1) KYOTO-KOPENHAG KAPATILMASI
Yine bir Aralık ayı geldi, iklim değişikliği gündemi Kopenhag zirvesine (UNFCCC 15. taraflar konferansı) kilitlenmiş durumda. İklim değişikliği camiası Kopenhag zirvesine doğru gün sayarken, bu zirveye atfedilen büyük önemin sorgulanmasında fayda var. Kopenhag zirvesinde alınacak kararların “dünyadaki tüm canlı yaşamının geleceği” ne dair olduğunu işitmek biraz tuhaf geliyor kulağa.
Nasıl yani, şimdi bu liderler, yeryüzündeki yaşamın geleceğine dair bir karara mı varmaya çalışacaklar? Bunun ne kadar dev bir retorik olduğunun farkında mısınız? Gerçekten bunun ötesinde bir retorik düşünmek güç. Belki de bu yüzden, buna inanmak da güç. Öte yandan bilim dünyası sürekli yeni bulgularla, bu retoriği çağrıştıracak önem ve aciliyette açıklamalarla, atmosferdeki sera gazı miktarının arttırılmasının tehlikesini vurguluyor.
Nitekim, dünya hükümetleri de BM çatısı altında onbeşinci defa buluşuyorlar. Görüşmelerin tarihi daha eskiye gitse de, sera gazlarını azaltmayı hedefleyen süreç, hükümetler arası düzeyde, en azından 15 yıldır devam ediyor. Artık Kyoto, Johannesburg gibi öne çıkan zirvelerden bahsetmeye hacet yok. Bir şeyi belirtmekte fayda var ama: Küresel sera gazı miktarı “artan bir ivmeyle” artmaya devam ediyor (örnek olarak Küresel Karbon Projesi 2007 verilerine bakılabilir1). İlginç bir şekilde iklim değişikliği hakkında okumak istediğinizde, Kyoto, Kopenhag gibi isimlere toslamanız an meselesiyken, bu bilgiye ulaşmak hiç de kolay değil.
Nasıl olabilir? Bir yanda, dünyadaki canlı yaşamının (önemli bir bölümünün) yok olması tehlikesi gibi bir bilimsel olasılık, öte yanda en az 15 yıldır devam ettiği halde verimlilik artırma eksenini aşmayan, küresel sera gazlarının artmasının yavaşlamasını bile sağlayamayan bir hükümetler arası süreç var. Bu, hükümetler arası sürecin de, o sürece katılan hükümetlerin de, bu sürecin işlediği siyaset tanımının da komik duruma düşmesinden başka nasıl anlaşılabilir? Bilimin komik duruma düşmesi olabilir belki...
Hangisine daha az güvenirsiniz? Bilime mi, politikacılara mı?
Politikacılardan başlayalım, zira fazla söze gerek de yok. Birleşmemiş Milletler çatısında bu güne kadar üretilmiş iklim değişikliği politikası (politics), sera gazlarının azaltılması için hiçbir yapısal değişiklikten (ör: fosil madenciliğinin sınırlandırılması, ekonomik gelişmenin sorunsallaştırılması, tüketim toplumu vb.) söz bile açmazken; verimliliğin artırılması başta olmak üzere, elle tutulup gözle görülmeyen bir kısım gazlara paha biçilip bunların alınıp satılmasını da sağlayan bir dizi politikalar (policies) geliştirdi. İnsanlığın sonu retoriği karşısında “tarihe geçecek” bir adım atılmış, hatta konuşulmuş bile değil. Konuşulan, yapılmaya çalışılan; enerji verimliliği, teknoloji transferi, finansman gibi zaten daimi gündem olan ekonomik küreselleşmenin zorunlu adımları. Öte yandan 2008 yılını, insanlığın atmosferdeki gazların ticaretini yapmaya başladığı (ya da kalkıştığı) yıl olarak hatırlayabiliriz.
Haksızlık etmeyelim, politikacılarımız, oy topladıkları insanların rahatını düşünmekten başka bir şey yapmıyorlar. Öyle bir rahat ki bu, kaçırılmaya gelmiyor. En rahat insanların hükümetleri, Kyoto Protokolü’nün gelişmiş ülkeleri, bu işi kimsenin rahatını kaçırmayacak şekilde, ‘işler tıkırında’ çözmek için inanılmaz beceriler göstererek bu anlaşmayı hazırlamışlardı. Bu takdire şayan beceri neticesinde, “dünyanın sonu gelmesin” isteyen herkes şimdi Kopenhag’a kilitlenmiş durumda. “Yaşamın ve insanlığın büyük tehlike altında olması” retoriğiyle tüm ülkeler ve insanlar bir liberal demokrasi sınavına, küresel karbon pazarına dahil edilmeye çalışılıyor. Bu pazarda tüm sera gazı salımları eşitleniyor, “denkleştiriliyor”. Bu ticarete itiraz etmek eski kafalılığa indirgenmeye çalışılıyor, halbuki atmosfere bırakılan tüm karbonu aynı-denkleştirilebilir ilan etmek, haksızlığın, adaletsizliğin, düz mantığın ta kendisi. Nasıl bir siyasi düzlemse bu, gelişmiş ülkelerdeki lüks hayat karbon salımları ile fakir ülkelerdeki yaşamsal karbon salımlarını aynı markete sokmanın siyasi ve ahlaki sorunlarını tartışmaya vakit yok. Zengin ülkeler, fakir ve verimsiz ülkelerin “enerji yatırımlarına destek” olacaklar, ekonomiler verimli ve düşük karbonlu hale getirilecek, küresel sera gazı salımlarındaki artış biraz yavaşlatılmaya çalışılacak. Öte yandan yeşil enerji reklamlarıyla özdeşleşmeye başlayan dev petrol şirketlerinin kutuplarda kolaylaşan petrol çıkarma girişimleri kızışıyor...
Basireti bağlanmış gözüken sol/yeşil eleştiri ise, başka gerçekçi yol bulamadığı için olsa gerek, neo-liberalizmin Kyoto-Kopenhag eksenine kilitlenmiş vaziyette. Kopenhag’dan talep edilen, rakamsal olarak daha radikal önlemler gibi nicel düzlemde iken; atmosferin borsada alınır satılır hale gelişine riayet gibi nitel bir teslimiyetten bahsedebiliriz.
