En Son Virüs Yok Edilene Kadar

Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar,
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.

(Turgut Uyar, Geyikli Gece)

Toplumsal hafızamızın karanlıklarına kapattığımız arkaik bir korku bastırıldığı yerden geri döndü. Tehdit eden, tedirginlik yaratan bu korku, hayatımızı çepeçevre kuşatıyor. Gazete manşetlerinden ana haber bültenlerine, doktorların kırık dökük cümlelerinden siyasetçilerin demeçlerine değin uzanan bir korku: Salgın Var! Bir biri ardına gerçekleşen her ölüm vakası, söz konusu korkuyu derinleştiriyor. Başbakan Erdoğan, “ellerimizi bol sabunla yıkamamız” gerektiği yönünde telkinde bulunarak yüreklerimize su serpiyor; Sağlık Bakanı ise bir öncü edasıyla ekranların karşısında aşı vurularak korkuya galebe çalınabileceğinin emsalini sunuyor. Fakat bu seferki salgını öncekilerden ayıran “yeni” birtakım nitelikleri; modern tıbbın “bilgi” dağarcığından taşan kimi yanları var. Eski salgınlara şöylece bir bakmakta, kolektif belleğimize yaralar ve yarıklar açmış korkuları kabaca da olsa anımsamak da fayda var.

Damarlardaki asil kanların asaletini yerle bir eden parazit, sıtmanın plasmodium adı verilen paraziti değil. Bu parazitin ortaya çıkışına sebep, diğer salgınlarda da olduğu gibi, insanoğlunun yapıp ettikleriydi. Ormanlık alanları yok ederek vahşi toprakları tarıma açan (evcilleştiren) çiftçiler, bataklıkların oluşmasına sebep oldular. Hastalık bu bataklıklardan fışkırdı. Plazmodyum, kan içinde yüzüp çoğalarak ateşlere, dalakta iltihaplara sebep oluyor; erkeklerin spermlerini kırk derece sıcaklıkta pişirip haşlıyor, vahşice hadım ediyordu. Hipokrat daha o zamanlarda kimi gözlemlerde bulunmuştu: “insanların karınları dışarı fırlar ve dalakları büyür”. Maymunların, kuşların ve sürüngenlerin kanından sivrisineklerin kanına, oradan da insan kanına yerleşen parazit, Roma İmparatorluğu’nu kuzeyden gelen barbarların talanlarından daha fazla kırıp geçirmişti. Ordular seferlerinde bu ölümcül hastalıklara yakalanarak telef oluyorlardı. Dünyanın fethine soyunmuş yarı-tanrı Büyük İskender’i yatağında ihtilaçlar içinde kıvrandırarak öldüren Persler değil, kanında yüzen plazmodyumdu.

Plazmodyum olmadığı gibi Kara Ölüm’ün taşıyıcısı olan yersinea pestis de değil bu seferki. Veba bakterisi “yersinea pestis” iri kıyım kara sıçanların ve orada burada cirit atan farelerin sırtlarında taşınarak insanların yaşam alanlarına hücum etti. Veba mikrobunun Asya’da ortaya çıktığı söyleniliyor. Moğol bozkırlarında bedenlerinde “yersin basili” yüklü pireler, insanların bedenlerine sıçradıklarında çoktan uygarlıkla temasa geçmişlerdi. Moğulların savaşçı gövdelerinde gezdirdikleri pireler, Avrupalı tüccarların satın aldıkları baharat ve ipekli mallarda konaklayarak Avrupa’ya kadar seyahat etmişti. Kıtaya kavuştuğunda ise kendi doğal nüfus politikasını yürürlüğe sokup, Avrupa nüfusunun üçte birini acımasızca giyotinden geçirdi. Salgından ötürü sokaklar, cesetlerden ve onların yaydığı kokulardan adım atılamaz bir hale gelir. Panik ve dehşet toplumsal yaşamı bir ucundan ötekine kat eder. Hayat felç olur. Uygarlığın bekası yersinea pestis’in merhametine kalmıştır. Kara Ölüm, hıyarcıklı ve akciğer vebası olarak iki koldan insan ırkının yaşamını tehdit ediyor; kasıklarda ve koltukaltlarında beliren içi cerahatli şişlikleri insan bedenine nakışlıyordur. Veba tarihçisi Philip Ziegler, vebayı “çok uzun bir süre boyunca çok hızlı üreyen ve böyle bir lüks için gerekli kaynakları önceden sağlamamış bir toplumun ödediği kefaret” olarak tanımlar. Bu ağır kefaretin akabinde gelişen süreci kültür tarihçisi G. Huppert After the Black Death adlı kitabının önsözünde şöyle ifade eder: “Kara Ölüm mesaisini tamamladıktan sonra, hayatta kalanlar daha basiretli hale gelmişlerdi”. Basiret kimi iktidar tekniklerinin yaratılmasında tezahür etti en çok. Veba, toplum halini almış insanların yaşamlarında birtakım yeni uygulamaların yaratılmasına neden oldu. Bunların içinde en önemli olanı “karantina sistemi”dir. Mevzubahis sistemle sokakların ve evlerin çizelgeleri oluşturuldu. Kapılar ilk kez numaralandırıldı. Salgının sokaklar arası geçişlerinin izini sürmek için “Ölü Kayıtları” tutulmaya başlandı. İnsanlar ve mekân kayıt altına alındı. Foucault’nun Hapishanelerin Doğuşu adlı çalışmasında ayrıntılı bir dökümünü sunacağı disiplin ve denetim eksenli işleyen iktidar biçiminin erken dönem mayasını yersin basili atmıştır yönünde bir yargıda bulunmak, bu bağlamda bir mübalağa olmasa gerek.

