Aynı ay içerisinde şu gelişmelere tanık olduk: Yunanistan Başbakanı George Papandreou ülkesinin borçları konusunda büyük ihtimalle yükümlülüklerini yerine getiremeyeceğini açıkladı, ardından Avrupa Birliği başbakana ağır bütçe kesintileri karşılığında yardım kredisi önerdi; bunun ardı sıra, avronun değerinin ve varlığının tehdit altında olduğu diğer ülkelerin, özellikle de Portekiz ve İspanya’nın borçları için “oran indirimi” önerisi getirildi. Avrupa’nın (Amerika’nın güçlü baskısıyla) oluşturduğu 750 milyar avro değerindeki Avrupa güvenlik fonu, Avrupa Merkez Bankası’nın (kurallarına aykırı olmasına karşin) kararıyla kimi devlet borçlarını yeniden yapılandırdı ve kemer sıkma önlemlerinin pek çok üye ülkede uygulanacağını duyurdu.
Açıkça konuşmak gerekirse, bu durum yalnızca krizin başlangıcını oluşturuyor. Avro, zincirin –ve kuşkusuz bizatihi Avrupa’nın– zayıf halkası. Yıkıcı sonuçların yakın olduğu konusunda hemen herkes hemfikir.
Buna karşılık, Yunanistan’da yapılan protestolar tamamen haklı çıktılar. İlk olarak, bütün bir Yunan halkının suçlamalarına şahit olduk. İkincisi, bir kez daha hükümet hiçbir demokratik tartışma olmaksızın seçim vaatlerine ihanet etti. Son olarak Avrupa, üye devletlerinden birine karşı sahici bir dayanışma göstermedi; daha da kötüsü, ulusları değil bankaların çikarlarini kollayan IMF’nin baskıcı kurallarını dayattı.
Yunanlılar “Avrupa para biriminin kurtarılması” politikalarının –sonuçlarından hepsi de etkileneceğinden ötürü tüm yurttaşlarca tartışılmasına izin verilmesi gereken alınacak önlemlerin– ilk kurbanıydılar, ancak muhtemelen son olmayacaklar. Bununla birlikte, var olduğu haliyle yürütülen tartışma da oldukça yanlıydı; çünkü temel anlaşmalar ya saklanmış ya da sonlandırılmıştı.
Şu anki biçimiyle egemen toplumsal güçlerin etkisi altındaki Avrupa inşası, bir ölçüde kurumsal bir uyumu yakalayabilir ve göz ardı edilemeyecek kimi temel hakları genelleştirebilir; ancak belirlenmiş amaçların aksine bu Avrupa kurgusunda ulusal ekonomilerin yöndeş bir evrimi sağlanamaz, ortak bir zenginlik alanı yaratılamaz. Kimi ülkeler başat konumdayken, diğerleri tahakküm altındalar. Avrupa’da yaşayan halklar, çatışan çikarlara sahip olmayabilir ama uluslar giderek bu türden çıkarlara sahip oluyor.
İkincisi, herhangi bir Keynesçi strateji, ekonomide halkın “güven”ini tesis etmek için üç farklı başlık belirler: Düzenli para akışı, makul bir vergi sistemi ve aynı zamanda işsizliği ortadan kaldırmayı (“tam istihdam”ı) amaçlayan toplumsal bir siyaset. Oysaki bu üçüncü boyut çoğu günümüz yorumcusu tarafından sistematik olarak görmezden geliniyor.
Dahası, avro para sistemine ve Avrupa’nın geleceğine ilişkin tüm bu tartışma, finansal krizin güçlü bir biçimde hızlandıracağı küreselleşmenin gerçek eğilimleri açıkça dile getirilmedikçe, bunlar siyasal açıdan liderlerini etkileyebilecek olan halkın kendisi tarafından yönlendirilmedikçe tamamen soyut kalmaya mahkûmdur.
Günümüzde uluslararası rekabet biçiminin bir dönüşüm yaşadığına tanık oluyoruz: Bundan böyle (temelde) üretim sermayeleri arasında bir rekabet var olmayacak; rekabet daha çok vergi muafiyetlerini kullanıp ücretli emek üzerinde baskı oluşturan, döner sermayeye (işletme sermayesine) komşularından daha çok ilgi gösteren ulusal topraklar arasında yaşanacak.
Açıkçası artık Avrupa, ya üyelerini “bütün sistemi etkileyen riskler”den koruyacak etkin bir dayanışma gücü olarak ya da üyeleri arasındaki rekabeti arttıracak hukuki bir çerçeve olarak işleyecek. İşte bu seçim, Avrupa’nın siyasal, toplumsal ve kültürel açılardan geleceğini belirleyecek.
Ne var ki ikinci bir eğilim daha ortaya çıktı: Dünyadaki istihdam dağılımının kökten biçimde dengesini bozan uluslararası işbölümünün dönüşümü. Bu dünyanın dört bir yanında gözlenen, kuzeyin güneyle, doğunun batıyla yer değiştirdiği yeni bir küresel yapıdır. Avrupa ya da büyük bir çogunlugu, eşitsizliklerin vahşi bir biçimde artmasıyla karşi karşiya kalacak: Çökmekte olan orta sınıflar, kalifiye işlerin azalması, “geçici” üretim endüstrilerinin yer değiştirmesi, refahın ve toplumsal hakların gerilemesi ve kültür endüstrileri ile genel kamusal hizmetlerin yok olması. Tüm bunlar, Avrupa’nın sonsuza kadar üstesinden gelmek istediği etnik çatismalarin geri dönmesini hızlandıracak.