Bir detayı hatırlamakta fayda var. Birleşik Devletler Senatosunun Temmuz 1997’de, Kyoto Protokolü’nün oluşumundan hemen önce aldığı, Byrd-Hagel isimleriyle anılan karar yukarıdaki önermelere ispat niteliğinde. Birleşik Devletler’i Kopenhag’da da bağlamaya devam eden bu yasa2, (1) gelişmekte olan ülkelerin de bağlayıcı hedeflere imza atmadığı bir emisyon azaltımı anlaşmasına, (2) Amerikan ekonomisine ciddi etki yaratacak her tür bağlayıcı metne imza atmasını engellemekte. Yasamalara kadar kristalleşmiş iklim değişikliği politikalarındaki çıkarcı iki yüzlülük, küresel yönetişim siyasetinin ne tür bir “sinerji” ile işlediğini açıklıyor olmalı. Birleşmemiş Milletler derken, bir esprinin ötesinde, tersine dönmüş bir dünyanın, barışın savaş, özgürlüğün esaret, sinerjinin rekabet olduğu bir siyasi-sosyal düzenin hatlarını izlemeye davet söz konusu. Hal böyleyken, “El Obama” bütün pozitif imajıyla Kopenhag için boş umutlar ve saf iyi niyetlerden başka ne üretebilir? İklim değişikliğini ciddiye alan muhalif oluşumların Kopenhag zirvesine kilitlenmiş gündemlerini, iyimser beklentilerini nasıl anlamlandıracağız? Bir yönetişim tiyatrosu halinde işleyen küresel demokrasiye, dünya liderlerine yönelik beklenti ve umutlar, liberal demokrasiye bağlılığın körleştirmesinden gayrı nasıl anlaşılabilir?
25 yıldır Hindistan hükümeti adına BM çatısı altında çalışan, Rio ve Johannesburg zirvelerinin organizasyonunda önemli görevler almış Nitin Desai, Ekim 2009’da gerçekleşen bir konferansta, bunca yılın deneyiminin ardından küresel iklim değişikliği sorununun demokrasi yoluyla çözülebileceğine dair inancını yitirdiğinden bahsediyordu. Desai’nin çevresel demokrasi dediğini liberal küresel yönetişim olarak okumak yerinde olur. Sorunun, küreselleştiği iddia edilen toplumların politik kabullerinin (ya da iluzyonlarının) sorgulanması noktasına dayandığını ifade eden saptamaya, İngiliz Yeşilleri ve Dünya Dostları’nın (FoE) kadim ismi Jonathon Porritt destek verdi. Çin’in eleştirilen “demokrasi yoksunluğunun” iklim değişikliği politikalarında dünyanın kalanına göre çok daha hızlı ve etkin olduğunun altını çizince de “çevreci Stalinizm” eleştirisine maruz kaldı. İklim değişikliği üzerinden kurulan varlık-yokluk retoriği ne zaman ciddiye alınıp toplumsal organizasyonu, kalkınmacılığı, kapitalist üretim biçimini, ya da küresel yönetişim denilen şeyi sorunsallaştırılacak şekilde tartışılmaya çalışılsa, derhal bir ‘Stalin kartı’ çıkartılıyor masaya. “Sovyetler de çevreci değildi” gibi bir konu dışı argümanla, bu retoriğin zorunlu kıldığı tartışma düzlemi paranoyakça algılanan bir sosyalizm mücadelesine bağlanarak sabote ediliyor. Öte yandan, küresel ısınma literatürünü yakından takip eden uzmanların önemli bir kısmı, konunun bir güvenlik meselesi olarak algılanmaya başladığı zaman çözülebileceğini iddia ediyor, ve güvenlik kuvvetlerinin meseleye er ya da geç taraf olacağını öngörüyor. İklim değişikliğini gerçekçi bir şekilde tartışmanız icap ediyor; gerçeklik üzerinde kurulmuş abluka ya da liberal hegemonya, konunun taraflarının verimlilik, teknolojik önlemler, yenilenebilir enerjiye geçiş gibi spesifik alanlara kapatılmasını sağlıyor. Bu kapatılmışlık halinde Kopenhag’a kalan günleri sayan muhalif oluşumlar mahpushane duvarına çentik atan biçare mahkumlar gibiler.
Kopenhag’dan ne beklenebilir? Bu sorunun cevabı için İngiliz hükümetinin Ekim 2009’da kamuoyuna sunduğu, 4 derecelik bir ısınmanın dünyayı nasıl bir hale sokacağını modelleyen haritaya başvurmakta fayda var. 4 derecelik ortalama sıcaklık artışının yüzyıl ortası kadar yakın zamanda söz konusu olduğunu vurgulayan açıklama, aciliyet ve tehditleri adeta yeniden tanımlıyor. Aktivistler 2 derecelik ısınmayı ve iklim değişikliğini durdurmayı tartışadursunlar, UNFCCC sürecinin mimarları katastrofla yüzleşmeye başladılar. Biraz da bu yüzden belki, şimdi karbon borsası yerine ya da yanına, karbon vergisi gibi görece daha etkin bir politkayı gündeme almaya başlıyorlar. Bundan sonraki bölümde 30 yıldır ekonomik önceliklere kurban edilen, verimlilik ve ticaret politikalarıyla geçiştirilmeye çalışılan küresel iklim değişiminin bilim-toplum etkileşiminde nasıl bir hal aldığını incelemeye çalışacağım.
2) İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN DEVRİLME NOKTALARI
İklim değişikliği deneyimsel bir olgu değil, insanlar gündelik olarak hava durumunu deneyimliyorlar ve iklimle ilgili konularda bilimsel açıklamalara bağlı, medyada oluşan malumatlarla bir fikir geliştirebiliyorlar. Bu da bilimsel bulgularla politikalar arasında kapatılmaya çalışılan bir mesafeye yol açıyor. İklim değişikliğinin bilimsel ve kültürel alanlarda ifade edilmesi ve ‘topluma anlatılması’ çabasında yıllar içinde çetrefilli bir mücadele ve birçok değişim yaşandı. Bu ifade biçimlerinin son yıllarda öne çıkanlarından en önemlisini, ilk olarak Aralık 2005’de NASA Godard Enstitüsünün iklim değişikliği ile özdeşleşmiş ismi James Hansen dile getirmişti. Hansen’in ‘tipping point’ uyarısını da barındıran bir derleme, ‘Küresel Isınmanın Kırılma Noktası’ çevirisi ile Türkçe’ye kazandırıldı. Dönüm noktası, eşik noktası, geri dönüşü olmayan nokta gibi çevirileri de kullanılan bu terimi düz karşılığı olan ‘devrilme noktası’ çevirisi ile kullanacağım.