Kolera, tifüs, cüzzam ve çiçek gibi insanlık tarihinde dönüşümlere yol açmış epey bir salgın çeşidi bulunmaktadır. İnsanoğlu bu salgınları öncelikle Tanrı’nın asabiyetine bağladı. Günahkârlık Tanrı’yı öfkelendirmiş olmalıydı. Cüzzam, Tanrı’nın gazabının yeryüzündeki temsili olarak görüldü uzunca bir süre. İllete tutulmuşların burunları ve dudakları parça parça dökülüyor, bedenleri kurtlanıp dağılıyordu. Hastalıktan kurtulmanın yolu, hastanın kendisinden kurtulmaktan geçiyordu. Cüzzamlılar uygarlıktan tecrit edilerek gözlerden uzak “cüzzam kolonilerine” kapatılıyorlardı. Yerleşim alanlarında dolaşmaları için boyunlarında bir çan taşımaları gerekiyordu. Sadaka çanaklarına ve çanlara zincirlenmiş halleriyle acı içinde hayatlarını kaybediyorlardı. On üçüncü yüzyılda yaşamış cüzzamlı bir Fransız şair, Jean Bodel, hayattan tecrit edilmişliğini şu içli dize ile ifade eder: “Dünya beni dışladı ve bana eziyet etti.” Toplumsal dışlama pratiklerinin ilk örnekleri cüzzamlılar özgülünde gerçekleşir. Cüzzamlıların yerini, Foucault’nun Deliliğin Tarihi’nde belirttiği üzere zamanla “yoksullar, serseriler, ıslaha muhtaçlar ve ‘akıldan zoru olanlar’” alır. Genişleyen bu cüzzamlı kategorisi “Büyük Kapatılma” sürecinde zirvesine ulaşır.

Salgınlar sanıldığının aksine Tanrı’nın insanoğluna yağdırdığı bir gazap değildi; doğrudan insanların yapıp ettikleriyle ilişkiliydi. Olsa olsa doğanın insanlığa bir tepkisi olarak değerlendirilebilir.


Sağlık Bakanlığı salgına karşı topyekûn bir seferberlik ilan ederek “ulusal mücadele projeleri geliştirmekte” gecikmedi. Bu toprakların devlet aygıtının “mücadele” azmi takdire şayandır. Tayyib Erdoğan, sigara hakkında “milli birlik ve beraberliğe” terörden daha fazla zarar verdiği yönünde açıklamalarda bulunmuştu: “Terörde yine bir açıklık var, zaman zaman sinsi; ama sigara tamamen sinsi ve kaba ifadeyle çaktırmadan insanımızı alıp götürüyor”. Sağlam kafasını sağlam bedeninde taşıyacak Türkün aydınlık varlığı, sigara dumanıyla anbean kararmaktadır. Bu nedenle “kanserle”, “sigarayla” mücadele siyasal iktidar nezdinde terör ve irtica ile mücadele kadar önemli bir alan haline geldi. “En son virüs öldürülene kadar mücadelemiz sürecek” minvalinde açıklamaların peş peşe patlayan flaşların arasından yükselmesi de bundandır.

