmayan bir toplumda milyonlarca insanin Hıristiyan olmasını, İsa’nın babasız doğduğuna inanmasını nasıl açıklarız?

Hamza Hocam, sohbetimizin bu kısmını Türkiye’ye ve sizin kişisel serüveninize ayırmak istiyorum. Hayatınızda üç kez kendinizi bir devrimci olarak sorguladığınızı söylediniz ve üçünde de aynı sonuca ulaştığınızı... Ben, çıkardığınız sonucun, Türkiye’de sol içinde yaşanan olumsuzluklardan morali bozulan insanlar için, özellikle gençler açısından önemli bir ders barındırdığını düşünüyorum, nedir bu sonuç?

- Sorgulama sürekli oluyor ama sana sözünü ettiğim “tümden bir sorgulama” idi. Yani “ben ne yapıyorum, politik olarak durduğum yer ve bakışım doğru mu, inandığım şeyler hakikaten doğru mu, politika için hayatımda ayırdığım yer alan doğru büyüklükte mi?” gibi soruları ciddi olarak kendime sorup, kendimi kandırmadan cevaplamaya çalışmamdı. Bu sorgulamayı ilk önce, 1981 Ocak’ında tutuklanıp, yoğun işkence gördüğüm ilk haftalarda yaptım. Daha sonra 1986´da yeniden tutuklama kararının ardından ülkemi terk etmek zorunda kaldığım ve hiçbir şeyini bilmediğim yabancı bir ülkeye, İsveç’e gelişimin ilk dönemlerinde ve son olarak da Sovyetler Birliği ve öteki sosyalist ülkelerin çöküşünden sonra yaptım. Her seferinde de soruların cevaplarını bulmaya çalışırken, politika yapmamın en temel sebebine, en başa döndüm. “Ben neden sosyalist oldum?” Politika çok karmaşık teori ve pratiği içerir ama bir sosyalist için politika yapmanın çok sade bir gerekçesi vardır: Kapitalizmin adaletsizliğini, eşitsizliğini, bencil bireyciliğini, yıkıcılığını reddetmek! Sosyalist olmamın bu ana sebebi değişti mi? Hayır. Aslolan budur. Başka insanların -örneğin parti liderinin- ya da partilerin/örgütlerin, hatta ülkelerin sosyalizm adına doğru şeyler yapıp yapmadığı benim temel politik duruşumu belirlememeli. Kendimin ve “biz”im yaptığımız hatalar görülmeli, sebebi anlaşılmaya çalışılmalı ama “gâvura kızıp oruç bozulmamalı” – “O halde sosyalistliğe devam!” dedim her seferinde. Türkiye’de de, İsveç’te de!

Devrimci mücadelesi için pek çok bedeli farklı şekillerde ödemiş bir Türkiyeli sosyalist olarak, Türkiye’deki politik iklimi ve özelinde solu ne şekilde değerlendiriyorsunuz?

- Türkiye’nin politik iklimi de tıpkı coğrafyası ve genel kültürü gibi doğu ile batı arasında. Türkiye kapitalizminin Avrupa’da olduğu gibi ne klasik sınıfları ne de klasik parti ve politikaları var. Hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde bir sosyal demokrat –ama hakikaten sosyal demokrat- bir sosyalist, bir yeşil, bir büyük liberal sağ, bir merkez, bir de tutucu –Hıristiyan demokrat- parti vardır. Türkiye’de böyle bir netlik yok. Cumhuriyetten beri oluşturulmaya çalışılan sistem Avrupa menşeli olmasına rağmen durum böyle. Bu, birçok nedenle açıklanabilir elbette, ama sonuçta bu durum “normal” bir siyasal iklimini engelliyor. Sol’a gelince, ne yazık ki Sol’un Türkiye politikasında gündem oluşturucu ve değiştirici rolü yok. Türkiye köklü değişikliklere gebe ve tam da simdi, Sol’un bu değişikliklere kendi rengini katması gerekir. Bu güçte ve yetenekte bir solun yaratılmasının her zamankinden daha çok olanağı var. Çünkü çok geniş kesimler tarafından böyle bir şeyin ihtiyacı duyuluyor. Benim gönlümde yatan, Ufuk Uras liderliğinde, sendika önderlerinin, demokrasi ve eşit haklar mücadelesi veren dinamiklerin önderlerinin, yeşilci ve feminist önderlerinin öncülüğünde, Türkiye’nin temel acil sorunlarını, barış ve demokratikleşme yoluyla çözmeyi hedefleyen bir sol partinin kurulması. TİP’in yeni bir versiyonu, ama ondan daha kapsamlı. ÖDP’nin kuruluş deneyindeki gibi, grupların kendilerini muhafaza ederek oluşturdukları bir birlik değil. Çatı Partisi tartışmalarına da değinmek gerekirse yakından takip etmedim, içeriğini ve çerçevesini tam olarak bilmiyorum. Son seçimlerde olduğu gibi işbirlikleri yapılabilir, ama kalıcı bir Çatı Partisi kurup yaşatmada başarılı olunabileceğini sanmıyorum.

4 günlük sohbetimiz boyunca bir kültür olarak demokrasinin öneminden bahsettiniz, bununla neyi kastettiğinizi öğrenebilir miyiz?

- Bizde çoğunlukla demokratiklik sosyal demokratlıkla karıştırılır. Birisinden bahsederken “demokrat birisi” derken, sağcı olmadığını ama “gerçek bir sosyalist” de olmadığını anlatmak isteriz. Bu en azından sosyalist solda böyleydi. Oysa sağ görüşlü birisi de pekâlâ demokrat olabilir, bazen de kendine solcuyum diyen birisi hiç de demokrat değildir. Bana göre işin aslı, bireyin “kendime neyi hak görüyorsam, başkalarına da aynı hakkı tanımam lazım” demesi ve bunu hakikaten uygulamasıdır. Bu başkası, erkeksen kadın, yetişkinsen çocuk, Müslüman’san Yahudi, Türk’sen Kürt olabilir. Sosyalistsen liberal olabilir. Komşun, iş arkadaşın olabilir. Böyle düşünen ve davranan bireylerin oluşturduğu toplum da kendi siyasal-hukuksal düzenini bunu gözeterek oluşturur. Demokrasi kültüründen kastım buydu.