Kilaman: Göç Yollarında Tüketilen Anadolu'nun Kadim Halkları

Anadolu’daki kadim topraklarındaki mutlu günlerinden başlayıp çeşitli zorluklardan geçerek 1961 yılında Makedonya’da noktalanan Klimis Aşıkoğlu’nun (Kilaman) özyaşam öyküsü[1], uzun bir tarihsel dönemin görgü tanığının birinci elden anlatımı olarak önemli bir belgeseldir.

Kilaman’ın hikayesi Osmanlı 1774 yılındaki Küçük Kaynarca Antlaşmasından 1922'ye kadar Hristiyan vatandaşlarını koruyacağına dair belli süreler içinde yirmi bir tane kapsamlı uluslararası anlaşma imzalamasına rağmen ne yazık ki o günden 1922'ye kadar süren bu yüz elli senelik zaman zarfı içinde, gittikçe daha geniş bir kapsama ulaşan, daha korkunç hale gelen vahşet ve katliamlar ile insanlık dışı yöntemler kullanılarak bu coğrafyanın kadim halklarının topraklarından/vatanlarından zorla kazınmasını resmeder.

Kitabımızın kahramanı ki kahraman olarak adlandırılmayı gerçekten hak eden Kilaman’ın yaşadıkları ve tanıklıkları oğlu Lazaros tarafından kaleme alınmıştır.

Anadolu kökenli bir Elen olarak Kilaman, Osmanlı İmparatorluğunun son döneminden Yunanistan iç savaşının sonuna kadar uzun ve fırtınalı bir döneme tanıklık eder. Kahramanımız Kilaman Uzun yıllardan beri nesilden nesile Bizans efsanesini yaşatan, uygarlığı taşıyan ve onu baba ocağını terk etmeye mecbur edilmesine kadar yaşadığı Göller Bölgesindeki Barla kasabasında Balkan Savaşı öncesinden başlayıp, 1. Savaş, Milli Mücadele, mübadele, Yunanistan’da yer edinme, 2. Savaş ve işgal ile İç savaş sürecini yaşayan bir Anadolulu bir Elen’in hikayesini okuyucuya sunar. Kilaman, anılarıyla uzun bir tarihsel sürece tanıklık eder. Kilaman’ın bu hikayesi aynı zamanda kadim topraklarından edilen insanların zorluklara karşı gösterdikleri bir dayanışma gücünü tasvir eder. Bu aynı zamanda. Anadolu kökenli Elenlerin tarihidir de. Kilaman kendi öyküsüyle birlikte halkının tarihini anlatır. Bu bakımdan kitap bir belgesel niteliğindedir.

Kilaman kendi halkının yanı sıra diğer Osmanlı Hristiyanlarının da Osmanlı İmparatorluğu döneminde uğradıkları katliamları ve tehcirleri de anlatarak masum Anadolunun talihsiz halklarının çektikleri acıları da tasvir eder:

“Haydutlar oradan uzaklaşınca Ermenilere gittiler, onlara sakladıkları tüm şiddeti gösterdiler ve hunharca davrandılar. Onları soydukları yetmiyormuş gibi, insandan yapılmış bir futbol topu şeklinde onların ellerini ve ayaklarını bağladılar ve tekrar onları atlarının kuyruklarına bağladıktan sonra, kaldırımların üzerinden koşarak onları köydeki yolların arasında sürüklediler. Onların üzerinde tüm hınçlarını çıkardıktan sonra,onları köyün ucuna götürerek, koyun keser gibi katlettiler. Cinayetin işlendiği yere giden bazı meraklı kişiler bu dehşet verici manzarayla karşılaştılar. Aynı şekilde, hunharca katledilmiş her yaştan dokuz kişi, toprağın üstünde yatıyordu… Onların cenazeleri için bizzat ilgilenen, köydeki Türkler,ertesi gün masum üstelik köyün içinde katkıda bulunarak topluma bu kadar yararlı olan bu insanların katliamı için gerekli makamlara başvurarak şikayet ettiler.”