Kamuoyunu bilgilendirmeye yönelik olarak hazırladıkları afişlerde dikkat çekici bir ifade var: Grip Ara-mız-da! Ulus-devletin hâkim sınıfları “biz” mefhumu içinden konuşmayı pek seviyorlar! Salgınlar tarihsel bağlamın içinden bakarsak ekseriyetle “yoksulları” vurmuştur. Bir başka ifadeyle “ulusu” değil “halkı” kıyıma uğratmıştır. Kaldı ki, sefalet içindeki yaşamlarında mikroplarla, kirli sularla, kötü beslenmeyle yaşamak zorunda kalanlar, bundan ötürü de “bağışıklık sistemleri” zayıf olanlar hep yoksul kesimler olmuştur. Söz gelimi, veba salgınını (Black Death) soylular “dilencilerin hastalığı” ya da “yoksulların vebası” olarak tanımlamışlardır. Doğru bir tanımlamadır bu. Modernlere kıyasla Ortaçağlıların daha dürüst olduklarını belirtebiliriz. Zira zenginler atlarına bindikleri gibi salgının nüksettiği bölgeleri terk ediyor; kırlarda inşa ettikleri “güvenlikli evlerine” yerleşiyorlardı. Sokaklarda ölü toplayıcıların cesetlerini omuzladıkları insan kütleleri fakir fukaradan müteşekkildi. Bu ifadenin doğrusu, bu nedenle şöyle olmalıdır: Grip ara-nız-da!

Aramızda ama tam olarak nerde? Mikrop avcıları silahlarını, -antibiyotiklerini ve aşılarını- kuşanmış bir vaziyetteler. Bölünerek çoğalan bakterilerin yayılmasındaki en etkin müttefik olan virüslere karşı teyakkuz halindeler. Bir bakteri tarihçisi olan Andrew Nikiforuk Mahşerin Dördüncü Atlısı adlı kitabında üstorganizmanın “virüsleri serbest çalışan anarşistler olarak kullandığından” söz eder. Foucault’nun terimleriyle “tıbbileştirilmiş iktidar”, ticaretle olan ilişkisini perdeleyerek –sağlımız, ondan da önce hayatlarımız söz konusu çünkü- anarşistleri kovalıyor toplumsal yaşamın sokaklarında. Serbest dolaşımda sınır tanımayan virüslerin izi sürülüyor çeşitli semptomlarda: baş ağrısı, mide bulantısı, üşüme ve yorgunluk! Tespit ettikleri vakit geleneksel mücadele stratejilerini icra edecekler: mikrobu (düşmanı) bul ve yok et!

İktidarın en belirgin özelliklerinden birisi, düşman statüsüne kavuşturduğu şeyi görmesindedir. Trajiktir ki, iktidarın gözleri, düşmanı karşısında mil çekilmiş bir âmâdan farksızdır. Zira “Ulusal Mücadelesinde” iktidarın menzilinin dışında bir “düşman” var. Korku saçan yabancının, öteki’nin kimliği yok. “İç ve dış düşman” ayrımlarından taşan bir mahiyeti var. Nereden ve ne şiddette saldıracağı da belli değil. Siyaset alanının yüzeyinde değil fakat derinliklerinde. Şeffaflıktan ziyade müphemliği ile malum. İktidar görmüyor ama adlandırıyor. Adlandırma bir çeşit ferahlama duygusu veriyor: Aramızda olan düşman “domuz gribi”. Harfler ve rakamlarla kodlanmış şekli ise A (H1N1). Düşman işte bu harfler ve rakamlardan ibaret. İsmi var ama cismi yok. Siyasetin içine sızmış ama yeri yok.

Siyasi ve tıbbi alanın kesiştiği yeri, varlığı ile rahatsız eden bu düşman, modern iktidar tekniklerin iflasının bir göstergesidir. Salgın, insanlığın kibirli, vurdumduymaz pratiklerinin yansıması, üstorganizmanın insanlıktan aldığı intikamıdır. Canavarı uyandıransa insan tekinin bizatihi kendi yapıp ettikleridir. Hazindir ki, canavar da zincirin en zayıf halkasından saldırıyor; yoksulları seçiyor öncelikle.

Bağışıklık sistemimizi kuvvetlendirmemizin yolu, sanıldığının aksine bol bol C vitamini almaktan, ellerimizi sabunlamaktan değil, sağlık politikaları ekseninde sürdürülecek mücadelelerden geçiyor.