6 Aralık 2008’de, bir Cumartesi akşamı, Atina’nın merkezinde bir polis 15 yaşındaki bir çocuğu öldürdü. Hemen ardından protesto mitingleri ve yürüyüşleri başladı. Ve neredeyse Noel’e kadar hiç durmadı. Protestolara bazı sendikalar ve sol partiler de katıldı, ama daha çok lise ve üniversite öğrencilerinin spontane bir şekilde gerçekleştirdiği protestolardı. Aynı zamanda, bu öğrencilerin anne babaları ya da başka insanlar da hiçbir organizasyon olmaksızın protestolara katıldılar. Protestocular genellikle şiddet kullanmadılar; sadece bazı sloganları biraz “abartılı” sayılabilir ya da polis binalarına yumurta falan atıyorlardı (bazen de polislere çiçek veriyorlardı). Aynı zamanda birkaç şiddet olayı da yaşandı. Özellikle iki-üç gece boyunca Atina’nın merkezi tam bir savaş alanına döndü: Arabalar yakıldı, mağazalar yağmalandı. Bu olayları gerçekleştirenler meçhul: Bir taraftan kendilerini “anarşist” diye tanımlayan ve daha önce de mitinglerde molotof kokteyli kullananlar olabilir, diğer taraftan –özellikle yağmalama olaylarında– toplumun alt kesimleri (örneğin göçmenler) de olabilir; ve tabii agent provocateurler Yunan polisinin bilmediği ya da kullanmadığı bir husus değil...
O zaman bu zamandır, Aralık 2008’de ne olup bittiği hakkında hiç kimse kesin bir fikir yürütebilmiş değil. Gerçekten de herkes bir anda patlak verip yayılan bu olaylara şaşırmıştı. O zaman da, bir yıl sonra da, Aralık 2008 olaylarını yorumlayanlar kabaca ikiye ayırılabilir. Bir taraftan, siyasal yelpazenin sol tarafındakiler olaylara sempatiyle yaklaştılar. Şiddete karşı çıkmakla beraber onun nedenlerini bulmaya çalıştılar ve bu kitle tepkilerinde bir anlam aradılar. Onlara göre, öğrenciler vahşi bir eğitim sistemine ve ümitsiz bir geleceğe karşı ayaklanmıştı. Daha genel olarak, bu olaylar, artan problemler ve eşitsizliğe karşı toplumun bir tepkisiydi; böylece, yeni bir toplumsal hareket doğmak üzereydi. Diğer taraftan, sağ/muhafazakâr çevreler, sokakların gürültüsüne hiç kulak asmak istemediler. Onlara göre, üzerinde durulacak tek olgu, şiddetti. Şiddet ki ekonomiyi durdurmuştu ve devleti zor bir duruma düşürmüştü. Şiddetin sebepleriyse çok basit ve o kadar da önemsizdi: Öğrencilere ve üniversitelere çok fazla özgürlük tanınmış (not etmek gerekir ki, Yunanistan’da polisin üniversitelere girmesi yasak), şu “yeni nesil” ise şımarık ve tembel. Ayaklanmanın tek nedeni, “çocukların” ders yapmak istememesi.
Bu muhafazakâr yorumların bir kısmının bazı tarihçilerden geliyor olması, bence üzücü. Niçin üzücü? Muhafazakâr olmalarından değil, tabii; siyasal bir duruş seçmek herkesin hakkı. Ama ortada çok basit ve o kadar da önemli olan bir gerçek var: toplumla uğraşan biri, toplumu bu kadar görmezlikten gelemez. Yüz binlerce insan sokaklardaysa, protesto ediyorlarsa, şiddete katılmazsalar bile ona tahammül gösteriyorlarsa, bir nedenleri var olmalı. Yüz binlerce kişi tembel, “kötü” ya da deli olamaz. Diğer taraftan, “Aralık 2008’de devrim filan değildi, hiç bir şey ifade etmiyordu” diyenlerin üzerinde dikkatle durulması gereken iki argümanı var: birincisi, protestolara katılanların çok belli taleplerinin olmaması; ikincisi ise, Aralık 2008’in bir sürekliliğinin olmayışı – mesela yeni bir hareket doğmadı, sol partilerinin oy oranları yükselmedi v.s..
Yine de, yukarıda değindiğim nedenlerden dolayı, böyle bir toplumsal patlamanın anlamsız olduğunu söyleyemeyiz. Ortada önemli bir çelişkinin olduğu açık; ama bu çelişkiyi nasıl çözeceğiz? Çelişki şu: Sokaklarda protesto eden yüz binlerce kişi var, ama ne belli talepleri var, ne de bu protestoların görülür bir devamı geliyor. Çelişkinin çözümünü bence şöyle özetleyebiliriz: Toplumda çok ciddi sorunlar yaşanıyor; Yunan halkı da bu sorunlara tepkisini göstermeye, sorunların çözümünde söz sahibi olmaya hakkı olduğunu düşünüyor; aynı zamanda, Yunanistan toplumunda çok ciddi bir siyasal organizasyon eksikliği yaşanıyor. Diğer bir deyişle, Yunan halkı tepki göstermek istiyor, ona hakkı olduğunu düşünüyor, ama şu anda bunu organize bir şekilde yapamıyor.