Yaşadığı kasaba olan Kilamanın da üyesi olduğu Barla halkı 1700’lerde bir tehcire uğradığı gibi, 1. Savaşla birlikte bir kere daha göç yollarına dökülür. Halkı amele taburlarında kırılırken geride kalanlarda tehcir konvoylarında ölüm yollarına. çıkarılırlar. Bizzat içinde yaşadığı amele taburları deneyimini ölüm taburları olarak tasvir eder. Kilaman Halkı tehcir adı altında 26 Mayıs 1914 ten itibaren ölüm yürüyüşüne çıkarılırken, eşini ve iki çocuğunu geride bırakarak Askerlik adı altında, ölüm taburlarındaki bitmez tükenmez yolcululuğuna başlar:

“Jön Türklerin rejimi sağlama bağlandıktan sonra ufak bir durgunluk göze çarptı ve ona bağlı olarak sükünet hakim oldu, fakat daha sonra Türkiye'nin içinde bulunan tüm Rumlara karşı bir savaş başlatılmış oldu.Bu olayların akışı içinde ,Birinci Dünya Savaşına yol açan, 1914 yılında Birinci Avrupa Savaşı patlak verdi. Doğu Trakya'da bulunan Rumların İngiliz ordusunun askerlerine yardım edeceklerini bahane ederek Türk Hükümeti 1914 yılının 26 Mayısında, Sürgüne yollama' kanunu onaylamış oluyor ve Jön Türkler (Genç Türkler) tarafından önce Doğu Trakya'da daha sonra Karadeniz'de ve Kafkasya'da en nihayet diğer Türkiye sınırları içinde yaşayan Rum halkını sürgüne yollamak amacıyla onlara karşı düşmanca bir temizleme operasyonu başlatılıyor. Türkler dünya kamuoyu önünde başka şeyler açıklıyorlardı, fakat akıllarının içinde başka şeyler yatıyordu.”

Gayrimüslim unsurları bu coğrafyadan kazımak.

Elen kökenli Osmanlı vatandaşlarının yaşadıkları ve içinde bulundukları zor durumlar ve maruz kaldıkları uygulamalar, konsolos ve elçilik raporlarıyla da doğrulanmakta ve çok daha net görülmektedir.

Yunanistan Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde bulunan belgelerde bu uygulamalarla ilgili telgraflarda Elen kökenli Osmanlı yurttaşlarına uygulanan haksızlıklar ilişkin Anadolu’dan gelen haberler olayların boyutlarına ışık tutmaktadır.

