Müslümanların Kapitalizme İkna Olma Süreci

İslam imiş devlete pabend-i terakki
Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı (Ziya Paşa)

Karl Polanyi ünlü eseri Büyük Dönüşüm’de (2000) liberal itikadın doğuşunun kapitalizmin iyice yerleşme ve genişleme çabasının bir sonucu olduğunu ifade eder. Yani liberal itikat tüm “doğallık” iddialarına rağmen kapitalizmin oluşmasından sonra türetilmiştir. Türkiye’de sol ilahiyat tartışmalarını geliştirmek için de, dindar zihinlerde “kapitalist itikadın” oluşum sürecini değerlendirmek icap eder. Bu tarihsel dönüşüm ve oluşum sürecini anlamak için, kapitalist sistemin yayılmasının getirdiği sonuçlar yanında, yerel bazı psikolojik ve sosyolojik etkenleri de hesaba katmak gerekir.

Bugün Müslümanların kapitalist zihniyeti temellük etmelerinin bir sembolü haline gelen ifadeyle “başörtülülerin de jipe binmeye başlaması” aslında dindarların “jipe” zaten çok önceden binmeye hazırlandıkları gerçeğini biraz örtüyor. Yani dindarların bu sürecin bir parçası olması AKP ile başlamış değil. Olsa olsa AKP ile birlikte kuvveden fiile geçen bir durum söz konusudur. Zira birçok Osmanlı aydının yanında, günümüz dindar aydınların zihinsel dünyalarında önemli bir etkiye sahip olan II. Meşrutiyet dönemi İslamcı “münevverleri” de Osmanlı İmparatorluğu’nun ve geleneksel kurumların çöküşünü, Müslümanların ve dindarların ekonomik ve toplumsal alanda üretken olamamalarına bağlamışlardı. Cumhuriyet döneminde ise, Kemalist rejim karşısında ayakta durmanın yolu olarak ticaret yaparak zenginleşme ve kendi kurumsal alt yapılarını oluşturma gayretleri dindarların temel motivasyonlarından biri oldu. Söz konusu konjonktürel unsurlar dindarların ethosunu biçimlendirdi. 80’li yıllarda Ali Şeraiti gibi bazı anti-kapitalist düşünürlerin İslamcılar üzerindeki hatırı sayılır etkisine rağmen kapitalist bir rejim içerisinde kaybeden (looser) olmama çabası, dindarların kapitalist zihniyete ikna olmasını ve kapitalizme teşne bir ilahiyat üretmelerini kolaylaştırdı. Şimdi yukarıda ifade edilen sonuçların gelişim sürecine kısaca bakalım.

Bilindiği üzere kapitalizm ve dinler arasındaki ilişkiler sorunu Batı’da 19. yüzyılda tartışılmaya başlanmış, Osmanlı’da da 1870’li yıllardan itibaren mesele gündeme oturmuştu. Erken kapitalizm Batı’da daha çok yahudilerle ilişkilendirilen bir şeydi. Yahudilerin Almanya ve Doğu Avrupa’da bir çok ekonomik etkinlikten men edilmiş olmaları, onları daha çok parayla ilgili olan ticari bir alana mahkum etmişti. Kapitalizm ve Yahudilik ilişkisini ilk ele alanlardan biri olan Marx, meselenin Kapitalizm ve Yahudulik değil, Kapitalizm ve Yahudiler olduğunu söyleyerek, Yahudiliğin temel bileşeni haline gelen “pratik ihtiyaçlar” olgusundan bakıyordu. Marx, bilindiği üzere Yahudi tarihini ve mevcut durumlarını, yahudilerin tarih içindeki seyirleri ve sosyo-ekonomik halleri çerçevesinde değerlendirmiş ve paranın sekülerleşme süreci sonucunda Yahudilerin tanrısı olmanın ötesine geçerek modern dünyanın tanrısı haline geldiğini iddia söylemişti (Marx, 1844). Max Weber ise Yahudi kapitalizmini, üretim biçimini değiştirmediği için, daha çok spekülatif ve parazit olarak tavsif ederken, Protestan kapitalizmini burjuva kapitalizmi olarak nitelemekteydi (Weber 1988). Bu tartışma, makro-mikro sosyolojik perspektif tartışmaları içerisinde Batı’da daha da yoğunlaşarak bugünlere kadar geldi. Türkiye’de ise meselenin ilk gündeme gelmesi Ernest Renan’ın ünlü, “İslam mani-i terakkidir” sözünün etrafında gelişti. İddia Ziya Paşa ve özellikle Namık Kemal’in ilgisini çekti. Namık Kemal Renan’a reddiyeler yazarak, İslam’ın terakkiye engel olmadığını savundu (Kemal, 1326). Bu tartışma ikinci meşrutiyet dönemine sarktı. İslam’ın gelişmeye engel olmadığı bu sefer İslamcılar tarafından savunuldu. Garbcılar olarak bilinen grup ise, İslam’ın toplumsal ve iktisadi gelişmeye engel olduğunu düşünüyordu. Cumhuriyet döneminin iktisadi aklı ve politikaları bu tartışmalardan ziyadesiyle etkilendi. Özellikle 1960’lardan itibaren İslam ve kapitalizm arasındaki ilişkiler, modernleşme kuramlarının da etkisiyle daha da yoğunlaştı. Başka bir yazının konusu olan (Bkz; Doğan, 2007) bu dönemdeki tartışmalarda çoğunlukla kapitalist zihniyetin gelişimi yani “ilerlemenin önündeki kültürel engeller” konusu öne çıkarılarak, gelişmek, ilerlemek ve kalkınmak için zihinsel olarak kapitalizme entegre olmanın gereğine vurgu yapılmıştır.