Bu organizasyon eksikliği şiddeti de açıklayabilir. Şiddeti (ya da “devrimci şiddeti”) hoş görmemiz ya da hoş görmememiz fark etmez, Aralık 2008’de Yunanistan’da patlak veren şiddetin hiçbir anlamı ve hiçbir sonucu olmadığı kesin. Tabii, dediğim gibi, şiddet eylemcileri, protestolara katılanların küçük bir oranı. Ama genellikle bir şiddet havası vardı: protesto edenlerin ifadelerinde, sloganlarında, jestlerinde şiddeti andıran birçok husus vardı (mesela, polise mandalina atmak tam bir şiddet olayı sayılmaz, çünkü hiç kimsenin yaralanma ithimalı yok); aynı zamanda, protesto edenlerin çoğu şiddete tahammül gösteriyordu: özellikle bankaların camları kırılırken, herkes alkışladı. Protesto edenlerin bazıları buna bir açıklama getirmeye çalıştıkları zaman, “şiddet olmasaydı, hiç kimse sokaklarda olup bitenlere kulak asmazdı” dedi. İşte, budur asıl sorun.
Buydu Aralık 2008’deki hava. Bir anlamı, bir amacı olmayan şiddet. Bir paralellik kurmaya çalışacak olursak (gerçi, zamana ve mekâna önem vermeyip paralellik kurmaya çalışmak tarihi zorlamak olabilir), bu şiddet, işçi hareketinin tam bir ögütlenmesi yaratılmadan önce işçilerin kullandığı şiddeti, ya da Türkiye’de 6-7 Eylül olayları sırasında ifade edilen şiddeti andırır. Anlamı ve amacı olmayan bir şiddet dedim, çünkü bu şiddet olaylarına katılanlar kendi durumlarına bir tepki, bir öfke dile getirmek istiyorlar, ama durumları hakkında yeteri kadar –ya da doğru şekilde– henüz düşünemedikleri için ve bir örgütlenmeye sahip olamadıkları için, tepkilerini anlamlı ve etkili olacak bir şekilde ifade edemiyorlar. Tıpkı 6-7 Eylül olaylarına katılanlar gibi. Olayların düzenleyicileri kim olurlarsa olsunlar, düzenlenme şekli ne olursa olsun, olaylara katılan insanların büyük bir kısmı toplumun alt kesimlerinden geliyordu. Durumlarının sorumlusu olarak onlara zengin (ya da zengin sanılan) Rumlar (ve başka bazı azınlık mensupları ve yabancılar) gösterildi, o yüzden de öfkelerini Rumlar’ın mallarına ve Rumlar’a saldırarak ifade ettiler.
İşçilerin, anlamı, düzeni, belli bir amacı olmayan şiddeti, işçi hareketi örgütlenince son buldu. O andan itibaren de, işçilerin belli talepleri olmaya başladı ve bu taleplerin doğrultusunda mücadele ettiler; böylece, işçi hareketi çok önemli kazanımlar elde etti: Sendika ve grev hakkı, sosyal sigortalar vs..
Türkiye toplumu ise, 6-7 Eylül olaylarında ifade edilmiş olan şiddet havasından tam çıkamamış sayılabilir; daha doğrusu, çıkmasına izin verilmedi. ’60’lı, ’70’li yıllarda Türkiye toplumu devletten özerk bir biçimde örgütlenebilecek derken (Murat Belge’nin “toplumlaşamayan toplum” ifadesini olumlu biçiminde kullanacak olursak, toplum toplumlaşabilecek derken), karşısında önce aşırı sağ ile işbirliğinde çalışan derin devleti buldu, sonra da 12 Eylül’ü ve onun yarattığı Anayasayı. Türlü linç eylemleri, hattâ bazı cinayetler, Türkiye toplumunun şiddeti geride bırakamadığını gösterir: toplumun bazı kesimleri, sorunlarına cevap bulmak için örgütlü, siyasî bir biçimde tepkilerini gösterecek yerde, var olan düzenin ve iktidarın ekmeğine yağ sürecek biçimde, toplumdaki karşılıklı kuşku kültürünü pekiştirecek şekilde eylemlere başvuruyor.