Kilamanın söz ettiği uygulamalar, çeşitli görevliler tarafından da doğrulanmaktadır; Midilli genel yönetmeni Petihakis’in 23 Nisan 1914 tarihli şifreli telgrafında:…Şahsi haberlerden Bergama’da ve civarında durumun ekonomik boykotun yaygınlığı, Rum mallarının tahribi ve Rumlara karşı saldırılar yüzünden dayanılmaz olduğu bildiriliyor. Bazı Rumlar zincir bağları altında içerilere gönderiliyor. Bundan dolayı kadınların ve çocukların Ayvalığa vardığı bildiriliyor. Ancak Ayvalık’ta da durum farklı değildir. Ayvalık konsolosu Çerebis’in 27 Mayıs 1914 tarihli telgrafında Ayvalık Rumlarının yaşadıklarını anlatmaktadır: Edremit civarında ve diğer yerlerde korkunç saldırılara çok büyük sayıda kılık ve kıyafeti değiştirilmiş subaylar katılmıştır. Çok sayıda saldırganlar burada subaylarla beraber serbestçe dolaşıyorlar. Yerel yöneticilerin sükunet için tedbirleri yapmacık. Burada yiyecek kıtlığı başlıyor. Acilen hayvan yemleri ve Ayvalık ve bütün körfezde açlıktan ölen Rumlara yardım gönderilmesi çok gerekli. Saldıraların detayları feci. Çerebis 30 Mayıs 1914 tarihli telgrafında devletin rolünü vurgular: Çok emin ve güvenilir kaynaklardan öğrenildiğimize göre civardaki herhangi bir şehrin veya köyün basılmasından evvel kaymakam, mahkeme reisi, jandarma komutanı ve gümrük müdürünün katıldığı gizli bır toplantı buradaki makheme binasında yapılmaktadır. Çerebis 1 Haziran 1914 tarihli telgrafında olayların tezgahçısının bölgeden geçtiğini nakleder. Talat bölgeyi kontrol etmektedir. Bir anlamda yapılanları denetlediği söylenebilir: Dün öğleden sonra İçişleri Baskanı Talat Edremit’en otomobil ile buraya vardı.Yerel Konsolosları kibarca kabul etti ve benimle yarım saat mülakata bulundu. Kendisine olaylara kıyafet değiştirmiş ordu subaylarının saldırılara katıldığını ve bakirlerin ırzına geçirldiğini vurguladım. Olaylardan infialini ifade etti ve çok sayıda saldırganların haps edildiğini söyledi. Ondan asaişin temin edilmesini ve saldırganların kovuşturulmasını rica ettim ve şehirden hiç kimsenin çıkamadığnı bildirdim. Çok sözler verdi. Yunan Elçisi Panas’ın sakin tavrını meth etti. Bu sabah buradan ayrılıp gemi ile Dikili’ye, Bergama ve İzmir’e gidecek. Yolda çok sayıda Rum cesetlerini görüp ve olaylarda yerel yöneticelerin umursuzluğunu görecek. Ayvalık Yunanistan Konsolosluğunun 2552 Protokol Numaralı ve 4 Ekim 1914 tarihli telgrafında Karesi mutasarrıflığı mıntıkasındaki el koymaları ve gaspları nakleder: Karesi Mutasarrıfından Ayvalık Kaymakamına 24 Ağustos 1914 tarihli gönderilen Telegraf (Balikesir) ,özetle şunları söylemektedir: Gayri-muslim Askerler Erkanı Harbiye emirlerine göre yol yapımı çalışmalarına hemen tabii olmaları ve hristiyan tarlalarından mahsülerin hemen toplanması (gaspı).Edremit kaymakanının Ayvalık Kaymakamına 13 Haziran 1914 tarihli Telegraf, özet: Burada çok yüksek miktarada hayvan ve ürünlerin açık artırma ile açık musayede satışa çıkarıldığı, bunların uzun zaman kalamayacağından yayınlarla bu hayvanların ve ürünlerin satışa çıkarıldığını yayınlarla orada bildirilmesi (bu mahsüler Rumlardan yağmalanmıştı).Bandırma Kaymakımının Ayvalık Kaymakamına 15 Temmuz Telegrafı, özet: Gasp olunan malların satılması (Rum malları).

Yunanistan İstanbul Elçiliğinden Elçi Panas’ın 13 Eylül 1914, saat: 12.15’te Yunanistan Dişişleri Bakanlığına gönderdiği (varış tarihi 14 Eylül 1914 Protokol Numarası: 32126 A/21) Telgrafta gezici saldırı birliklerinin örgütlendiğini nakleder:İzmir’den aldığım telegrafı acilen bildiriyorum. Emin kaynaklardan öğrenildiğine göre Edremit ve Bergama’da Rumlara karşı yapılan saldıralarda çok aktif rol alan Türkler davet aldıklarından sonra buraya geldiklerini söylüyorlar. Aynı zamanda Ayvalıktan orada saldırılara katılan câni Türk unsurların geldikleri söyleniyor. Yunanistan elçisi Panas, Ayvalık konsolosluğundan aldığı bilgilere dayanarak Büyükelçiliğine gönderdiği 30 Eylül 1914 tarihli telgrafında: (Yunanistan Dişişleri Bakanlığı, varış tarihi 1 Ekim 1914, Protokol Numarası: 34858 A/21) Ayvalık’taki gaspları nakletmektedir: Acilen aşağıda Ayvalık alt Konsolosluğundan aldığım telegrafı iletiyorum. Rumlara karşı saldırılıra katılan Türk ilerigelenleri zeytin mahsülünün toplamasında yerel idari makamları ve Kaymakam ile işbirliğinde ondabir vergisinin tahsilati vesılesi ile bütün zeytin mahsülatını toplamayı planıyorlar. Bu durumla mahsülüm aslan payını kendileri için almak istiyorlar.