Devrilme noktası, süregiden bir değişimin ya da göreli bir denge durumunun yeni ve geri dönülmez bir gelişim gösterdiği eşiği ifade ediyor. Hansen’in sözleri ile, “Devrilme noktası, pozitif geri-beslemeli bir sistemin sonucudur. [Sistem] bir yöne doğru değişime zorlandığında ve değişimde yeterince yol aldığında, pozitif geri-beslemeler daha fazla zorlamaya ihtiyaç duymaksızın değişimde ani bir ivmeye sebep olabilirler.”3
Sadece bir eşik noktasından bahsetmediğimizi, değişimin insan hayatı ölçeğinde “durdurulabilir” olmadığını daha çok vurgulamak gerekebilir. Yer-atmosfer sisteminin bir dönüşler (karbon döngüsü, azot döngüsü, hidrolojik döngü vs.) mekaniği olduğunu hatırlayarak, iklim değişimini rotasyon mekaniğinin ve otomobillerin güzide parçalarından ‘volan’ yardımıyla düşünebiliriz. Dev bir tekerleği pedal çevirerek yavaş yavaş hızlandırdığımızı düşünelim. Tekerleğe (volana) yüklediğimiz enerji biz pedal çevirmeyi bıraksak bile tekerleğin dönüşüne devam etmesini sağlayacaktır. Bu, atmosferde biriktirdiğimiz gazların sera etkisi göstermeye uzun yıllar devam etmesine benzetilebilir. Devrilme noktası ise birçok pedal ve volanın birbirine bağlı oduğu bir ortamda volanların pedalcılar olmadan bile birbirlerini döndürmesi sonucu hareketin tekinsiz - istenmemiş yönlere doğru yayılması gibi düşünülebilir. Tasvir edilen sistemde pozitif geri-besleme yokken, yer-atmosfer sisteminin pozitif (artarak iletilen) geri-beslemelerinden bahsediliyor:
(1) Su buharı, iklim üzerinde tüm diğer sera gazlarından daha kritik bir etkiye sahiptir. Isınan bir atmosferde su buharı oranı ve sera etkisi artacaktır. (2) Buz gibi parlak yansıtıcı yüzeylerin azalması ve yok olması, güneş ışınlarını geri yansıtılmasının azalmasına ve yer-atmosfer sisteminde daha fazla enerji kalmasına yol açar. (3) Bulut oluşumları muamma olmaya devam etmekte. Artan su buharının daha çok buluta yol açıp ısınmayı frenlenmesi düşüncesinin pek doğru olmadığı artık biliniyor. Yaz aylarında, kış aylarına göre daha fazla su buharı olmasına rağmen, sıcaklığın da yüksek oluşu yoğuşmayı zorlaştırıyor ve daha az bulut oluşuyor. Bu kaotik süreçlerin küresel ve yerel iklimlere etkisi çözülmüş değil. (4) Atmosferik karbonun sıvı ortama geçmesini sağlayan okyanus sistemleri, hem artan çözülmüş karbondioksit oranıyla asitleşme eğiliminde, hem de biyosferdeki ısıyı ağırdan soğurarak ısınmaktalar. Her iki durum da, birçok mikro ilişkiden dolayı, bu sistemlerin kabon emilimini azaltma yönünde işliyor. (5) Kara buzullarının erimesiyle permafrost tabir edilen (ve güçlü bir sera gazı olan metandan bol miktarda barındıran) donmuş toprağın atmosfere ekleyeceği metanın sera etkisini hızla arttırabileceği öngörülüyor.
Gezegen ölçeğinde bir sistem, pozitif geri-beslemeli dinamiğiyle hareket kazanmaya başladıkça, insani ölçekte aksi yöndeki bir müdahale ile durdurulamayacak bir hal alıyor. Gezegen mühendisliği ve teknolojik çözümlerden medet umanların bu ölçek meselesini enine boyuna yeniden düşünmeleri gerekiyor. Yukarıda sıralanan güncel iklimbilimin önemli değişkenlerinin yanında, burada konumuz olmayan bir çok görece küçük etkenin de birbirleriyle etkileşimiyle, iklim değişikliği bahsi kaotik bulacağımız bir ölçeğe taşınıyor. Bu kaotik ilişkisellik en az üç anlama geliyor.
Birincisi, medyada sıkça karşımıza çıkan 2050 yılında şöyle, 2100 yılında böyle olacak kalıbındaki tahminleri büyük ölçüde anlamsızlaştırıyor, ya da daha doğrusu, hepsini muhafazakar tahminler ilan ediyor. İşin aslı, doğada gözlediğimiz ilişkisellik karşısında yıllardır geliştirilmekte olan iklim simulasyonları ve projeksiyonları oldukça küt ve kör kalıyorlar. 100 yıl sonra, 300 yıl sonra sahne alacağı öngörülen kimi olay, eşik ve rakamlar; İngiliz hükümetinin yukarıda değinilen açıklamasında örneklendiği gibi, yeni ve daha gelişkin iklim modellerle, yeni tarih rakam ve anlamlarla güncelleniyor. Devrilme noktası mefhumunun, bütün bu model ve projeksiyonların bir anlamda nafile kaldığı bir sezgiye tekabül ettiği ileri sürülebilir.
İkincisi, teknoloji harikası bir çözümle iklim değişikliğinin mucizevi bir şekilde ya da hızla çözülmesini beklemek iyiden iyiye safdillik haline geliyor. İklim değişikliğinin gelişen teknoloji ile ya da mecbur kalınınca bir şekilde çözüleceğini düşünenlere müjde! En az yüzelli yıllık sistematik çabayla ön ayak olunan küresel iklimdeki hareketlilik sanayi toplumundan çok daha uzun ömürlü olacağını şimdiden garanti altına almış durumda. Mesele, biyosferdeki biyo için devrilme noktasının aşılıp aşılmadığını bilmeksizin bu noktayı aşmayacak şekilde davranıp davranamayacağımız. Üçüncü mesele tam olarak bu, sayısal ölçümlerin keskinliğine, mükemmel iklim modellerine, ve kaç kişinin hangi yıl öleceği gibi verilere ulaşmaksızın, önleyici hareketi esas kabul etmenin zorunluluğu.