Oysa, Yunanistan’daki durum farklı: Yunanistan toplumu, bir organizasyon yeteneğini göstermiş bir toplum. Bunun nedenlerine tarih ışık tutabilir. Yunan devleti, bir devrim sonucu kurulmuş bir devlet. Hemen arkasında, bu devrim bütün Yunan halkının bir devrimi olarak algılandı. Böylece, baştan beri, Yunan halkı, bir bütün olarak –topluca ya da bir toplum olarak– kendini devletin sahibi olarak gördü. Zaten, Yunan devrimi başladıktan biraz sonra, halkın egemenliğini tanıyan Anayasalar oluşturulmaya başlandı. Yunanistan’da da demokrasi konusunda geri adımlar, insan haklarını hiçe sayan baskı rejimleri, hattâ darbeler olmadı değil. Ama bütün bunlara rağmen, Yunan halkı, “bu devletin sahibi biziz” bilincini –az ya da çok, bu veya şu şekilde– hep korudu. Bu bilincin başlangıcını 19. yüzyılda aramamız gerekiyorsa, tam ifadesini 20. yüzyılda bulabiliriz. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki direniş hareketi bir halk hareketi olarak örgütlendi, savaştan sonraki İç Savaşa halk aktif bir şekilde katıldı, 1974’teki askerî cuntanın düşüşü halkın bir zaferi olarak yaşandı. O yüzdendir ki, 1974’ten bu yana, bütün zorluk ve eksiklerine rağmen, Yunanistan’da demokratik bir rejim ve bir hukuk devleti vardır.
Bu yüzdendir ki bir çocuğun katliamı bu kadar büyük bir tepkiye neden oldu. Yunan halkı, özünde gerçek anlamıyla demokratik olan bu tepkisiyle, bu cinayetin demokrasi ve insan hakları anlayışına ters düştüğünü gösterdi. Bu tepki, aynı zamanda, Yunanistan toplumunun duyduğu bir ihtiyacın göstergesiydi: Yunan halkı varlığını göstermeye ihtiyaç duydu, halâ olup bitenlere katkıda bulunabileceğini, tepki duyabileceğini göstermek istedi. Yunan halkı, devletin asıl sahibi kendisinin olduğunu, iktidarın kendisine karşı sorumlu olduğunu ifade etmeye çalıştı.
Bu, Aralık 2008’in olumlu tarafı sayılabilir. Olumsuz tarafı ise, şiddete başvurmaya ihtiyaç duyan örgütlenememiş bir toplumun manzarası, onca mitinglerin belli taleplerinin olmayışı, bütün bu eylemlerin görülür bir devamının olmayışı. Yunanistan toplumunun bir ortak tepki refleksi varlığını sürdürüyor. Yunan halkı karşı karşıya kaldığı sorunlarda söz sahibi olmakta kararlı görünüyor, ama bu yetmiyor. Halkın bu iradesinin elle tutulur bir sonucu olması için, tepki örgütlü bir şekilde ifade edilmeli. Bu noktada, Yunanistan’daki durumu süregelen depolitizasyon sürecinin (ki bu süreç Yunanistan’a özgü bir olgu değil) bir sonucu olarak görebiliriz. Partiler ve dolayısıyla siyaset, bütün meşruiyetini kaybedince, hattâ sendikalar da bir meşruiyet krizi geçirirken, geride halkı bir siyasal özne olarak ifade edecek hiçbir örgüt kalmıyor. Gerçi Yunanistan toplumunda şu anda çok önemli bir hareketlilik var. Bazı işyerlerinin çalışanları örgütlenip haklarını talep ediyorlar, üniversitelerde ve başka birçok yerde sorunlar tartışılıp yeni fikirler ortaya çıkıyor... Ama bu ufak tefek girişmleri biraraya getirecek bir siyasal irade yok.
Peki, sol ne yapıyor? Yunanistan solunun iki ana partisi (Meclis’te de temsilcileri bulunan) Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ve Radikal Sol İttifak (SYRIZA). Birincisinden bahsetmeye bile gerek yok: içe kapanık bir oluşum olduğu için, solu kendi “ortodoksi” çizgisinden dışında algılayamadığı için, topluma açılması mümkün değil. Radikal Sol İttifak ise, yenilikçi solun partisi (SYN) ve türlü küçük sol ve goşist oluşumların bir ittifakı olarak kuruldu. Hem SYN içinde hem de SYRIZA içinde birçok sorun yaşanıyor; ittifakı oluşturan partiler ortak noktalar/fikirler bulamadıkları için, topluma belirli öneriler sunamıyorlar.
Tabii, asıl önemli olan SYN/SYRIZA’nın kendi içinde tartıştığı konular değil; bunlar toplumu hiç ilgilendirmez. Asıl önemli olan, türlü teorik sorunlardan ziyade, bazı ana hatlarda birleşebilmek. Bu, büyük bir ideoloji olmaksızın da olabilir. Yeter ki, toplumun arayışlarını biraraya getirilebilsin; yeter ki, topluma, birlikte, örgütlü bir biçimde, hareket etmenin ne kadar önemli olduğunu, ne kadar etkili olabileceğini gösterilebilsin. Böylece, bazı ortak belli taleplerden başlayarak ortak bir mücadale başlayabilir. Ve belki de, böyle olursa, yeni bir ideoloji, en azından birlikte mücadele etmenin yeni bir kültürü, hiçbir zorlama olmaksızın, bizzat toplumun içinden ortaya çıkar. Sol bunu başarabilirse, Aralık 2008’in hem bir devamı, hem de bir anlamı olacak.