Kilaman, Elen kökenli Osmanlı vatandaşlarına yönelik uygulamaların savaş öncesi başladığını vurgulayarak savaş sırasında Osmanlı’nın müttefiği Alman generallerinin tavsiyeleri ile devam ettiğini şu sözlerle özetlerken, Elen kökenli ve diğer Hristiyan unsurların bu coğrafyadan kazınmasında Alman danışmanların rölünün altını çizer:

“ Aslında, Rumlar'ı sistemli bir şekilde ve üstelik şiddetle yok etmenin çabaları, çok daha evvelden daha 1912-1913 Balkan Muharebelerinin ilan edilmesiyle başlamış oldu ve merkezi Istanbul'da bulunan ‘İttihat ve Terraki’ partisinin kurucuları olan Jön Türkler tarafından, ilk aşamada Yunan asıllıların ticari hayattan çıkarılması önerildi.Daha sonra 1914'ün Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman,Türkler kendilerine dost ve müttefik olan Almanlarla danışman olarak onların önerisi üzerine, ülkenin iç kısımlarında bulunan Rumları toplu halde yerlerinden etmeye başladılar.Alman generali Fon Den Gölts Türkiye içinde yaptığı bir gezintiden sonra ,o zaman başta olan Jön Türkler'e (Genç Türkler'e) dönerek izlenimlerini şu şekilde dile getirdi: Memleketinizin içinde yaptığım gezinti esnasında büyük bir üzüntü duyarak sadece Ülkeyi yönetenlerin Türk olduğunu,geride kalan her dalın, ekonominin, ticaretinin ve her şeyin gayri müslimlerin, çoğunlukla Yunanlılar'ın (Rumların) elinde olduğunu tespit ettim.

Diğer Yunan düşmanı general Liman Sanders, Trakya'da yaptığı bir gezintisi esnasında Tekirdağ'da üst subayların toplantısında:

‘Ülke başkentinin bulunduğu,Trakya'nın geride kalan kısmını ebediyen sizin elinizde kalmasını sağlama bağlamanız için ,yabancı ve gayri müslimlere beraber ,özellikle Yunanlılar'ı(Rumlar'ı) kovmanız lazım,çünkü onlar her dalda dağılmış bulunuyorlar ve ülke ekonomisinin zenginliğini ellerinde tutuyorlar.Onlar vatanınızın içindeki kötü iblisleri olacaklar.Onlar şimdiye kadar olduğu gibi,sizden yararlanmak için,ekonomik bakımından kendilerine bağlı kalmanızı sağlayacaklar ve ülkenizi işgal edenlere her zaman yardım edecekler.’

Halkı sürgüne giderken kahramanımız Kilaman’a Çanakkale’de savunma görevi düşer. Tam da savaş bitti evime döndüm derken göç yollarına bir kere daha düşerler. Milli mücadele başlamıştır, Anadolu’nun bu kadim halkları bir kere daha düşman ilan edilecekleridir. Halkına bir kere daha sürgünde, Kilaman’a da amele taburları denilen ölüm taburlarında tükenmek düşecektir.