Bütün bunları burada ele almaya gücümüz yetmeyebilir; ancak bir soru sorabiliriz: Bu durum, AB’nin sonunun başlangıcı mı? Elli yıl önce başlayan, çok eski bir ütopyaya dayanan bu birliktelik vaatlerini yerine getirmekte başarısız olduğunu kabul mü edecek? Yanıt, ne yazık ki, evet: Er ya da geç kaçınılmaz olan bu durum, muhtemelen şiddetli kimi çalkantıları da beraberinde getirecek. Kökten yeni temellere dayanan yepyeni bir başlangıç yolu bulunmadıkça Avrupa ölü bir siyasal projedir.
Ne var ki AB’nin dağılması, barındırdığı halkların kaçınılmaz olarak küreselleşmenin tehlikelerinden oldukça ciddi boyutlarda etkilenmesine neden olacaktır. Öte yandan Avrupa’nın yeni baştan kurulması hiçbir başarıyı garanti etmez; ancak en azından kimi jeopolitik kozlar kazanma şansı verir. Ancak tek bir şartla: Ulus-ötesi federasyon düşüncesinin özgün biçiminde içerilen bütün karşı çikislar ciddiye alınmalı ve cesaretlendirilmelidir. Bu türden bir ilişki, ne devletin ne de siyasetçilerle uzmanların “denetim”inde olan ortak bir kamusal otorite kurulmasına yardımcı olacaktır. Bu ilişki, uluslar arasındaki hakiki eşitliği koruyacak; böylelikle gerici milliyetçiliklere karşı savaşacak ve hepsinden de önemlisi Avrupa topraklarındaki demokrasiyi canlandıracaktır. Bu sayede neo-liberalizm tarafından üretilen “demokra(tik)sizleştirme” [de-democratisation] ya da “Devlet olmadan devletçilik” gibi güncel süreçlere karşı direnilebilir.
Uzun süredir kabul edilmesi gereken apaçık bir durum var ortada: Eğer demokrasi kendi içerisinde şu an varolan biçimlerinin ötesine –uluslarüstü kurumlardaki halk(lar)ın artan etkisine izin verip– geçemezse (günümüzde kimilerince haklı olarak savunulan) Avupa’daki federalizm konusunda dişe dokunur bir gelişme yaşanmayacak. Bu, yakın tarihte izlenen yolu tersine çevirmek, çürüyen siyasal yapının ataletini sarsmak için Avrupa halkçılığı gibi bir şeye gereksinimimiz olduğu anlamına mı geliyor? Ya da yaşanan krizi yaratanlara ve ondan yararlananlara karşı krizin kurbanı olarak öfkelerini dillendirebilecekleri bir mecra arayan halk yığınlarının eşzamanlı bir hareketine veya barışçı bir başkaldırısına mı karşilık geliyor? Ya da bunun piyasalar, bankalar ve devletler arasındaki gizli pazarlık ve anlaşmalara karşi “aşağıdan gelen” bir tepki, bir denetleme çağrısı olarak anlaşılması gerektiği anlamına mı geliyor? Evet, gerçekten de öyle. Bunun başka türden felaketlere yol açabileceği düşüncesine katılıyorum. Ne var ki her ne biçim altında olursa olsun milliyetçilik yayılırsa risk çok daha büyük olacaktır.
Dünyanın bu bölümünde geleneksel olarak “sol” adını alan kimi güçler var. Ne var ki Avrupa solu günümüzde sıfırı tüketmiş halde. Daha geniş bir siyasal çerçevede sınırlar esnekleşiyor; bu tam da konumuzla ilgili bir şey; çünkü toplumsal mücadelelerin ifade edilmesi ya da özgürlükçü hareketlerin fitilinin ateşlenmesi şansını azaltıyor. Bu, neo-liberalizmin dogmalarına ve gerekçelerine teslim olmak demek. Sonuç olarak ideolojik bir parçalanma kapımızda. Krizin –özgül ya da kolektif bir tepki ortaya koyamayan– güçsüz seyircilerini sözde temsil etmesi gereken partiler, herhangi güçlü bir halk desteğinden yoksun durumda.
Bu şartlar altında belki daha oturaklı düşünmeliyiz. Kriz bir sonraki aşamaya geçtiğinde ne olacak? Şüphesiz ki dört bir yanda protesto hareketleri yaşanacak; ancak bu hareketler kendilerini yalıtılmış bulacaklar ve muhtemelen şiddete yönelecekler ya da ırkçılık ile (inişli çıkışlı olsa da halen sürmekte olan) yabancı düşmanlığı yeniden güçlenecek. Ancak şu soru aydınları da ilgilendiriyor: Avrupa düzeyinde yaşanan krize karşı demokratik olarak hangi detaylı siyasal eylem yapılabilir ve yapılmalı? Kendilerini ister reformist ister devrimci olarak görsünler bu konuyu tartışmak ve risk almak yenilikçi aydınların görevidir. Eğer bu görevi yerine getirmekte başarısız olurlarsa hiçbir mazeretleri olmayacaktır.