Bilimden politikalara uzanan yol
Devrilme noktası mefhumunun iklim değişikliği iletişiminde artarak yer alması, konu üzerinde çok taraflı bir tartışmaya sebep oldu. Kavramın kullanılmasına eleştirel yaklaşanlar, öncelikle iklimbilimsel literatürde böyle noktalara dair herhangi somut bir bulgu olmadığını, konunun son derece belirsiz ve spekülatif olduğunu vurguluyorlar. Bu iddianın geçekliğini sorgulayabilecek olmasak da, Hansen’in de böyle bir sert bilimsel bulgudan ziyade, iklim değişikliğinin kavramsallaştırılması, topluma anlatılmasına dair bir meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Aralık 2005’de Amerikan Jeofizikçiler Birliği’nde yaptığı sunumdaki “bilimciler olarak bizler gezegenin karşı karşıya olduğu tehdidi netleştirmekte iyi bir iş çıkarabilmiş değiliz”4 ifadesi, katı bilimsel bulguların metrik detaylarla inceltilmesinden ziyade “ne anlama geldiği” yönünde bir bilimsel sezgisel çaba olarak görülmeli. Bilimsel yaklaşımlar arasında cereyan eder gibi görünen farkı sorgulamak için M. Foucault’dan yardım alabiliriz. Foucault’un biyo-iktidar analizinde değindiği, kurucu ve yürütücüsü olduğu sıhhat ve refah kurumlarındaki bitmek tükenmek bilmeyen bilimsel faaliyetinde sosyal bilimin, psikolojinin uzun zaman sormadığı soru: Bu bulgular (ya da sıhhat, refah diye de okuyabiliriz) ne anlama gelir, ya da Foucault’un diyeceği gibi: Bunlar ne yapar?
Epistemolojiden uzaklaşan bir bilimsel faaliyetin sorunlarına burada değinmektense; verilerin, ölçümlerin ne anlama gelebileceğini değerlendirme çabasını bilim dışı görmenin pek sağlıklı olmadığını söylemek yeterli. Hansen’in amacı, biyosferde gözlemlenen değişimleri çerçevelendirmek, daha etkili ifade edebilmek, bilimlerin bulgularının ne anlama geldiğini soruşturmak. Bu çaba içinde önceleri ‘kaygan yokuş’, ‘hileli zar’, ‘saatli bomba’ gibi metaforlar kulanılmıştı. Süreçlerle işleyen yerküre iklimini, olaylara indirgeme çabası, farkı ancak olaylarla idrak edebilen bir algıya sunma çabası olarak düşünülmeli.
Devrilme noktası bahsine ikinci eleştiri ise bu noktada geliyor. Geri dönülmez noktaların bahsi, bu noktaların ne zaman nerede olduğunun belirsizliği ile birleşince bir tür yazgıcılık ya da fatalizmle sonuçlanması olası bir algı yaratabilir iddiası bu eleştirinin temelini oluşturuyor. Tehlikeli noktaları ya da olayları sorunsallaştırmak sürekliliği anlamamızı engelliyor olabilir. Deneyimsel olmayan (bilimsel, temsili, sözel, sanal) bir tehlikenin ihmal ya da inkara yol açması beklenebilir bi sonuçtur. Sorulması gereken soru ise şu: Fatalizme yol açan tam olarak nedir? Bildiğimiz yaşamın oluştuğu iklim koşullarının devrilmesi mi? Her tür yerel referansı, kişisel-kamusal etkinliği hiçe sayan, hatta insani ölçeğe karşı işlemekte olan küresel politika mı? Nature dergisi, 2006’nın 15 Haziran sayısında devrilme noktasının iklim değişikliği iletişiminde kullanılmasına sakıncalı sonuçları nedeniyle muhalefet ederken nihai tehlike olarak bu olasılığı sayıyor: “[Devrilme noktası] kavramı, anlamlı tek çözümün bütünlüklü (complete) bir çözüm olabileceği inancını güçlendirebilir, zira bütün diğer rotaların iklim sisteminin bu kritik eşiğe doğru yuvarlanmasına yol açması olasılığı vardır.” Devrilince olan şeye devrim demiyor muyuz? Anlamlı tek çözümün bütünlüklü bir çözüm olduğunu söylemenin daha bildik bir yolu “tek yol devrim” değil mi? Fakat nasıl bir devrimden bahsedilebilir bugün?
Kendini tarihin (toplumsal mücadelelerin) bittiği yerde konumlandıran çağdaş insanın bir devrim yaşamak için doğal koşulların devrilmesini beklediğini söylemek abartılı mı olur? Ekolojik tahribatın küresel boyut kazandığının farkında olan bir çok kişi, bunu 6 milyarı geçen küresel nüfusa bağlıyor ve salgın, sel, kuralık gibi felaketlerle azalacak dünya nüfusunun ‘ayıkarak’ doğa ile uyumlu bir yaşam kuracağını farzediyor. Bu ayıkmanın zamanlaması bir yana, nasıl, hangi dinamiklerle olabileceğine dair tek bir ipucu yok, gökten zembille inmek sanki bu duruma atfen söylenmiş gibi. Devrimin, sistemin içkin çelişkileri neticesinde kendiliğinden gelişeceğini bekleyen antik düşünce yerini “doğanın intikamı” na bırakmış gibi görünüyor. Köklü değişiklikler, bütüncül çözümler için yine aşkın bir öznenin eylemini, ‘intikamını’ beklemek yerine, küçükten büyüğe doğu inşa etmek zorunluluğu ile karşı karşıyayız.
Doğa bilimlerinde neden-sonuç ve geri-bildirim mefhumlarıyla kavramsallaştırılan ilişkisellik, sosyal bilimlerde ‘bulaşıcılık’, ‘yeniden-üretim’, ‘etkilenme’, ‘taklit’ gibi kavramlarla ifade bulmuş. Kriminolojiden başlayarak sosyal bilimlerin tüm alanlarında görülen, toplumsalın “bulaşıcılık” olarak inşası “...herşeyi genel olguların türetildiği, kendilerini tekrarladıkları, tayin edici evrim yasalarıyla, küçüğü büyükle, detayı genelle açıklamaktansa, ...genel benzerlikleri basit hareketlerin birikimiyle, büyüğü küçükle, geneli detayla”5 kurma çabasında. Basit hareketlere, küçük eylemlere, detaylara hayat aşılayan, sosyalliği mikro karşılaşmalarla kuran bir bakış açısına bugün daha da çok ihtiyaç var. Ancak aktörlere, bireylere, yerel erkinliklere kuvvet atfeden bu bakış açısı en az iki rakip ya da engelle karşı karşıya.