Hakkında çok az şey bilinen Milli mücadele dönemindeki amele taburlarının teşkili ve bu ölüm taburlarındaki Hristiyan unsurlara yönelik uygulama örneklerini verir Kilaman:“14 Mayıs 1921'de,Türk tellallar, öğlenden sonra Psidya'ya ait şehir ve köylerinin mahallelerinde gezerek Yunan (Rum) halkına mensup 15-60 yaş arasındaki tüm erkekleri meydanlarda toplanmaları için çağırıyorlardı. Buna uymayanlar ise idam cezasına çarptırılacaklardı. Darağaçlarını çoktan hazır etmişlerdi bile ve bir çok kişi bu yola kurban gitmişti. Trajik olayların yaşandığı şehirlerden biri olan Barla, kanını akıtarak büyük bir bedel ödedi. Türk beylerinin bu emri üzerine, her zaman olduğu gibi kanunlara saygı gösteren, Hristiyanlar büyük bir disiplin içinde meydanlarda toplandılar ve etraf gelecekleri belli olmayan ümitsiz insanlarla dolmuş oldu. Orada onların kaderlerini tayin edecek olan, yeni emirler ve kararlar bekliyordu. Daha sonra olayların akışı gösterdiği gibi, birazdan ölüme mahkum olanlardan bir alay meydana gelmişti. Bu insan seli Eğridir gölünün kıyılarına doğru akmak için yola çıktı.İki iki kişi kolları birbirlerine kenetlenmiş bir halde yürüyorlardı… Ondan sonra otuz gece ve gündüz süren yürüyüşleri esnasında büyük işkencelere maruz kaldılar. O insanlar aç ve uykusuz olarak, devamlı yürümekten yorgunluktan tükenmiş bir halde, ayak tabanlarına basmak ve yollarına devam edebilmeleri için artık ruhu olmayan bedenlerinde gücü bulamayarak, yere boş bir çuval parçası gibi yığılıyorlardı. Onlara refakat edenler o zavallı insanların iniltilerine ilgisiz kalıyorlardı… Gece gündüz süren bu yürüyüşleri esnasında beyinlerinin yarısı uyku vaziyetinde, öteki yarısı da ancak ayaklarına mekanik ve şuursuzca yürümelerine emir vermek için yarı uyanık bir vaziyetteydi… Firar başarılı bir halde sonuçlandığı takdirde, nöbetçiler ateş püskürüyorlardı. Şayet kanla karşılık verdiklerinde, tatmin olarak sakin görünüyorlardı. Böylece yürüyüşleri devam ediyordu… Her gün, her saat, her dakika öyle yavaş yavaş ölerek ve sürünerek yaşamaktan ve kendilerini bekleyen onca işkencelerden kurtulmak için çoğu kez ölmeyi arzu ediyorlardı. Aşırı yorgunluktan bitkin bir halde, ayaklarının üstüne durmayı başaramayarak sık sık yere yığıldıklarında, kurban olarak seçtikleri insan sürüsünü gece çöker çökmez karanlığın içinde takip eden vahşi hayvanların onları canlı canlı yememeleri için, kendilerine işkence çektirenlere acımalarını ve öldürmelerini sönük sesle yalvararak diliyorlardı. Fakat yine de bu dileklerinde talihsiz kalıyorlardı… Hayatlarının bu son dakikalarında bile, işkencecileri onlara azıcık insanlık bile göstermiyorlardı. Onların yalvarmalarına ve yakarışlarına sert ve acımasızca: ‘Ulan gavur, kurşun para ediyor! Bununla başka bir imansızı öldürürüz.'… İlkin yola çıktıkları zaman binlerce olan o insanların ancak yarısı belki de yarıdan azı istikametlerine ‘askeri toplama kamplarına’ ulaşabilmişlerdi.