I. Wallerstein 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin yaptığı reformları dünya ekonomik sisteminin yayılma çabalarının bir sonucu olarak görür (Wallerstein, 1979). Gerçekten de 1847’de kapitülasyon imtiyazları olan devletlerle yapılan sözleşmeler sonunda muhtelit (karma) mahkemeler kurulur. Daha sonra çıkarılan bir kanunla bu mahkemeler Ticaret Bakanlığına bağlanır ve Şeyhülislamlık’ın yargılama alanı dışında tutulan ilk mahkemeler de bunlar olur (Berkes, 2008). Kapitalizmin soğurmaya başladığı Osmanlı İmparotorluğu’nda, özelikle Müslüman tüccarların, esnaf ve zanaatkârların ekonomik olarak ayakta kalmalarına yönelik çabalar da neşv-ü nema bulmaya başladı. Nitekim Tanzimat’ın ilanından sonra artık esnafın “müteferrikan ve münferiden çalışmasında menfaat olmadığı” ifade edilmiş ve sanayicilerin şirketler dâhilinde birleşmesi gereği zikrolunmuştu (Sarc, 1999). Bu çerçevede Sultan III. Selim ve II. Mahmud döneminde devlet, Avrupa ve Hayriye Tüccarları’nı oluşturarak, kendi ticaret erbabını destekleme yoluna gitmiş fakat II. Mahmud ve halefleri bu tüccarları 1838 Antlaşması’nın ve 1839 ve 1856 fermanlarının acımasız serbest ticaret kurallarına terk etmişti (Quataert, 2006). Bu politikaların başarısızlığı ekonomik sorunların zihniyet ile ilişkilendirilmesinin önünü açtı. Bu noktadaki dikkat çekici yaklaşım Ahmet Mithat Efendi’den geldi. Felatun Bey ve Rakım Efendi isimli romanında Ahmet Mithat, ismi rakamdan gelen, hem batılı hem doğulu, çalışkan, üretken ve rasyonalist bir karekteri, Osmanlı inkırazını ve inhitatını engelleyecek en önemli unsur olarak lanse ediyor ve müslümanların memur zihniyetinden kurtulması çağrısını yapıyordu. Bir kaç on yıl sonra Prens Sabahaddin gelişmenin önündeki engelin teşekkülü içtimaimiz olduğunu söylüyor ve teşebbüsü şahsinin Osmanlı Devletinin yegâne çıkar yolu olduğunu ilan ediyordu (Sabahaddin, 1908). Cemaatçi yapı Osmanlılarda müteşebbis ruhun gelişimini engellemişti ona göre. Buna karşın Mehmed Cavid Bey klasik liberalizmi devlet politikası olarak öneriyor, ve bu sayede bir müteşebbis ruhun hasıl olacağından dem vuruyordu. Akyiğitzade Musa, Tekin Alp ve Ziya Gökalp gibi milliyetçiler Friedrich List’in fikirlerinden etkilenerek, liberalizme karşı milli ekonomiyi ve korumacılığı savunuyorlar, devletin kanatları altında bir burjuva sınıfı yaratmayı teklif ediyorlardı (Doğan, 2008). İslamcıların ve dindarların da önemli bir aktör olduğu bu süreçte, provizyonizme, gelenekçiliğe ve eşitlikçi eğilime dayanan (Genç, 2002; 68–87) Osmanlı klasik dönem ekonomik anlayışının büyük bir dönüşüm geçirdiği ve özellikle “ilerlemenin” gerçekleştirilmesi yönelik bu çabaların sonucunda kapitalist bir zihnin tecessüm ettiği görülmektedir.