Yersiz küresellik
Birincisi küreselle yerel arasındaki gerilimde oluşan çaresizlik, eziklik hissi. Yukarıda sözedilen fatalizm ya da yazgıcılık, yerelin, aktörlerin güçlendirilmesi, etkin kılınması önündeki en büyük engel. Epistemolojisi, sosyalliği bireyin bittiği yerde başlatan sosyolojik kabullere dayanıyor. E. Durkheim’in kendinden menkul sosyal olguları ile kurulmuş toplumsal algısı, BM gibi küresel politika üreten ulus ötesi güçlerle iyice sindirilince, birey ihmal edilebilir bir eylem alanı, politikaların uygulanacağı nesne haline geliyor. Bireylerin, toplulukların ilişkilerinden, tercih, çelişki ve mücadelerinden başka birşey olmayan sosyallik, afaki bir düzlemden bireyleri etkileyen, tayin eden bambaşka bir güce dönüşüyor. Türkiye gibi askeri vesayet altında onyıllar geçirmiş olan bir ülkede kabus gibi etkin olan siyasi yazgıcılık, aslen bireyin ya da yerel girişimlerin toplumsal düzen, makro siyasi gelişmeler karşısında çaresizlik derecesinde küçük ve önemsiz olduğunu esas alıyor. Hal böyle olunca herşeyi bir takım komplo teorileri, paranoyak temassızlık ve perdeler ardında işleyen süreçlerle açıklamaya çalışan garabet bir söylem hasıl oluyor. Halbuki siyasi abluka oldukça ayan beyan işliyor: Ya Kyoto-Kopenhag ya ölüm.
Roe, ‘küresel’in, yerel, bölgesel ve ulusal düzlemlerdeki etkinliklere karşı işleyen bir terim halinde kullanıldığına dikkat çekiyor.6 Bu noktaya yukarıda sera gazlarının eşitlenmesi, denkleştirilmesi bahsinde değinmiştik. Karbon salımlarını başka ülkelerde yatırım yaparak ‘denkleştiren’ işletmeler pratiklerinde değişiklik yapmaksızın iklim değişikliğine karşı harekete geçmiş oluyorlar. Doğal kaynakların ‘yönetimselliği’ esas olarak bu işletmelerin kar-zarar hesaplarıyla gerçekleşiyor. Kyoto protokolü ile iklim değişikliği politikasında başlatılan küresel ‘değişmeden değişiyormuş gibi yapma kampanyası’ sanayi işletmelerinin küresel marketi görülmemiş yoğunlukta işleterek bir küresel yönetişim oluşturmasını esas alıyor. Dev yatırım kurumları, işletmeler ve bankalar bu yönetişimin aktörleri; BM bağlayıcı kararların alın(ama)dığı çekişme alanı, bizlere ise onlardan daha fazlasını istemek kalıyor. Kopenhag gibi zirvelerde liderlerden, küresel politikadan talep edilenler, makro politikaları etkilemek için biraraya gelen kişi ve oluşumları bu politik çerçeveye sıkıştırıyor. Oyunun kuralları çoktan konmuş durumda, muhalifler rakamsal talepler, nicel bir baskı oluşturmaktan öteye gidemiyorlar. Bu, toplumsal olguları nesnel ya da doğal kabul edip onların içinde kendisine yollar arayan bireyin acizliğine benzetilebilir.
Bahsedilen birey-toplum ‘içiçeliği’ sorunsuz gerilimsiz bir durum olarak anlaşılmamalı, elbette bütün parçaların toplamı demek değil ve parçalar da bütünün olabildiğinden fazlasını barındırıyorlar. Parçaların farklı ilişkilenme potansiyellerinden başka bir düzenleyici güçten medet ummayacaksak, yerele yapılan vurguyu derinleştirmemiz gerekiyor.
Bütünlük dolayımından kurulan küresel çevre politikasını esas almaktansa, basit, yerel, bireysel, topluluksal çözümlerden başlamak anlamlı. Diğer türlü, küreselleşen ekonomik sistemin zaruretleri içinde eyleme gücümüzü sürekli olmadık iktidar odaklarına teslim ettiğimiz görünmez bir ekolojik etkinlik içinde kalacağız. Yaşamın sonu, insanlığın son jenerasyonu retoriği karşısında biraz daha görünür bir eylemde bulunmamız beklenmez mi? Mesela yaşam alanlarımızın dibinde planlanan yeni kömür ve petrol santrallerini yaptırmayacak şekilde davranmak, meralarımızdan nemalanan hurda endüstri işletmelerine engel olmak gibi? Kopenhag zirvesi liderleri serbest yatırım önüne hiçbir engel çıkarılmaması konusunda uzlaşıya devam ederken; Silopi’den Bursa’ya kadar çeşitli yörelerde termik santral planlarına karşı yerel direnişler başgösterirken yeşiller, ekolojistler ne yöne doğru baksalar daha etkin olurlar? Özetle, birinci engeli aşmak için, küresel eyleme karşı yerel eylemi savunuyorum. Radikal değişiklikler, dünyanın farklı yerlerinde aynı anda, belirsiz bir iktidardan afaki talepler için eylem yapmaktansa, yerel direniş hareketlerinin somut taleplerini çoğaltıp örgütleyerek gerçekleştirilebilir. Bu, küresel boyutun tamamıyla ortadan kaldırılması değil, yerel mücadeleler, kazanımlarla kurulması anlamına geliyor.