Ulaştıkları kampta onlar için hiç bir umut yoktu ve anlamışlardı ki yolculuklarının başında ölenler, en son durakları olan Sıvasın askeri toplama kamplarına ulaşanlardan daha kısmetli sayılacaklardı. “Perişan halde bulunan beş bin insan ancak elli dekarlık bir alanın içinde sıkıştırılmışlardı. Şartlar tahmin edilmesi kadar adi,insanlık dışıydı ve alan hayvanlara ahır bile olamazdı. Ne lüzumlu ihtiyaçları, ne bakımları için, hiçbir şeye özen göstermemişlerdi. Bundan böyle o yer, aralarında aile babası, zengin,tüccar, küçük veya büyük esnaf, bankacı veya borsacı, din adamı veya aydın, doktor veya avukat, öğretmen veya profesör olan o insanların ikamet yeri sayılacaktı.”

Kampta geçirdikleri o günler süresinde koşulların kötülüğü nedeniyle taşıdıkları binlerce bit ve içtikleri pis sular dolayısıyla o günler için iki büyük felaket sayılan deri ve bağırsak tifüsü aynı zamanda kendini göstererek, bu bahtsız insanların sırtına ayrı bir zulüm olara biner. Ölenler “Yanlarına onlar için ağlayacak hiç kimse bulunmaksızın, hiçbir dua okunmaksızın ve hiçbir cenaze işlemi yapılmaksızın onları at arabasının üstüne yükleyip, gömmeleri için askeri kampının dışında bulunan uzak bir yere götürüyorlardı.” Arkada kalanların acılarını omuzlamaktan başka çareleri yoktur:

“Geride kalanlar da perişan durumda, yüzleri görünemeyecek kadar korkunç, gündüzün ortaya çıkan, yere sağlam basmayan, yavaş hareket ederek gezinen canlı hayaletler ve sendelenen, sallanan akord edilmiş garip oyuncaklar gibiydiler. Açlıktan ve yorgunluktan çökmüş bir halde bulunmalarına rağmen güya yaşama hissini duymaları için ayakta durmaya ısrarla devam ediyorlardı.”

Kilaman, kamplardan söz ederken, “O yer [kamplar] Dante'nin tasvir ettiği Cehennemden bile beter bir Cehennem ve canlı insanların bir mezarı gibiydi.” Der. Bu sözlerle tasvir ettiği bu kampları, Hitler’in ölüm kamplarından “Dachau'nun Anadoludaki tipik öncü örneği” olarak niteler.

Sürgün edilen kadın ve çocukların yaşamı da farklı değildir. Sürgün alayından bahsederken, kullandığı kelimeler korkunçtur:

“O alayın nasıl geçtiğini hiç kimsenin anlatmaya gücü yeterli değil! Hiç kimse orada yaşananları hayal bile edemez! Ancak çok usta bir yazarın kalemi o sahneleri canlandırabilir! Kim o saatlerde yaşanan trajik olayları kaleme alırken eli titremeyecek kadar güçlü olabilir ki!.. Kim, kalbi sızlamadan ve onca acıdan yılmadan her şeyi anlatabilecek kadar güçlü bir iradeye sahip olabilir! Anlatılacak o kadar çok şeyler var ki: Yılların yükü altında ezilen güçsüz yaşlı erkekler ayaklarını sürükleyerek çocuklarının arkasından gidiyorlardı!”

Çektikleri acılar ve çileler karşısında neredeyse insanlıktan çıkarlar: “Onları bu halde görenler onların da bir zamanlar insan olduklarını inanmaları için bin şahit gerekliydi! Kemikleri sayılan, güneşten benizleri yanmış, yıkanmamış, pislik içinde, traşsız, saç sakalları birbirlerine karışarak göbeklerine kadar uzanan insanlardı...”