İslamcılar ve kapitalizm tartışmalarında pek gündeme gelmeyen bir husus bugünkü dindar müteşebbislerin iktisadi anlayışları ile tevarüs ettikleri düşünsel mirasları arasındaki ilişkidir. Zira iktisat ve İslam arasındaki ilişki, II. Meşrutiyet döneminde islamcıların yoğunlaştığı temel meselelerden birisiydi. II. Meşrutiyet sonrasında Beyanül Hak ve Sebilürreşad gibi dergilerde, İttihat ve Terakki’ye yakın olanların fikirlerine benzer düşünceler serdedilmekteydi; fakat referanslar daha çok Kuran’dan ve Sahabe hayatından alınmaktaydı. Bereketzade İsmail Hakkı yabancı sermayeye olumlu bakarken, Musa Kazım ikircikli fikirler serdediyor fakat zenginliğin İslam’da makbul olduğunu ifade ediyordu. Trablusgarb savaşı sonrasında gündeme gelen boykotaj İslamcılarca hararetle desteklendi. Bir yandan, iktisadi geriliği Müslüman ülkelerin yenilgilerinin sebebi olarak gösterip, ülkeyi bayındır hale getirmeyi ve fabrika kurmayı birer farz-ı kifaye olarak değerlendiren yazılar yayınlanırken, birçok makale ataleti eleştiriyor, çalışkanlığı öne çıkarıyordu. İslamcı dergilerde somut bir iktisadi sistem önerilmiyor, daha çok çalışkanlık, üretkenlik, dayanışmacılık çerçevesinde terakki savunuluyor, dönemin siyasi ve iktisadi şartları içerisinde milli ekonominin altı çiziliyordu (Doğan, 2007)

Garbcıların İslam ve atalet arasında kurdukları ilişki, İslamcılar tarafından şiddetle reddediliyor, modern iktisadi sistem, şeriat sınırları içerisinde değerlendiriliyordu. İslamcılar say ve ameli, teşebbüs-i şahsinin bir açılımı olarak telakki ediyordu. Ahmet Nezir, Sebilürreşad’da sosyalizm ve İslam arasındaki ilişkiyi değerlendirirken, müslüman zenginlerin zekat müessesi bağlamında sosyal vazifelerine dikkat çekiyor, dönemin bir başka önemli ismi olan İzmirli İ. Hakkı ise riba ile faiz arasındaki farkı tartışarak, bu meseleye bir çözüm arıyor, buna karşılık, bazı yazarlar İzmirli İ. Hakkı’nın bu fikirlerini eleştirerek, riba ve faiz arasında bir farkın olmadığını savunuyordu. Kapitalizm eleştirileri ise ahlak ve emperyalizm konuları dışında pek gündeme getirilmemişti. Sebilürreşad’da yayınlanan yazılarda okurlara, Müslümanlardan alış veriş yapmaları, ticari şirketler kurmaları tavsiye ediliyor, say ve amel, sanatla ticaret ve servet gibi kelimeler ardı ardına sıralanıyor, “teşebbüs-i şahsi” cesaretle tebrik ediliyordu. Para kazanmak, Kur’an ve Sünnetten örneklerle ahlaki olarak da meşrulaştırılıyordu. Ataletin insanları zayıf düşürüp, imansızlığa sebep olabileceği söyleniyor ve refaha ulaşmak için para kazanmak öneriliyordu (Debus, 1991). Bu arada tüm bu düşüncelerin silik bir hayırseverlik ve dayanışmacılık sınırları içerisinde ifade edildiğini de söylemek gerek. Ayrıca zenginlerin sosyal yükümlülüklerine de dikkat çekilmiştir birçok makalede.