Biyo-politikanın küresel versiyonu
Devrilme noktası teriminin sosyal bilimler literatürüne kazandırılmasında New Yorker dergisinin önemli bir payı var gibi gözüküyor. Richard Preston’un Sıcak Bölge (The Hot Zone) ve Malcolm Gladwell’in Devrilme noktası (The Tipping Point) kitapları ilk olarak bu dergide yayınlanan makaleler olarak belirmişler. Özellikle reklamcılık ve tanıtım endüstrisinde yankı yaratan bu çalışmaların esasını oluşturan epidemiyolojik bakış açısı ise 19. Yüzyılın ortalarında, özellikle salgın hastalıkların çalışılması sırasında belirginleşmiş. Güncel tüketim toplumunda ise bir fikrin, ürünün nasıl başarıyla yaygınlaştıracağına uğraşan pazarlamacı mentalitesine malzeme olmuş durumda. Davranış bilimciler -artık kendilerine biliş bilimci dememizi istiyorlar- iklim pazarlamacılığının başarıyla yürütülmesi için hummalı bir faaliyet içindeler. Hem epidemik toplumu bir takım özel şahsiyetlerle kuran Gladwell’in, hem kişiyi bir bilgi işlem merkezi olarak tanımlayan bilişsel bilimcilerin teslim ettikleri bir nokta var: bağlam ya da çevresel etkilerin önemi. Bağlam, herşeyden çok dolaysız, anında olanla ve yakın çevreyle kuruluyor. Öyleyse bağlamı BM tescilli kavramlara, küresel bir düşünce düzlemiyle kurmaya çalışmak pek verimli olmasa gerek.
Küresel olanın yereli biçimlendirdiği, toplumun bireyi biçimlendirdiği yukarıdan kurulan ilişkiler, (hem teorik hem pratik olarak BM’den beslenen) çevre ajanslarının ve kurumlarının bilimsel veriler doğrultusunda yurttaşları eğittiği biyo-politik7 düzlemde incelenebilir. Doğal kaynak ve süreçlerin yönetilebilirliği, toplumların disipline edilmesiyle birlikte işliyor. Biyo-politikanın bu küresel versiyonuna “eko-politika” tabir etmek için erken değil, hatta AB’nin son on yılda kimliğini oluşturacak şekilde işleyen çevre duyarlılığını bu çerçevede ele almak mümkün. Türkiye’yi de kapsayan etki alanında, iklim değişikliğine duyarlı tüketici davranışları ayıklanmaya ve teşvik edilmeye başlanmış durumda. Küresel kurumların tüketicilerle işletmeye çalıştığı eko-politika, aktörleri tüketiciler olarak tanımladığı için, etkin eylem karşısında fatalizmden sonraki ikinci engeli oluşturuyor. Disipline edilmeye çalışılan davranışlar, yarı bilimsel yarı reklamsal bir iktidar tarafından hedef alınıyorlar. İklim değişikliği ile özdeşleşen politikacı Al Gore, Amerikalılara hibrid araba almalarını öğütlerken, tüketiciler iklim değişikliğini durdurmak için daha bilinçli, verimli, ekolojik olmaya davet ediliyorlar: “Fark yaratabilirsiniz, doğru süpermarketi seçin.” Eğer tüketici ekolojik olduğu iddia edildiği için pahalı da olan ürünleri yeterince süre satın alırsa, bunu yeterince kişi yaparsa dünya kurtulacak. İşte ekolojik tüketici, işte eko-iktidar.
Bireylere tüketim kuvvetinden başka bir kuvveti reva görmeyen, yerelleri küresel sermaye akışının kaynakları değil pazarları olarak tanımlayan modern endüstriyalist toplum tahayyülü kırılmadıkça, yeşil-ekolojist söylem liberal tüketim ideolojisinin çeşnisi olmaktan öteye gidecek gibi görünmüyor. Kopenhag’da destek vermeye ve zorlamaya davet edildiğimiz küresel sera gazları dalgası (karbon borsasında 1 ton eşleniğinin fiyatının dalgalanmasına atfen), iklim değişikliği ile mücadeleyi ‘görünmez el’e devretmiş durumda. İklim-duyarlı, ekolojik-bilinçli tüketicilerin teşvik edildikleri alışveriş tercihleri bu piyasa mantığına gömülü. Davranış değişikliğinin oluşacağı varsayılan düzlem rasyonaliteyle biçimlendiriliyor ve özünde bireysel. Yeni yeşil düzenin ekolojik tüketicileri herşeyden önce bilinçli olmak zorundalar; medyada üretilen çevreci tutum ve değerlerin etkisiyle eko-rasyonel tercihler yapmaları bekleniyor. Sürdürülebilir kalkınma kavramı ile siyasal alanda çözülmüş gibi yapılan, genişleyen ekonomi ile genişlemeyen çevresi8 arasındaki çelişki, bu rasyonel tüketiciye devredilmiş durumda. Bu tarihin öznesi zat ise kendini bildi bileli kendisi için en karlı tercihleri yapagelmiş, şimdi artık küresel düşünmesi gerekiyor. Nasıl küresel düşünülür acaba?
Bu soruyu ele almadan önce, ekolojik problemlerin tüketici düzleminde çözümünün imkansızlığı üzerinden bir önerinin kaba hatlarını çizmeye çalışacağım. Biyo, eko, organik ürünler ya da benzeri tüketim (ulaşım, enerji, vb.) alışkanlıkları üzerinden yapılan tercihler tümüyle anlamsız olmasa da, yeterli olmaktan çok uzaklar. Medeniyetin dayandığı söylenen çılgınlığın sınırlarında rasyonaliteden, modernitenin sürekli sorgulandığı ortamda kendi başına bir bireyden, karbon denkleştirme hesapları yapması beklenen bilinçli tüketiciden medet umamayacağımıza göre, ekolojik politikayı vicdani retle zenginleştirebilir miyiz? Bu bir kelime oyunu değil, çünkü vicdani ret sadece bir akti yapmamayı değil, o akti koşullayan ilişkiler bütününü hedef alacak bir yaşam pratiği ve dayanışma üretmeyi ifade ediyor. Bununla birlikte herhangi bir sosyal-küresel angajmanı da zorunlu kılmıyor. Tüketici ile retçi arasındaki fark, bedel konusunda apaçık oluyor; bilinçli tüketici, bedelini (karbon vergisi, karbon karşılığı ya da karbon dengi şeklinde) ödeyip alıştığı hayatına devam ederken, vicdani retçi bedelini ödeyerek meselenin etrafından dolaşmaya yanaşmıyor, yüzleşiyor. Bedelli iklim değişiliği politikasına karşı çıkmak, biyo-politik olarak kurulan (ve eko-politik olarak sürdürülmeye çalışılan) sistemle yüzleşmek anlamına geliyor. Bu şekilde, tüketici alışkanlıklarının yönetimi ve apolitik kavranışı yerine, politik bir ekoloji hareketinin başlangıç noktası olabilecek tercihler ve eylemlilikle temas etmeye başlıyoruz. Bir örnekle daha somutlaştırmak gerekirse, otomobilini son teknoloji süper verimli hibrid araçla değiştirmek tüketicilik ekseninden çıkmaksızın yapılan apolitik bir alışveriş tercihinden ibaretken (bu tür alışverişlerin çevrecilik olarak algılanmaya başladığı bir dönemdeyiz), otomobil yerine bisiklet tercih edip kentinde bisiklet yolları açmak için çabalamak tüm kent içi ulaşım sistemini yeniden yapılandıracak bir siyasi harekete tekabül ediyor. Birincisi arabasından başka pek fazla birşey değiştirmezken, ikincisi kendini, kentini, hayatının akış biçimini değiştirecek bir tercih.