Savaş biter ancak bu kez onları bir başka sürgün beklemektedir. Kilaman’ın vatanından, Anadolu’dan, dedelerinin kadim topraklarından kovulma günü gelmiştir. “Sayısız zorluklara göğüs germiş olan o insan sürüsü nihayet ferahlayarak, büyük bir coşkuyla gemiye bindi ve gemi denize açılır açılmaz ,onlar için o anda yeniden doğan hayatları için hayaller kurmaya ve geleceği planlamaya başladılar.” Karmakarışık duygular içindeydiler. Acıları dinmişti. Yeni vatanlarına doğru yönelmekteydiler, buna sevinmeleri mi, yoksa doğup büyüdükleri toprakları terkettikleri için ağlamaları mı gerekiyordu? Artık,hiç bir şey için emin değillerdi!

Yeni vatanda onları zorluklar beklemektedir:

“Geminin limana ihtiyaçlarının donatımı ve sürgündeki kişilerden bazılarını karaya çıkarmak için limana yanaştığında, kendi soydaşlarının ve din kardeşlerinin sert tepkilerini ve onları küçümsediklerini görerek bu vatanı artık hayal ettiklerinden pek farklı bir şekilde tanıyorlardı. Yanaştıkları limanlarda hiç kimse onları kabul etmiyordu, bu yüzden çürük mallarmış gibi, onları gemiyle bir limandan öteki limana dolaştırıyorlardı.Tüm bu zorluklara ilaveten hastalıklar da birbiri ardından onları rahatsız etmeye başlamışlardı. Barsak tifüsü ve üstlerindeki milyonlarca bitin onlara yarattığı deri tifüsü yüzünden bir çok kişi de hayatını yitirmişti… Hayatta kalanlar da, karaya çıkacakları zaman rıhtımlarda toplanan kızgın ve onlara düşman yerli halk ''günahkar ve cüzzamlı'' olduklarını ileri sürerek adi protesto gösterileriyle onları her sefer geri çeviriyorlardı, böylece ''Kerkira'' limanından ''Kefalonya'' limanına doğru onları boşu boşuna gezdirdikten sonra tekrar Pire limanına geri gönderiyorlardı.”

Zorlukla karaya ayak basıp bir yere yerleşebildiklerinde de onları yeni yeni zorluklar beklemektedir. “Çoğu kez onları, işledikleri toprakları ellerinden almaya gelen davetsiz misafir gibi gören ve kendilerine düşmanca davranan çevredeki yerli halkın arasında kanlı çatışmalar oluyordu.” Kahramanımız bu zorlukları da göğüsleyerek yeni vatanında kök saldığını düşündüğünde, İkinci Şavaşla birlikte Kilaman’ı yeni zorluklar beklemektedir.

İkinci savaş sırasında yeni vatanlarında onları bir başka felaketi göğüslemek zorunda kalacaklardır. Ki da birincisinden aşağı değildir. Yeni vatan önce İtalyanlar, onlar başaramadıklarında da ardından Naziler tarafından işgal edilir. Yeni vatanla birlikte Kilaman’ın komşuları çok zor durumdadır. İnsanlar işgal sırasında tarif edilemez derecede acıların pençesine düşerler. Kahramanımız Kilaman 1942-1943 yılları arasında geçen o zor dönemde bir çok zorluklarla mücadele etmeye mecbur kalırken, eski günlerini, eski acılarını Sivas askeri kampında geçirdiği zor günleri anımsar:

“Onlarla karşılaştığı zaman içi kan ağlıyordu, çünkü onların şahsında Sivas askeri kampında rastladığı insanların feci yüzünü bir kez daha görüyordu ve çevresinde o zaman olduğu gibi üstlerindeki eski elbiselerden, açlıktan yüzleri içeri girmiş fakat hala parlayan gözlerinden asil oldukları belli olan erkek ve kadınları, hünerli, çalışkan, asil ve nazik insanları, düşkün zenginleri gördüğü için kendine hakim olamıyordu ve gözleri yaşarıyordu.”


[1] Lazaros K. Aşıkoğlu, Kilaman, Anadolu’dan Gelen Bir Rum’un Anıları, Çev. Evdokia Veriopulu, Belge Uluslar arası Yayıncılık, 2009.