Osmanlı mirası böyleydi. Ya Cumhuriyet dönemi? Cumhuriyet sonrasında temeli sosyo-ekonomik koşullarca tayin edilmiş Osmanlı düşünsel mirası oluşturmaktaydı. Bunun yanında Cumhuriyet döneminde iki belirgin faktör ortaya çıktı. Birincisi İzmir İktisat Kongresi çerçevesinde oluşturulan ekonomik anlayıştı; yani kişisel teşebbüse önem veren ve vatandaşları bu yönde teşvik eden hukuki ve düşünsel yapı. Bu çerçevede özellikle diyanet üzerinden halka propaganda yapılarak, kapitalist zihniyetin yaygınlaştırılması hedeflendi. Mahyalarda halka “para biriktir” gibi çağrılar yapıldı (Kara, 2008). Böylelikle kapitalist zihniyet bir taraftan din aracılığıyla yaygınlaştırılırken, diğer taraftan din kullanılarak meşrulaştırıldı. Tarikatlar, cemaatler ve MNP-MSP çizgisi ise, geri kalmışlığı yıkacak ve üretkenliği artıracak meslek olarak öncelikle mühendisliği öne çıkarmışlardı. Bunun arka planında daha çok Osmanlı döneminde yaşanan travmanın etkisi vardır ve bu travmanın dermanı ilerlemeyi mümkün kılacak insan unsurunun yetiştirilmesidir. Cemaatler ve tarikatlar ise ANAP döneminin yarattığı hava ile Kemalist düzen içerisinde varlıklarını devam ettirmek, mevzi kazanmak ve Müslümanların gücünü ekonomik güç ile özdeşleştirdikleri için ticareti ön plana çıkardılar. Bu noktada dikkat çekilmesi gereken husus tüm bu kapitalist ekonomik aktivitelerin cemaat ya da dinin varlığını sürdürmesi, güç kazanması adına yapıldığıdır. Başlangıçta korparatist ve İslam kardeşliği çerçevesindeki bir mantıkla yürütülen ekonomik faaliyetlerde kişisel kazanç, refah ve lüks geri plandadır. Cemaatin ve Müslümanların iyiliği için ticaret ve dindarların birbirinden alış veriş etmeleri teşvik edilmiştir. Bunun sonucunda oluşan dindar piyasada, dini semboller ve isimler ticarileşmeye ve markalaşmaya başlamıştır (Bkz; Bekaroğlu, 2008). Farklı iş kollarında büyüyen yatırımlar holdingleşmenin önünü açmıştır. Bu süreç Mustafa Kutlu’nun Sır (Kutlu, 2004) adlı öykü kitabına konu olmuştur. Kutlu’nun hikâyesinde, söz konusu sürecin sonunda cemaat holdingleri ve “ihvan” katılaşırken, şeyh buharlaşır. Simmel daha 19. yüzyılın başında parasallaşmanın insan ilişkilerini mekanikleştireceğini, rasyonelleştireceğini ve hesapçı hale getireceğini söylemiş ve Musil’e gönderme yaparak, kapitalist ekonomide negatif özgürlüğe mahkûm bir “niteliksiz adamın” ortaya çıkacağını ifade etmişti (Simmel, 1989). Türkiye’de ise 80’lerde buharlaşan şeyhin etkisi, 2000’lerde katı olan hiçbir şeyin kalmadığı bir sürece evrilmiştir.

Kaynakça

Bekaroğlu Edip (2008) Başörtüsü Reklamları; Muhafazakar Bir Dönüşüm Hikayesi, Birikim, Sayı 227.

Berkes, Niyazi (2008) Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul.

Bey, Sabahaddin (1908) Teşebbüs-ü Şahsi ve Tevsii Mezuniyet Hakkında Bir İzah, İstanbul

Debus E (1991) Sebilürreşad. Eine Vergleichende Untersuchung zur Islamischen Opposition der vor-und nachkemalistisichen Area, Frankfurt.

Doğan Necmettin, Mani-i Terakki Meselesine Dair, Doğudan, Eylül, 2007

Doğan Necmettin (2007) Origins of Liberalism and Islamism in the Ottoman Empire (1908-1914) A Sociological Perspective, VDM Verlag, Saarbrücken, Germany.

Genç, Mehmet (2002) Osmanlı İktisadi Dünya Görüşünün Klasik Prensipleri ve Temel Değerleri, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi içinde, İstanbul

Kara, İsmail (2008) Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, Dergah Yayınları, İstanbul.

Kemal, Namık (1326) Renan Müdafaanemesi, İstanbul.

Marx Karl (1844) On the Jewish Question, http://www.marxists.org/archive /marx /works /1844/ jewishquestion /index.htm

Polanyi, Karl (200) Büyük Dönüşüm, Çağımızın Sosyal ve Ekonomik Kökenleri, İletişim Yayınları, İstanbul

Quataert, Donald (2006) Tanzimat Döneminde Ekonominin Temel Problemleri, Tanzimat, Halil İnalcık/Mehmet Seyitdanlıoğlu (Ed) içinde, Phoenix, Ankara.

Sarc, Ömer Celal (1999) Tanzimat ve Sanayimiz, Tanzimat I. Cilt içinde, MEB Yayınları, Ankara

Simmel Georg (1989) Philosophie des Geldes, Gesamtausgabe Band 6, Frankfurt.

Wallerstein,Immanuel (1979) The Ottoman Empire and the Capitalist World Economy: Some Questions for Research, Review (II, 3, Winter)

Weber Max (1988) Gesammelte Aufsaetze zur Religionsoziologie III, UTB Verlag, Stuttgart.