Bu tür tercihler, değişiklikler için rasyonaliteden başka kaynakların gerektiği aşikar ve burada kurtulunmuş olan bir politik çerçeveden ziyade yaşam siyasetini buluyoruz. Bu pratiğin BM tescilli kavram ve küresel etkinliklerdense, gündelik, yerel, kolektif buluşmalara ve etkinliklere ihtiyaç duyduğunu ve devrimin ancak buradan yaşanabileceğini tartıştık. Devrilmesini sağlamamız gereken, bilimsel olarak tayin edilmiş ve işletmelerce üretilmiş küresel standartlar değil, yaşam alanlarımızı ortaklaştırılarak çoğaltan dayanışmalar (interdependencies) olabilir. Asfalt ve betondan kazanılabilecek kentsel meralar ya da yerel değişim ekonomileri bu tür ortaklıklara örnek olarak verilebilir.
3) KÜRESEL DÜŞÜNME
Yukarıda tartıştığımız iki meselenin/engelin, hem bilinçli tüketicinin, hem küresel eylemliliğin temelinde ortak bir çağrı yatıyor: “Küresel düşün”.
Dünya hakkında ne düşünüyorum?Dünya hakkında ne düşündüğüm konusunda hiçbir fikrim yok!Hasta olursam düşünürüm bu tür şeyleri
Fernando Pessoa, Alberto Caeiro mahlasıyla kaleme aldığı kuzuların çobanı şiirine ilerleyen bölümlerinde şöyle devam ediyor:
Doğa diye birşeyin olmadığını anladım,Doğanın varolmadığını,Tepeler, vadiler, ovalar,Ağaçlar, çiçekler, otlar,Nehirler ve taşlar,Bunların ait olduğu bir bütün yok,Gerçek ve doğru bir bütünlükBizim fikirlerimizdeki bir hastalık.
Doğanın olmadığı iddiası sadece tahsis edilmemiş, planlanmamış bir karış alanın kalmamasından dolayı değil; esasında bir bütünlük kurgusunu hedef alıyor.
Küresel düşünme davetinde doğayı, doğru ve yol gösterici olan bir aşkın bütünlüğü tahayyül etmemiz beklenmekte. Bu bütüncül düşüncelerin, güzel ve yüce doğa tahayyülünün insanları gündelik saçmalığın içinde doğru kararlar almaya sevkedeceği varsayılıyor. Doğa adeta dile geliyor –modern bilimin bulgularını yüzdeler, pasta dilimli grafikler şeklinde sunan politikacıların, kampanyacıların ağzından- konuşuyor. İster yönetimselliği ütopik noktalara taşıyan gezegen mühendisliği ağzından, ister doğaya kutsallık atfeden yeni ruhban sınıfından olsunlar, bu söylemleri üretenler eninde sonunda bu bütünlüğü icad ettiklerinin pek farkında değiller.
Elbette küresel düşünmenin bu iki çeşidi arasında birçok fark var9, burada sadece birinden bahsetmek yeterli. Yeni panteist diyebileceğimiz yaklaşımın, doğaya ait olduğunu iddia ettiği insanı doğanın dışına taşıyacak şekilde düşündüğünü; yoldan çıkmış, doğayı mahveden bir kötülük, kutsala hıyanet eden bir yanlışlık olarak temsil ettiğini söyleyebiliriz. İster moderniteye ister başka bir arızaya bağlansın, insanlığın arınmasının ne şekilde mümkün olacağına dair proje küresel ölçekte ve ancak bilim aracılığıyla mümkün. Bu, yeni pantezmin iddia ettiği gibi modernite dışı bir hareket değil, modern bir muhafazakarlık olarak tezahür etmesine yol açıyor. Kopenhag’ın muhafazakarlarının korumak istedikleri dengeye bilim ve totalize edilmiş küresel politika ile temas edebildikleri unutulmamalı. Slavoj Zizek, Bruno Latour gibi yazarlar insanlığın çekilebileceği doğa ananın güvenli kollarının mevcut olmadığının altını çiziyorlar; vurgulanabilecek olan, doğru ve yol gösterici bir doğa tahayyülü ile siyasetin bilimsel kısayollara indirgenmesi.
İkinci küresel düşünme pratiği Doğayı kutsallaştırmak yerine nesneleştiriyor. Gezegen mühendisliği diyebileceğimiz bu tutum, insanlığı doğayı yönetmek zorunluluğu ile karşı karşıya bir özne olarak kuruyor. Sürdürülebilir kalkınma çerçevesinde doğa korumacılara uyum sağlayabilecekleri bir zemin sunarken, teknolojik çözümleri esas alan ve meseleleri etik, politik, epistemolojik niteliklerinden teknik, davranışsal, bilimsel düzlemlere indirgeyerek siyasetin imkansızlaştığı bir program dayatıyor. Dünya sistemi bilimi10 adıyla hem temel hem sosyal bilimlerin neredeyse tümünün buluşturulmasıyla oluşturulan disiplin, çok boyutlu ve sonsuz değişkenli bu bütünde kısmi başarılar elde edebilirse gezegenin mühendisliği yeni bir boyuta taşınacak. Güçlendirilen sera etkisiyle başlatılan atmosferik deney, hükümetler üstü bir deneyler silsilesine dönüştürülerek devam ettirilmeye çalışılacak gibi görünüyor. Dünya sisteminin yönetimi insanlık tarafından gerçekleştirilir gibi görünse de, yukarıda bu yönetimin toplumların yönetiminden ayrı düşünülemeyeceğini ve aslen işletmelerin ‘görünmez el’leriyle şekillendirildiğini tartıştık. Ne ilginçtir, doğa bugün ekonomilerimizi canlı tutarak, verimli beyaz eşyalar alarak ve enerji yatırımlarındaki fosil yoğunluğunu düşürerek sürdürülebilirlik hareketine katılmamızı buyuruyor. Kaba şekilde ifade edersek, toplumlara doğa olarak sunulan, sürdürülmeye çalışılan kapitalizmin kendisidir diyebiliriz.
Yaygın kanının aksine, çevreci hareketlerin çoğunlukla doğa ile (çağdaş) insanı birbirini dışlayan şekilde düşündüğü, kapitalizmin ise doğa olarak ilan edilmesiyle bu yapay ayrımı aşma iddiasında olduğunu kabul edersek, Kopenhag’a kilitlenmiş küresel gündemin seyrinin ufkun ilerisine, akşamın içine doğru olacağını öngörebiliriz. Bunun hiç de parlak olmamakla birlikte, salt karamsar bir tablo olarak değerlendirilmesi doğru değil; modernitenin ışıklı bulvarlarından tekinsiz, loş bir tünele girildiği ve radikal değişimler geçirmeden devam etmenin mümkün olmadığı aşikar. Alacakaranlık kuşağında politik ekoloji bilimsel olarak tayin edilen rakamsal dengeleri savunmaktan fazlasını yapmak zorunda. Ayrı ya da dokunulmaz addedilen alanların siyasetini yapmak, parçaların ilişkilerini sorunsallaştırmak, bağlantıları kurmak, ekolojik siyasetin çıkış yolu haline geliyor. Örnek olarak, total enerji bütçesi tartışmasının soyutluğu; savunma harcamalarını, silah endüstrisini sorunsallaştırarak, bunca enerjiye neden ihtiyaç duyulduğunu tartışmaya açarak somuta, temas edilebilecek bariz sorunlara dönüştürülebilir. Ekolojik siyasetin, gaz halindeki küresel gündeme kilitlenmiş mücadeleyi somutlaştırması, yerelleştirmesi, gerçekleştirmesi; cinsiyetçilik, militarizm, milliyetçilik, tüketim gibi sorunları ilişkilendirerek mümkün olabilir.
Yukarıda sunulmaya çalışılan birbiriyle içiçe üç öneri tamamlanmış yol haritalarından ziyade iklim değişikliğinin ele alınışının siyasileştirilmesi için kısaca belirtilmiş başlangıç noktaları olabilir. Bu noktaların geliştirilmesi salt teorik bir düzlemden ziyade pratik içinde mümkün olacak ve ekoloji hareketi bunun için bütün kaynaklara sahip durumda.
[1] Global Carbon Project http://www.globalcarbonproject.org/ Dünya Sistemi Bilimi Ortaklığı (ESSP) girişiminin bir pojesi.
[2] http://www.nationalcenter.org/KyotoSenate.html
[3] Hansen’in 2007 yılında Iowa kamu hizmetleri meclisine sunduğu ifadeye http://www.columbia.edu/~jeh1/2007/IowaCoal_20071105.pdf adresinde ulaşılabilir.
[4] Hansen, J. (2005) Is There Still Time to Avoid ‘Dangerous Anthropogenic Interference’ with Global Climate? http://www.columbia.edu/~jeh1/2005/Keeling_20051206.pdf
[5] Tarde, G. (1899, 1999 yeniden basımı), Les lois sociales,alınıtı şurada: B. Latour (2002) “Gabriel Tarde and the End of Social”, The Social in Question, (ed. P. Joyce) Routledge, London. B. Latour’un makelesi, Tesmeralsekdiz’in üçüncü sayısında Türkçeleştirildi.
[6] Roe, E. (1994) Narrative Policy Analysis. Theory and Practice, London: Duke University Press.
[7] Foucault, M. (1997) 'The Birth of Biopolitics', Michel Foucault, Ethics: Subjectivity and Truth, (ed. P. Rabinow), New York., ve Dreyfus, H. L., Rabinow, P. (1982) Michel Foucault: Beyond structuralism and hermeneutics. University of Chigaco Press, Chicago. kitaplarında Foucault’un biyopolitika tartışmasına detaylı olarak bakılabilir. Biyo-politikanın temel araçlarından yönetimsellik (governmentality) ekolojik politika yazınında yeni değil; Luke (1995) tarafından sürdürülebilir kalkınma, Escobar (1999) ve Lipschutz (2002) tarafından küresel çevre hareketi, ve Carvalho (2005) tarafından iklim yönetişimi bağlamında incelenmiş.
[8] Genişleyen ekonomi ile genişlemeyen çevresi arasındaki zıtlıktaki ve kalkınmanın sınırları tartışmasının temel değişkeni olan teknoloji konusuna burada girmek yerine, teknolojiden çok fazla şey beklediğimizi, herşeyi teknolojiden beklediğimizi yinelemekle yetiniyorum.
[9] Kyoto-Kopenhag sürecinin mimarlarıyla bu süreci etkilemek için kampanya yürüten hareketleri tümüyle karıştırma hatasına düşmediğimi belirtmem gerekiyor. (Benzer bir hata, Kyoto Protokolü’ne hedeflerini yetersiz/işlevsiz bulduğu için karşı çıkanlarla, iklim değişikliğini inkar edenleri aynı kefeye koyan çevreciler tarafından yapılıyor.) Bu iki oluşumu birlikte tartışmadaki amaç, küresel çevre hareketinin dönüştürmeye çalıştığı liberal-kalkınmacı anlayışın kavram ve projeleriyle biçimlendirilmekte olduğu ve teknik-bilimsel küresel çerçeveye sıkışmak yerine, yerel ilişkilerin siyasetine açılmasını önermek. Böyle bir çağrının hiç de sempatik bulunmayabileceğini ve hareketi bölmek olarak değerlendirilebileceğini hissedebiliyorum, fakat bu tartışmanın yeşil-ekolojist siyasetin üretken kılınması için gerekli olduğunu düşünüyorum.
[10] Dünya Sistemi Bilimi Ortaklığı (ESSP) (http://www.essp.org) ’nın 2009 Dünya Sosyal Bilim Forumu temasını açıklayan metin, sosyal bilimlerin sorunu başlıklı son bölümü sosyal bilimlerde “bir paradigma yerine rekabet içinde okullar olduğunu” saptıyor ve “daha iyi bir gelecek için” “birden fazla gibi görünen sosyal bilimlerin” “aynı haritaya konması” çağrısıyla bağlanıyor.